Buradasınız

DİN NEDİR?

DİN NEDİR?

Prof.Dr. Ahmed Yüksel ÖZEMRE

* * *

Etimolojik Açıdan "Din"
Din kelimesi arapça bir kelimedir. Dil bilginleri bu kelimenin arapça deyn kelimesinden türemiş olduğunu kabûl etmektedirler. Deyn: "Yükümlülük, belirli zamanda ödenmesi gerekli borç" anlamındadır. Buradan din'in: "Belirli zamanda ödenmesi gerekli borcun ödeme biçimini düzenleyen kurallar" olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber din kelimesi, zaman içinde, bu tanımı pekiştiren semantik anlam kaymalarına uğramış ve: örf, âdet, durum, itaat, hüküm, ferman, yönetme-yönetilme, îtikat, tapınma gibi anlamlara da çekilmiştir. Deyyân da din'den türemiş olup "hüküm sâhibi" demektir. Ayrıca din kelimesine, Kur'ân'da 13 yerde geçen yevmü-d din gibi özel bir deyimde cezâ ve hesaplaşma anlamları da yüklenmiştir. Din kelimesinin lâtince karşılığı ise religio kelimesidir. Bu kelimenin kökünün, etimolojik açıdan, iki kaynaktan geldiği ileri sürülmüştür. Bunlardan biri relegere kelimesidir ki "itinâ ile muamele etmek", diğeri ise religare yâni "bir şeye bağlı kılmak" demektir. Bazı dil bilginlerine göre din'in otuzu aşkın farklı anlamı bulunmaktadır.
 
Sosyolojik Açıdan "Din"
Otuzu aşkın farklı anlamı bulunan ve tezâhürleri açısından da büyük çeşitlilik2 arz eden din olgusunun şimdiye kadar herkesi memnûn eden, efrâdını câmî ve ağyârına mânî tam ve eksiksiz, açık ve de seçik yâni bilimsel tanımı verilebilmiş değildir. Yapılabilen, ancak, ne türden tezâhürlerin dinî tezâhürler olarak tescil edilmeleri gerektiğinin asgarî şartlarının tesbitidir.

Meselâ Budizmi, uygulamaları düzeyinde değil de, doktrini yâni felsefesi düzeyinde ele alacak olursak, Gautama Buddha'nın (M.ö.VI. yüzyıl) öğrettiği Budizm'de şahsî ya da gayrı şahsî bir ilâh mevcûd değildir. Buddha kendisini ilâh ilân etmemiş olduğu gibi herhangi bir ilâha tapınmayı da öğütlemiş değildir. Ama Buddha'dan sonra budistler Gautama Buddha'ya ve onun heykellerine karşı izhâr ettikleri büyük saygı dolayısıyla onu "ilâhlaştırmışlar" ve bu heykeller karşısında gerçekleşmesini arzu ettikleri isteklerini dile getirirken Buddha'nın öğretisinde bulunmayan bir takım ritüeller ihdâs etmişlerdir. Bu bakımdan temelindeki doktrine değil de uygulamalarına bakıldığında, Budizm'in zaman içindeki bu gelişmesini putperest bir din gibi görmemek mümkün değildir.

Dinin soyut kavramı, Batı'da, önce Roma İmparatorluğu'nda biçimlenmeğe başlamıştır. Romalıların bu amaçla kullandıkları religio kelimesi de sonradan bütün Hıristiyan Batı âlemi'nin malı olmuştur. Cicero (M.ö.106-43) religio için: "Bir kimsenin lâyık olan her varlık ve özellikle de ilâhî bir varlık karşısında kendi derûnunda duyduğu bağlılık ve saygı" tanımını veriyor ve bu kişinin bağlılık ve saygısının da toplumun bu konudaki örf ve âdetine uygun olarak gelişen âyinlerine (ritüellerine) katılmasında ortaya koyduğu özen sâyesinde ortaya çıktığını ifâde ediyordu.

Bu tanıma göre, otantik sayılabilecek bir dinden söz edebilmek için, en azından:

  1. İnsanların derûnlarında kendisine karşı bağlılık ve saygı duymaları gereken ve kâbına asla varılamayacağına, ona benzer ya da eş olunamayacağına inanılan bir (ya da birkaç) Varlık mevcûd olması,
  2. Bu bağlılık ve saygının da bir çeşit ritüel aracılığıyla izhâr edilmesi, ve kalıcı ve sürekli bir biçimde açığa vurulması,
  3. Söz konusu saygıdan ve ritüellerden sapmaların ise: A) yasak (harâm, ya da tabu) olması, ve B) cezâlandırılması

gerekir.

Bunlar, en ilkel din şekli için gerekli olan asgarî şartlara delâlet etmektedir. Bu şartlara uyan dinlerin ise evrensel değil ancak mevzî bir tebliği olduğu gözlenmektedir.

Kişilerin derûnlarında bağlılık ve saygı duydukları bu Varlık, dinî tezâhürün türüne göre, ya somut olarak maddî bir nesneyle temsil edilebilmekte; ya da maddî bir şeyle temsil edilmesi mümkün olmamaktadır. Birinci hâlde bu temsil genellikle put adını alır. Totem de bir çeşit puttur. İkinci hâl söz konusu olduğunda ilkel dinlerde, bu: animistlerde Anima, Malinezya'da Mana, Kuzey Amerika'da Algonkin yerlilerinde Manitu, Irokuva yerlilerinde Orenda, Lakota yerlilerinde ise Vakan adını almaktadır.

Gerek etimolojik anlamı gerekse sosyolojik olgusu bakımından bir dinî tezâhür'un ortaya çıkabilmesi için demek ki, en azından:

  1. İnsanların kendi derûnlarında olağandışı bir saygıyla bağlı oldukları bir ya da birkaç varlığı kabûl ve teşhis etmiş olmaları (îmân),
  2. Bu varlık ya da varlıklar karşısında kendilerini bir takım özel tutum ve davranış biçimlerine uymaya zorunlu hissetmeleri (ritüeller), ve
  3. Bu özel tutum ve davranışların (ritüellerin) kalıcı bir örf ve âdet hâlini kazanmış olması (şerîat), ve
  4. Bunlardan sapmalara da belirli bir cezâ sisteminin uygulanması (günahların cezâlandırılması).
gereklidir.

Bu şartlar din sosyolojisi açısından en ilkel din türünü karakterize eden şartlardır. Câhiliyye dönemindeki arapların Lât ve Uzzâ gibi putlara karşı tutumları da işte bu anlamda ilkel bir dinî tezâhürdü. Onlar da bu putlara, kendilerine saygıyla bağlı olunması gereken varlıklar olarak îmân ediyorlar; onlara olan saygılarını zaman zaman yiyecekler sunmak, bunların muhâfaza edildikleri binâyı (Kâbe'yi) çırılçıplak, bağırarak ve el çırparak tavaf etmek ve bu ritüeli yılın belirli zamanlarında daha şatafatlı bir biçimde tekrarlamak sûretiyle gösteriyorlardı. Bunlara karşı çıkan müslümanlara ise cemiyetten tecrid etme ve ambargo cezâsı uygulanmaktaydı. Pasifik adalarında ve Kuzey Amerika'daki yerlilerin köylerinin girişine yerleştirdikleri kabîle totemlerine karşı saygı dolu tutumları da böyle bir ilkel dinî tezâhür kapsamı içindedir.

Daha gelişmiş dinî tezâhürlerde, söz konusu ilkel dinî tezâhür türünden farklı olarak, bir doktrin ile birlikte dinî kurumlar'ın da ortaya çıktığını görmekteyiz. Doktrin, en azından, saygı duyulan yâni Tapınılan Varlık ile müminler arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve bir takım yasakları ve yaptırımları ve hattâ cezâ ve mükâfatları da içeren "norm koyucu" bir inanç (îmân) sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Dinî kurumlardan kastedilen ise, başta, söz konusu dinin sâlikleri'ne bu doktrini açıklamakla yükümlü olan ruhban sınıfı ile bu doktrine bağlı olarak kurulan ve dindarların toplantılarını ve tapınmalarını organize eden, dinin yayılmasına ve korunmasına yardım eden kurumlar kastedilmektedir.

Söz konusu ilkel dinlerde bu inanç sisteminin emirlerine uymamak bir yana, bunları tahlîl etmek ve eleştirmek dahî yasaktır ve mutlaka beşerî bir cezâyı gerektirmektedir. Bu cezâlar ilkel kavimlerde dayak ya da vücûda başka türlü maddî zarar vermekden tutun da hürriyeti kısıtlamaya, cemiyetten atılmaya, işkenceye ve hattâ ölüm cezâsına kadar gidebilmektedir.

Bir toplumda dinî tezâhürler iyice yerleşmeğe ve din de kollektif bir kurum olarak anlaşılmağa başladıktan sonra, zaman içinde doğal olarak, temeldeki doktrinden de ritüellerden de farklı uygulamalar ortaya çıkabilmekte ve hattâ dinî uygulamalar sekülerleşebilmektedir. Bu ise dinin temelindeki ilkelerinden çok farklı sapmalara yol açabilmektedir. Bu sapmaların yüksek düzeydeki dinlerde daha çeşitli biçimlerde ortaya çıktığı ve hattâ bâzen dinin yerine geçtiği dahî görülmektedir. Yâni din, doktrin açısından sâfiyetini koruyabilirken, uygulamalar (diyânet) açısından pekçok sapmanın zuhur etmesi ve bu sapmaların da dinin bir parçasıymış gibi algılanmaları ya da icbâr edilmeleri mümkündür.

Ferdî ve Kollektif Vicdan Açısından "Din"
En gelişmiş dinler, insanların kendi kendilerine bazı kişi ya da nesneleri put olarak tapınma aracı kabul etmelerinden çok farklı olarak, idrâkin çok ötesinde kalan ve maddî emsâli bulunmayan tek ve aşkın bir Yaratıcı Varlık tarafından seçilmiş bazı kimselerin (Peygamberler'in) bu Varlık'dan çıkan ilâhî vahyi herkese alenen açıklamalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu Varlığa Allah, ve ilâhî direktiflerin toplu olarak sunulduğu kitaba da Semâvî Kitap denilmektedir. Bu kabil dinlerin en belirgin özellikleri:

  1. Dünyâ hayatına bir düzen getiren,
  2. Müminlerin: A) Allah'a, B) insanlara, C) diğer varlıklara karşı sorumlulukları belirleyen, ve
  3. Bu sorumlulukların yerine getirilmesi ya da getirilmemesi hâlinde ölümden sonra başa gelebilecek olan olayları açıklayan "norm koyucu"

bir ahlâk sistemi olmalarıdır.

Hiç şüphesiz ki en ileri din İslâm dinidir. Diğer bütün dinlerin aksine bu dinde dayatmacı, dini zorla kabûl ettirici hiçbir yaptırım yoktur ve dini benimseyip yaşamaları konusunda ferdî vicdanlara baskı da yapılamaz. Bu: "Lâ ikrâhe fi-d dîn" (Dinde zorlama yoktur!" (II/256)3 âyetiyle de tahkîm edilmiştir. İslâm'da, hattâ, dinden dönenlere insanlar tarafından uygulanacak dünyevî bir had4 dahî yoktur5; onların cezâsı "... Allah'ın, meleklerinin, ve insanların lânetine uğramalarıdır" (III/87), ve ".. tövbe edip de yola gelenlerin dışında" (III/89) onlar "Bu lânette sürekli kalacaklardır" (III/88); "Hiç kuşkusuz, onlar âhirette ziyâna uğrayacak olanlardır" (XVI/109).

Kısaca özetlemek gerekirse, İslâm dini:

  1. Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna, ve
  2. Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatının hukukuna

riâyet etmekden ibârettir.

10 Aralık 1948 târihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 18. maddesi:

  1. Herkesin vicdan ve din hürriyetine sâhip olduğunu, ve
  2. Ana ve babaların da çocuklarına kendi vicdanlarına uygun bir biçimde dinî ve ahlâkî eğitimi sağlama hakkını

hükme bağlamıştır.

Bu, Avrupa Konseyi ülkelerinin 4 Kasım 1950 târihinde Roma'da imzaladıkları İnsan Haklarını Ve Temel Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi'nin 9. maddesiyle de te'yid edilmiştir. Avrupa Güvenlik Ve İşbirliği Konferansı'nın 1 Ağustos 1975 de Helsinki'de imzalanan sonuç belgesi de "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi"nin söz konusu 18. maddesini yeniden te'yid etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 1982 Anayasası'nın 24. maddesinde ise:

"Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibâdet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibâdete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz"

denilmektedir6. Bu madde hem Kur'ân'ın II/256. âyetinin rûhuna ve hem de söz konusu Bildiri'nin 18. ve Sözleşme'nin de 9. maddelerinin rûhuna uygundur. Ayrıca "Türk Cezâ Kanunu"nun Din Hürriyeti Aleyhinde Cürümler bölümü de din ve ibâdet hürriyetine karşı işlenen fiillerin cezâlarını belirtmektedir.

Ancak bütün bu hukukî metinlerde dinin ne olduğunun bir tanımı da, din olarak kabûl edilenlerin bir sayımı da yapılmamıştır. Bunun tek istisnâsı, galiba, Türkiye'deki sâlikleri ancak birkaç bin civârında olan, Yehova Şâhitleri olsa gerektir. Zîrâ T.C. Yargıtay Cezâ Genel Kurulu, bütün bu ulusal ve uluslararası hukukî belgelerin ışığı altında, Yehova Şâhitliği'nin bir din olduğunu resmen tescil etmiştir7.

Oysa Türkiye'de, yukarıda verilen din tanımına uyan, din olarak tescil edilmesi ve gerek T.C. Anayasası'nın gerekse Türkiye'nin imzâlamış olduğu uluslararası antlaşma ve belgelerin garantisi altında herkes tarafından da din olarak anlaşılması gereken îtikad sistemleri vardır. Bunların sâlikleri kendilerine özgü dinlerinin: 1) tanıtımını yapmak, 2) ritüellerini herkesin gözü önünde ve çekinmeden ifâ edebilmek, 3) sâliklerinin îmânlarını kuvvetlendirmek için her imkândan yararlanmak, yâni dinlerini derin bir vecd ve coşku içinde dolu dolu yaşamak husûsunda büyük bir gayret içinde bulunmaktadırlar. Beğensek de beğenmesek de, bu dinlerin sâliklerinin samimî gayretlerini, söz konusu ulusal ve uluslararası hukukî belgeler çerçevesi içinde ve Kur'ân'ın II/256 ve CIX/68 âyetlerinin ışığı altında müsâmahayla karşılamak ve bunları din olarak teşhis ve tescil etmek toplumsal barış açısından isâbetli olacaktır.

Din Olarak Tescil Edilmesi Gerekli İtikad Sistemleri
Türkiye'de kendilerine özgü: ilâh anlayışları, ruhban sınıfları, mâbedleri, ritüelleri, kutsal savaşları (mukaddes cihâdları), ahlâk anlayışları, mükâfat ve mücâzat sistemleri, Kâbe yerine koydukları kutsal mekânları ve hattâ oruçları ile bir sürü orijinal inanç sistemi bulunmaktadır. Bunların bir kısmı saldırgan, bir kısmı seçici (dolayısıyla demokratik değil, oligarşik!), bir kısmı da halkın arasına nifak sokucu ve bölücü bir misyonerlik rûhuyle müteharriktir. Ama hangisine bakarsanız bakınız hepsi de bir kimlik arayışı içinde ve bu kimliğin te'yid ve tescili peşindedir. Çoğunun karamsarlığının kökeninde de, bu eksikliğin yanında diğer itikad sistemleriyle verimli ve müsâmahalı bir diyalog kuramamak bulunmaktadır.

çeşitli inanç sistemlerine mensûb olan insanlar arasındaki çekişmeler çoğu kere fuzûlî ve anlamsız nefsânî çekişmelerden ibâret kalmaktadır. İnsanlar biribirlerini bu inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlamakta, bundan dolayı biribirlerini kınamakta ve hattâ suçlamaktadırlar. Bunları, karşılıklı saygı olmasa bile, hiç değilse biribirlerine tahammül etme düzeyinde buluşturmak gerekir.

Bu buluşmanın ve aralarında verimli bir diyalogun başlaması için inanç sistemlerinin de aynı bir kategori altında toplanması fuzûlî sürtüşmelerin ortadan kaldırılması için isâbetli olacaktır. Bu gibi inanç sistemlerinin otantikliğini din kategorisi şemsiyesi altında tesbit ve tescil etmek gerçekten de hayırlı bir adım olurdu. Bu statü sâyesinde ve Anayasa'mızın 24. maddesi uyarınca bu kabil dinlerin sâlikleri yasal bir güvenceye kavuşturulmuş olacaktır. Ve artık kimse bu kabil inançları ne kınayabilecek ve ne de suçlamak yetkisini kendisinde görecektir.

Şimdi ülkemizdeki fikriyât (ideoloji), davranış ve uygulamaları açısından yukarıdaki tanıma göre din olarak telâkkıy ve kabûl edilebilecek olan bazı müesseselere bir göz atalım:

1. Meselâ Anadolu Aleviliği'nin bazı vecheleri tümüyle bağımsız ve otantik bir din görünümü arz etmektedir. Zâten Alevîlik'den söz konusu ederken çok temkinli davranmak ve hangi Alevîlik'den söz edildiğini vurgulamak gerekir. Zîrâ Alevîlik, tarih boyunca uğradığı istihâleler sebebiyle, bir ucunda Şeriat'a kesinkes uyan Sünnî Alevîlik'den diğer ucunda Hazreti Ali'yi (hâşâ!) bizzât Allah'ın kendisi bilen Sebeiyye Alevîliği'ne ya da Ateist Alevîlik saçmalığına kadar çok geniş bir anlayış ve uygulama yelpâzesine sâhip bulunmaktadır.

Bu meyânda hem Alevîliği halkın nezdinde gözden düşürmek ve hem de Alevîler arasına nifak sokmak için, hangi şer ve mel'anet odaklarınca geliştirilmiş olduğu bilinmeyen, uyduruk Ali'siz Alevîlik ve Ateist Alevîlik akımlarına da dikkat etmek gerekir9. Yukarıdaki kıstaslar çerçevesi içinde Yehova Şâhitleri'ninkinin enaz birkaç misli bir taraftar kitlesine sâhip olduğu tahmin edilen Sebeiyye Alevîliği'nin de bir din olarak teşhis ve tescili, hem toplum açısından bir müsâmahaya sebep olmak ve hem de karşılıklı uygun ve yasal bir müzâkere zemini oluşturmak bakımından, isâbetli olacaktır.

2. Fanatik nükleer enerji karşıtlarının davranışları da, yukarıda verilmiş olan tanım çerçevesi içinde, din şablonuna tamâmen uymaktadır. Bunların sâliki oldukları din:

  1. Hayrın timsâli ve "Aydınlıklar Prensi" olan Güneş ile
  2. Şerrin timsâli ve "Karanlıklar Prensi" olan Nükleer Enerji'den oluşan iki ilâhlı düalist bir din

görünümünde ortaya çıkmaktadır. Bu iki ilâh ve taraftarları da evrensel bir savaş içinde bulunmaktadırlar. Güneş taraftarlarının galebesi hayrın galebesi, şerrin ortadan kalkması, Yeryüzü'nde de ebedî mutluluk ve Cennet'in tesisi; bunun tersine, Nükleer Enerji taraftarlarının galebesi de şerrin galebesi ve Yeryüzü'nde ise ebedî sefâlet ve Cehennem'in tesisi olacaktır. Bu hâliyle Zerdüşt Dini'ni andıran bu dinde Güneş Ahura Mazda'ya ve Nükleer Enerji de Ehrimen'e tekabül etmektedir.

Fanatik nükleer enerji karşıtlarının dini, misyoner ruhlu ve kendisi gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımayan bir dindir. Bu dinin telâkkisine göre Güneş'in galib gelebilmesi için her türlü yalan, dezinformasyon, iftirâ, komplo ve şantaj mubahtır. Dinin "Papalık Kurumu"nu Greenpeace denilen örgüt yüklenmiştir. Dinin Türkiye'nin ilk nükleer santralinin kurulacağı "Akkuyu Nükleer Santral Siti" ya da Fransa'nın Büyük Okyanus'da su altı nükleer bomba deneylerini gerçekleştirdiği Muroroa Atolü gibi, Hac fârizasını ifâ etmek kabilinden topluca ziyâret ettikleri, kutsal ziyâretgâhları ve buralarda icrâ ettikleri kendilerine özgü ritüelleri vardır. Bu dinin sâlikleri, zaman zaman: kendilerini zincirlerle resmî dairelerin giriş kapılarına zincirlemek, iskelet resimli tulumlar giymek, ziyâretgâhlarında geceleri ateş yakıp tepinmek gibi başka ritüellerle ve nükleer enerjinin ülkeye girmemesi uğruna tuttukları oruçlarla da dinlerinin kendine mahsûs henüz yazılı olmayan "Şerîat"ını ifâ etmektedirler.

Bu dinin ülkemizdeki sâliklerinin sayısı Yehova Şâhitleri'ninkine oranla binlerce misli fazladır. Bu dinin de "Yüksek Yargı Organları"mız tarafından resmî bir din olarak teşhis, tesbit ve tescilinin ülkenin iç huzuruna muhakkak ki pekçok yönden olumlu katkıları olacaktır.

3. Bir başka dinî teşekkül de Mâbed diye isimlendirdiği ve gerçekten de öyle kabûl ettiği Loca'larıyla, kendine özgü ruhban sınıfıyla, özel kıyâfetleri ve zengin ritüelleriyle, özgün ahlâk anlayışıyla, sembolik ve gerçek kurbanlarıyla Masonluk'tur. Masonluk'taki ilâh kavramı ise İslâmın âlemlerin Rabbi kavramından çok farklıdır. İslâm'a göre 360.000 âlem vardır ve içinde yaşadığımız Kâinat da bunların en sonuncusu yâni üçyüzaltmışbinincisidir. Masonların ilâhı ise yalnızca Kâinat'ın Ulu Mimarı'dır.

Masonluğun ritüellerinin halka açık olmaması halk tabakalarının bu örgüt hakkında, daha çok, kuruntuya dayanan bilgilere itibâr etmesine ve diyalog eksikliğine sebep olmaktadır. Türkiye'de Yehova Şâhitleri'nden en az beş kat daha fazla taraftara sâhip olan Masonluğun da orijinal, otantik ve yalnızca seçilmişlere mahsûs oligarşik bir din olarak teşhis ve tescili, yukarıda ifâde edilen sebeplerden ötürü, yerinde olacaktır.

4. Halk referandumu sonucu kabûl edilmiş olan 1982 Anayasası "Başlangıç" bölümünde "... bu Anayasa(nın).... – Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ölümsüz önder10 ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O'nun inkılab ve ilkeleri doğrultusunda....mutlak sadâkatle yorumlanıp uygulanmak üzere ... Türk evlâtlarının vatan ve millet sevgisine emânet ve tevdi ..." olunduğunu kaydedilmektedir.

Bu, Anayasa'nın, Atatürk'ün Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracağını umduğu inkılablar ile bu inkılabların fikir çerçevesini oluşturan Atatürkçülük akımının üstüne inşâ edilmiş olduğunun ilânıdır; ve kim ne derse desin, bu Anayasa 1982 yılında yapılan referandumla halkın % 91,37 sinin desteğini almış olan yasal bir metindir ve bu hâliyle de ister TBMM isterse referandumla tâdil edilinceye kadar her türlü tartışmanın dışındadır11.

Bu yasal metin içinde Atatürkçülük idrâkini dinî tezâhürlere sâhip kılacak hiçbir unsur yoktur. Ancak Atatürk inkılablarının ideolojisinden hareketle 1928 yılından başlayarak gelişen Kemalizm için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kemalizm, kendine has abartmacılığı çerçevesinde:

  1. Atatürk'ü beşerî vasıflarından soyutlamakla,
  2. Onu asla hâtâ etmez, İlâh/Tanrı, Peygamber ya da Mehdî diye dayatmakla,
  3. çankaya Köşkü'nü Kâbe olarak tanımlamakla,
  4. Atatürk için yeni bir Kur'ân(!) ve Mevlîd düzmeğe kalkışmakla12, ve
  5. Dayatmacı tavrıyla

her türlü şirkden korunmak zorunda olan Müslümanlar'ın inançlarına ters düşmüştür. Bu tutum ülkede hâlâ devâm etmekte olan büyük bir huzursuzluğun, müsâmahasızlığın, halkı iki ayrı kampa bölen bir idrâksizliğin tohumunu eken büyük bir nifâk unsuru olmuştur.

Nasıl ki Buddha'nın orijinal doktrininde ilâh kavramı yoksa ve Buddha kendisini asla ilâh olarak nitelendirmemişse Atatürk de kendisini aslâ ilâh olarak nitelendirmemiştir. Anayasamızın temelindeki Atatürkçülük felsefesinde yalnızca belirli bir amaç uğruna Türkiye'yi belirli kalıplara sokmağa yönelik inkılablar vardır, o kadar!

Mezarında kemiklerini sızlatacak biçimde rahmetli Atatürk'ü ilâhlaştıran ise Atatürk değildir; kendini ona nisbet eden ama onun realpolitik anlayışından, temkininden ve sağduyusundan uzak olan Kemalizm'dir. Kemalizm bugün bâzı oportünist devlet adamlarının, bürokratların, medyanın ve bazı mahfellerin antidemokratik dayatmacı arzularını mubah ve yasal göstermek için arkasına saklandıkları bir kalkan olarak tecellî etmiş bulunmaktadır.

Kemalizmin bir din hâlinde tezâhür etmesini sağlayan unsurları:

  1. Atatürk'ün Hâtâsız (Lâyuhtî), Hayatı ve Eylemleri Tartışılamaz (Lâyüs'el), Yaratıcı (Hâlik)13, Ulu (Ekber), ölümsüz (Hayy, Bâkıyy) gibi yalnız Allah'a mahsus beşer-üstü vasıflarla ilâhlaştırılması, hattâ kendisine Tanrı-Türk sıfatının yakıştırılmasıdır14,
  2. Kendilerini bu dinin sâliki olarak afişe etmekden gurur duyan bir ruhban sınıfının varlığıdır,
  3. Kemalizm'in Atatürk'ün vefâtından sonra ihdâs ettiği kendine özgü değişmez ritüellere sâhip oluşudur,
  4. Bu ritüellerin belirli vesiylelerle icrâ edilmesinin gerekliliği ve hattâ bunların bir kısmının belirli bir takvime bağlı olmasıdır,
  5. Kemalizmin kendine has bir reenkarnasyon (tenâsüh) inancına sâhip olmasıdır15,
  6. Herkesi bu dinin mümini kılmak isteyen dayatmacı bir misyonerlik sergilemesidir, ve nihâyet 
  7. Bu dinin sâliki olmayan herkesi hasım kabûl ederek bunlara karşı bir mukaddes cihâd açılmasını mubah gören müsâmahasız ve hattâ zâlim bir anlayışa sâhip olmasıdır.

Bir kısım devlet adamı, politikacı, bürokrat, medya mensubu ve aydın (çeşitli politik, psikolojik ve sosyolojik sebeplerden ötürü menfaatlerine uygun düştüğü için ve kritik akıldan yâni idrâk ve temyîzden de zâten yoksun olduklarından) Kemalizm'e sırtlarını dayayarak bunu yavaş yavaş bir dine dönüştürmüşlerdir. Ama mânevî hissiyâtına ters geldiği için Kemalizm halkın dâimâ tepkisine mâruz kalmıştır.

Bu tepki ise, bizzat Kemalizm'in artan baskısı sonucu, gitgide hedefini şaşırmış ve soyut Kemalizm'den Mustafa Kemâl Atatürk'ün kişiliğine doğru maalesef yön değiştirmiştir. Halkın bu tepkisine karşı resmî tepki ise 25 Temmuz 1951 târih ve 5816 sayılı "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanûn"un kabûlüyle yasal bir zemine oturtulmuştur.

Bu kanûn Atatürk'ün hâtırasına açıkça hakaret edenler ya da sövenler ile Atatürk'ün heykel, büst ve âbidelerini ya da kabrini tahrib eden, kıran ya da kirletenleri cezâlandırmak üzere çıkarılmışsa da gene Kemalizm dininin sâlikleri tarafından târihî, askerî, iktisâdî, ictimaî ve itikadî açılardan Atatürk'ün icraatını bilimsel olarak eleştirenlerin dahî tepesinde bu kabil düşüncelere karşı caydırıcı, müeyyide uygulayıcı bir Demokles'in Kılıcı gibi sallanan bir tehdit ve şantaj unsuru olarak da kullanılmak istenmiştir.

Türkiye'de Yehova Şâhitleri'nden binlerce hattâ belki de onbinlerce kere daha fazla taraftara sâhip olan Kemalizm'in de resmî yargı organlarınca orijinal bir din olarak teşhis ve tescili, yukarıda ifâde edilen sebeplerden ve kezâ bu dinin sâliklerine diğer dinlerin sâlikleriyle aynı düzeyde yasal bir statü kazandıracağından ötürü, isâbetli bir tedbir olacaktır.

Sonuç
Din
kelimesi arapça bir kelimedir. Bazı dil bilginlerine göre arapçada din'in otuzu aşkın farklı anlamı bulunmaktadır. Bu bile din kavramının ne kadar muğlâk bir kavram olduğunu anlamak için yeterlidir.

İtikadî bir müessese olarak dinin çeşitli tezâhürleri vardır. Ancak ne türden tezâhürlerin otantik bir dinin göstergesi olacağı hususunda genel kurallar vaz etmek mümkün görünmemektedir. Bu konuda yapılabilecek olan tek şey itikadî bir müessesenin din sayılabilmesinin asgarî şartlarını tesbit etmekden ibârettir. Gerek etimolojik anlamı gerekse sosyolojik olgusu bakımından bir otantik dinî tezâhür'ün ortaya çıkabilmesi için de, en azından:

  1. İnsanların derûnlarında kendisine karşı bağlılık ve saygı duymaları gereken ve kâbına asla varılamayacağına inanılan bir ya da birkaç varlığın mevcûd olmasının,
  2. Bu bağlılık ve saygının da bir çeşit ritüel aracılığıyla izhâr edilmesi, ve kalıcı ve sürekli bir biçimde açığa vurulmasının,
  3. Söz konusu saygıdan ve ritüellerden sapmaların ise: A) yasak (harâm, ya da tabu) olması, ve B) cezâlandırılmasının

söz konusu olması gerekir.

Bu açıdan bakıldığında Anadolu Alevîliği'nin müfrid Sebeiyye ucu da, Fanatik Nükleer Enerji Karşıtları da, Masonluk da ve Kemalizm de dine has tezâhürler arz etmektedirler. Bunların dördünün de, şirkden korunmanın İslâmın ilk şartı olması hasebiyle, Türkiye'de halkın çoğunluğunun rencîde etmekte olduğu ise göz ardı edilmemesi gereken sosyal ve psikolojik bir olgudur. Bu tepki ise tahammülsüzlüğe, nifâka ve hattâ cidâle yol açmaktadır.

Daha önceleri Yehova Şâhitleri de bu kabil tepkilere mâruz kalmaktaydılar. Ancak Yehova Şâhitleri'nin yüksek yargı organlarınca otantik bir din olarak tesbit ve tescili bu sürtüşmeleri hemen hemen ortadan kaldırmış ve, görüldüğü kadarıyla da, Yehova Şâhitleri ile diğer kesim arasında en azından bir tahammülün ve gitgide biribirlerini anlamaya yönelik bir diyalogun tesisine vesile teşkil etmiştir.

Toplum sulhu açısından aynı önlemin alınması yâni Sebeiyye, Masonluk, Fanatik Nükleeer Enerji Karşıtları'nın da ve Kemalizm'in de yüksek yargı organlarınca otantik birer din olarak tesbit ve tescil edilmesi, şimdilik mizahî görünse bile, kanaatimce isâbetli olacaktır.


[1] Bu makalenin ilk versiyonu Umran dergisinin Kasım-Aralık 1997 târihli 40. sayısının s. 45-51. sayfalarında yayımlanmıştır.
[2] 1968 yılında A.B.D.nde Kaliforniya eyâletinde yapılan bir inceleme sonunda yalnızca bu eyâlette beşbinin üzerinde din ve mezhebin bulunduğu tesbit edilmişti.
[3] Parantez içindeki romen rakkamları Kur'ân'daki sûre numarasını ve diğer normal rakkamlar da o sûredeki âyetin numarasını göstermektedir.
[4] Had: Kısas ile diyetin dışında, Kur'ân ve Sünnet'te belirlenmiş olan cezâî müeyyideleri ifâde eden hukukî terim.
[5] Zeyd bin Eslem'den rivâyet edilen bir hadîste: "Kim dinini değiştirirse boynunu vurunuz!" denilmektedir (Bk. Rûdânî: Cem'ul-fevâid, cild:3/s.59, Hadîs No.5324, Yeni Şafak Yay. 1997). Hem yukarıda zikredilen âyetlerle ve hem de Hazreti Peygamber'in merhamet ve yüksek ahlâkıyla açıkça çelişik olması dolayısıyla bu hadîsin Peygambere iftirâ eden mevzû (uydurulmuş) bir hadîs olduğu âşikârdır.
[6]  Bu durumda dinî inançları dolayısıyla başörtüsü takan müslüman kızları "Sizin başörtünüz siyasal simgedir" diye suçlayıp onları eğitimden yoksun bırakma dayatmaları anayasal suç olmuyor mu?
[7]  T.C Yargıtay, Cezâ Genel Kurulu Esas No: 1979/276, Karar No: 1980/115 Tarih 24.03.1980 ve Esas No: 1985/9–596 Karar No: 1986/293 Tebliğname 9/6596, sayfa:7.
[8] Leküm diyniküm, ve liyye-d dîn:  Sizin dininiz size, benim dinim bana! (CIX/6).
[9]  Bu bağlamda ibret-i âlem için Anadolu Alevîliği'ne muazzam bir bühtân olan şu kitaba bakınız: İsmail Metin, Alevîliğin Anayasası, Akyüz Yayıncılık, İstanbul 1999, 235 sayfa. Bu kitaptan, örnek olmak üzere, bazı bölüm başları şunlardır: "Alevîlikte Tanrı İnsandır; İnsandan başka Tanrı yoktur", s.78; "Alevîlikte ibâdet yoktur", s.121; "Alevîler namaz kılmazlar", s.135; "Alevîler Ramazan orucu tutmazlar", s.140; "Alevîler zekât vermezler", s. 143; "Alevîler Hacc'a gitmezler", s. 145; "Alevîler kelime-i şahadet getirmezler", s.149; "Alevîler imânın şartlarını kabul etmezler", s. 152; "Alevîler Kur'ân'ı kendilerine yol gösterici olarak görmezler", s. 156; "Alevîler kadere inanmazlar", s. 158; "Alevîler ahrete inanmazlar", s.159; "Alevîler kıyâmet gününe inanmazlar", s.162; "Alevîler abdest almazlar", s. 179; ilh…
[10]  Anayasa'daki bu "ölümsüz önder" ibâresi, kanaatimce, gayesini aşan bir ifâdedir. İsâbetlisi "ebedî önder" olmalıdır. Rahmetli Atatürk 10 Kasım 1938'de ölmüştür ve Dünyâ hayatına asla geri dönecek değildir. Ölümsüz olmak ise, yalnızca, Hayy ve Bâkıy olan Allah'a mahsûstur. "Ebedî önder" ise Dünyâ durdukça Türk Milleti için: 1) değerini, 2) önemini, ve 3) saygısını kaybetmeyecek olan önder demektir.
[11] Bir lâtin atasözü: "Vox populi, vox dei" demektedir ki bu bizim: "Halkın sesi, Hak'kın sesidir" atasözümüze denk düşmektedir.
[12] Behçet Kemâl çağlar'ın (ya da müstear adıyla Ankaralı âşık Ömer'in) yazmış olduğu bu Yeni Mevlîd'in metni için Bk. Abdurrahman Dilipak: Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyân Yay., 3. Baskı, s. 391-404, İstanbul, 1988.
[13] Suat Tahsin'in 1933 de Akşam Matbaasında basılmış olan bir kitabının adı: Türkiye Cumhûriyeti Devleti ve "Hâlikı" G.M.Kemâl idi.
[14] Fehmi Baldaş: Dirilen Türkiye, Bk. Abdurrahman Dilipak: Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyân Yay., 3. Baskı, s. 376, ve  kezâ (Em.Tnk.Kd.Alb. M.Vahdet Sungur'un Atatürk'ün ilâh olduğunu ilân eden şiiri için Bk.) s. 405.
[15] 1) Behçet Kemâl çağlar'ın Yeni Mevlîd'inin sonu şöyle biter: "...Meclise nâzırdı rûh-i Mustafâ/Bî hurûf-i lafz ü savt etti nidâ/Türkte cevher işledim yıllarca ben/Biliniz; her biriniz bir parça ben/ Kalbolundum hep size hiç kalmadım/ölmedim ben ölmedim, ben ölmedim/Her birin rûhu gün gûş eyledi/Şevk u şâdîye erip cûş eyledi/Başka fânîler farkı gördüler/İnönü'de Atatürk'ü gördüler.../Ger dileriz bulasız şevk u necât/ Atatürk'e Atatürk'e esselât".  2) "... Atatürk öldükten sonra Tanrı, Şeytan'a uymayarak millete hizmet edecek insanların başa geldiğini görünce, Atatürk'ün rûhuna emretti: güvendiğin insanların rûhuna gir! 27 Mayıs'da Atatürk rûhu, ordu ileri gelenlerine girdi..." Avni Altıner'den alıntı. Bk. a.g.e., s. 381. 3) Bununla ilgili olarak Harb Okulu'nda, yoklamada, Mustafa Kemâl'in okul numarası okunduğunda bütün öğrencilerin koro hâlinde: "Burada" diye cevap vermesi de bu Kemalizm'e özgü tenâsüh (reenkarnasyon) anlayışını yansıtmaktadır.
Tasarım & Geliştirme | kerataif