Buradasınız

SAYIN HASAN CELÂL GÜZEL'E AÇIK MEKTUP

SAYIN HASAN CELÂL GÜZEL'E
AÇIK MEKTUP
 

Muhterem kardeşim Hasan Celâl bey,

Radikal gazetesinin 19 Ocak 2006 târihi nüshasındaki "Şeffaflık iyi de, bu kadar patırtıya lüzum var mı?" başlıklı yazınızdaki:

"1986 Nisan'ında çernobil Fâciası esnâsında da benzeri olayları yaşadık. Bir tarafta o zamanın Ticaret Bakanı[1] Cahit Aral, elinde radyasyonlu çayı içerken poz verip halkı teskine çalışırken, diğer taraftan Atom Enerjisi Kurumu Başkanı hocamız her akşam TRT'de Türkiye'nin nasıl tehlike altında olduğunu anlatıp duruyordu.

O sırada Başbakanlık Müsteşarı olarak bulunuyordum. 1. Ordu Komutanı Recep Ergun Paşa (daha sonra ANAP'tan milletvekili oldu) bana telefon ederek çok kızgın bir sesle, "Burada bir deli var; nerede inek görse kıçına gayger cihazı sokup bakıyor; ortalığı velveleye verdi. Allah aşkına kurtarın beni bu adamdan!" diye şikâyet etti. Özal'ın da isteği üzerine Kurum Başkanı'nı ikaz ettim."

bölümünü: 1) hayretle ve 2) üzüntüyle okudum.

Hayretim, bu bölümde, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK'in) o zamanki başkanı olmam hasebiyle, hakkımda ifâde etmiş olduklarınızın tamamının hilâf-ı hakîkat olmasından; üzüntüm ise, yaşça benden 10 yaş küçüğüm olmanıza rağmen, hâfızanızın zaafına karşılık vehim ve hayâlinizin bayağı serpilmiş ve gelişmiş gözükmesinden kaynaklanmaktadır.

Ben asla ve kat'a her akşam TRT'de Türkiye'nin nasıl tehlike altında olduğunu anlatıp durmuş değilim. Bu bir!

TAEK Başkanlığı'm esnâsında TRT ile ilgili temaslarıma gelince:

1) Edirne ve civârına radyasyon serpintilerinin indiği 3 Mayıs 1986 akşamı saat 23.30 sularında Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nu (TRT'yi) arayarak bu bölge halkının bu durum karşısında uyması gereken tedbirleri tebliğ eden TAEK'in resmî bildirisini Kurum'a intikal ettirdim. Bunun gerek bu akşam gerekse ertesi günkü radyo ve televizyon haber bültenlerinde okunmasını ricâ ettim. Aynı bildiri Anadolu Ajansı'na da intikal ettirildi. Bu bildiri 3 gün hem televizyondan ve hem de radyolardan halka duyuruldu.

Bildiride: 1) çernobil kazâsı sonucu oluşan radyasyon bulutunun Edirne ve civârını etkisi altına almış olduğunun tesbit edilmiş olduğu, 2) paniğe kapılmaya medar olacak şekilde tehlikeli bir durum mevcûd olmamakla birlikte, 3) ikinci bir bildirimize kadar bazı husûslara dikkat edilmesi gerektiği ifâde edildikten sonra:

· Mümkün olduğu kadar yağmur altında kalınmaması,

· Şu ya da bu şekilde çamurlanan ayakkabı ve elbiselerin çamurlarının ovuşturarak ya da durgun su içinde yıkanarak değil de sürekli akan bir suyun altına tutularak giderilmesi,

· Sebze ve meyvaların akan su altında uzun süre yıkandıktan sonra yenilmesi ve

· Büyük baş hayvanların otlatılmayıp ahırlarda karantina altında tutulması ve yem olarak saman ya da sunî yem ile beslenmeleri gerektiği tavsiye ediliyordu.

Radyasyon seviyelerini izleyip tesbit etmek ve veri toplamak üzere, zâten, Edirne ve civârına çekmece Nükleer ve Araştırma  Merkezi'nden (ÇNAEM'den) 1 Mayıs'da 6 adet gezici radyasyon izleme ekibi göndermiş bulunuyorduk. Bu ekiplerin 3 Mayıs'dan itibâren 24 saat üzerinden 24 saat süreyle ve 4 günlük çalışması sonunda elde edilen binlerce veri ve toplanılan ot, toprak, süt, ve sâir gıda örnekleri üzerinde ÇNAEM'de yapılan spektroskopik ölçümler ve bunların TAEK'de yapılan değerlendirmeleri sonunda ortalığı velveleye verecek ciddî hiçbir tehlike olmadığı anlaşıldıydı. Bunun üzerine dört gün önce Edirne ve civârına TRT ve Edirne Vâliliği aracılığıyla duyurmuş olduğumuz resmî bildirimizdeki, büyükbaş hayvanların karantinasına ve radyasyonlu otla beslenmemelerine ilişkin madde hâriç, bütün tedbirlerin kaldırılmış olduğuna dair bir ikinci bildiri hazırladık. Bunu TRT'ye, ajanslara ve Edirne Vâliliği'ne intikal ettirdik. Ayrıca durum hakkında özet bir raporu da Başbakan'a takdîm ettik.

Edirne Vâlisi ile yaptığım bir telefon konuşmasında bu durumu şifâhen de te'yid ettim. Bölge halkının, TAEK'in tesbitleri üzerine Vâliliğin topladığı sütler hâricindeki[2] bütün gıdâları çekinmeden yiyebileceğinin müjdesini verdim ve Vâli'ye "Halka intikal etmiş, etmekte olan ve edecek olan bütün gıdâ maddeleri radyasyon sağlığı açısından hiç ama hiçbir mahzur teşkil etmemektedirler" dedim. Bu cümle, o târihten sonra sürekli olarak her fırsatta ve her yerde: 1) ilim, 2) inanç, 3) kararlılık, 4) vicdânî huzur ve 5) kanaat-i kâmileyle tekrarlayacağım bir beyân ve TAEK'in de taahhüdü oldu.

2) çernobil kazâsının ortaya çıktığının ertesi günü 29 Nisan 1986'da TRT, durumu kısaca özetleyen bir demecimi yayınlamıştı (TAEK Başkanlığım süresince TRT'de 1. görünüşüm). Mayıs ayının ilk yarısında da Mehmet Ali Birant'ın 32. Gün programında Prof.Dr. Reha Uzel'in de İstanbul'dan sesi ve görüntüsüyle katıldığı bir toplantıda bu konuyu Türkiye'nin durumunu irdeleyip ciddî hiçbir tehlike olmadığını tekrarladım (TAEK Başkanlığım süresince TRT'de 2. görünüşüm) ve gene "Halka intikal etmiş, etmekte olan ve edecek olan bütün gıdâ maddeleri radyasyon sağlığı açısından hiç ama hiçbir mahzur teşkil etmemektedirler" dedim. Bu ifâdemi, daha sonra, 15 Eylûl 1986'da Hacettepe üniversitesi'nde Basın'a da açık olan "TAEK Danışma Kurulu" toplantısında da dile getirdim ve bu, toplantıda dağıtılan basılı 16 sayfalık açıklayıcı dokümanda da yer aldı.

3) TRT, gerek makamımda gerekse lojmanımda, benimle 4 ya da 5 mülâkat yaptı. Bu mülâkatlarda Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun yaptığı incelemeleri ve aldığı önlemleri, Avrupa'nın uyguladığı radyasyon limitlerinin sâdece ekonomik ambargo ve fiyat kırma amacıyla uygulanmış önlemler olduğunu, sağlıkla ilgili olmadığını açık seçik anlatmak fırsatını da bulmuştum. Fakat her nedense bu mülâkatların biri bile yayınlanmıyordu. Benimle mülâkat yapan TRT yetkililerini aradığım zaman ise bunları ya bulamıyordum ya da bulduğum zaman yalnızca kaçamak cevaplar alıyordum.

TAEK Radyasyon Güvenliği Dairesi başkanı özer özerden'in eşi TRT'de çalışıyordu. Onun aracılığıyla TRT'de bir araştırma yaptırdım. Bu sâyede öğrendiklerim ise beni hayretler içinde bıraktı: İsmini açıklamak istemediğim bir Bakan TV'de benim halkı aydınlatmak üzerek Türkiye Atom Enerjisi Kurumu adına yaptığım açıklamalara ambargo koydurmuştu!

4) Aralık 1986'nın başlarıydı. Bir gün yayına yeni başlamış olan TV-2'den Can Okanar telefon etti, ve: "Hocam, TV-2'de henüz size ambargo koymak hatırlarına gelmedi. Sizinle radyasyon konusunda bir mülâkat yapalım mı?" dedi. Ambargoyu delecek olmam beni tabiî ki çok memnûn etti.

Can Okanar ve ekibi bu konuşmadan 15 dakika sonra Karanfil Sokağı No.67'deki TAEK Başkanlık makamında idiler. Mülâkat yapılacak masanın düzenlenmesi, mik­rofonun kamuflâjı, ses ve ışık düzeninin tesisin­den sonra mülâkat başladı ve herhâlde birdenbi­re çok rahatlamış olmamın da verdiği huzurla bir çırpıda ve akıcı bir şekilde 30 dakikada bitiverdi (TAEK Başkanlığım süresince TRT'de 3. görünüşüm). Milletime 7 aydır vermem engellenen mesajı açık seçik verebilmiştim. 30 dakikalık bir sohbette her şeyden bahsetmek imkânım yoktu. Ama bu, o kadar da önemli değildi. Önemli olan, Basın'ın büyük bir kısmının aylardır üzerine çullandığı ve "vatan haini" ilân ettiği TAEK Başkanı'nın: 1) beşerî sıcaklı­ğını, 2) ilmine ve kendisine olan güvenini, 3) yönetmek­te olduğu Kurum'a ve elemanlarına olan îtimâdı­nı, 4) görevinin kendisine bahşettiği huzuru, ve 5) bu görevi bu türlü ifâ etmekden de ne kadar şeref duyduğunu Mil­let'in bir kere olsun görmesiydi. Ve Millet bunu gördü, değerlendirdi, takdîrini ve minnetini gerek mektuplar­la gerek telefonlarla gerekse bizzat makamıma ve hattâ lojmanıma kadar gelerek, çiçekler göndere­rek belirtti.

Hayrettir, TV-2'deki bu mülâkatım Türkiye'nin bü­yük bölümünü ferahlatırken, birkaç sayın Bakan'da ve yüksek denilen bürokrasinin belirli bir kesiminde de, her nedense, büyük fakat sinsi bir infiale yol açtı. İlk ciddî fakat açık infial, bu mülâkatın TV-2'de yayınlanmasından 10 dakika sonra, bana TV-1'de ambargo uygulatmış olan Bakan'dan geldi.

Söz konusu Bakan telefonda: "Kardeşim, siz kendinizi ne zannediyorsunuz? Televizyona çıkmak ve bu konularda konuşmak iznini size kim verdi? Siz haddinizi aşıyorsunuz" diye çıkışı­yordu. Bu mealde ve birbirini tekrarlayan ithâm­ları bitince kendisine 2690 sayılı kanûna göre TAEK'in Başkanı olmam hasebiyle Kurum adına beyânat verme ve açıklama yetkisinin de bende olduğunu, bunu da dirâyetle yapmış olduğumu, haddimi aşmamın ise mümkün olmadığını çünkü almış olduğum aile ve Devlet terbiyenin bunu gerektirdiğini, 2690 sayılı kanûna göre doğrudan doğru­ya sayın Başbakan'a bağlı ve dolayısıyla "Devletin Teşkilât Şeması"nda da "Müsteşar" seviyesinde bulunmam hasebiyle benim hakkında bir rahatsızlık hissetmekteyse bunu bana değil bizzât sayın Başbakan'a ifâde etmesinin da­ha isâbetli olacağını, TV-2'deki açıklamamın ise Hükûmet'i töhmet altında bırakıcı değil, bilâkis bu konudaki tutumunu ve icraatını tahkîm edici ve Millet'i ferahlatıcı olduğunu kendisine ifâde et­tim. Bakan telefonu yüzüme kapattı.

Ertesi gün Can Okanar telefonla beni araya­rak mülâkat dolayısıyla kendisinin almış olduğu müsbet reaksiyonları dile getirdi ve zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in bu mülâkattan çok memnûn kal­mış olduğunu,  yeni yayına başlamış olan TV-2'nin yalnızca İstanbul, Anka­ra ve İzmir'den seyredilebilmesi dolayısıyla aynı programın bir kere de TV-1'den bütün Türkiye'ye yayınlanmasını emretmiş olduğunu bildirdi.

TV-2'deki mülâkat bir hafta sonra TV-1'den de üst üste 2 kere aynen yayınlandı (TAEK Başkanlığım süresince TRT'de 4. ve son görünüşüm). Türkiye'nin dört bir yanından aldığım reaksiyon­lar fevkalâde olumlu, cesâret verici ve destekleyi­ci idi. Millet ferahlamıştı.

Kabûl etmeniz gerekir ki, muhterem kardeşim: 1) TAEK'in sâdece müsbet icraatını söz konusu ederek, ve 2) hiçbir ciddî radyasyon tehlikesi olmadığını vurgulayarak (üstelik de bütün ambargo ve engellemelere rağmen) Millet'ime 8 ayda 4 kerecik (evet; yalnızca ve yalnızca 4 kerecik) TRT ekranlarından seslenebilmiş olmam: A) ne her gece TRT'ye çıkmış olmam demektir, ve B) ne de iddia ettiğiniz gibi "Türkiye'nin nasıl tehlike altında olduğunu anlatıp durmuş" olmam demektir.

Hâfızanız sakın, hayretengiz bir anakronizma sonucu, 13 sene sonra 17 Ağustos 1999'da vuku bulmuş olan Gölcük depreminin akabinde televizyonlarda sürekli olarak felâket tellâllığı yapmış ve hâlen de yapmakta olan biri  ile beni karıştırmış olmasın?! Hâlbuki o zât ile aramızda boyumuz posumuz açısından da, yaşımız açısından da, hitâbetimiz açısından da hiçbir benzerlik yoktur.

Binâenaleyh Muhterem Kardeşim Hasan Celâl bey, hâfızanızın zühûlü dahî olsa, amme efkârındaki itibârımı zedelemekte olan söz konusu yazınızdaki bu mesnedsiz iddianız dolayısıyla bana her hâlükârda bir özür borçlusunuz. 

 

1. Ordu eski Komutanı merhûm Orgeneral Recep Ergun hakkındaki beyânlarınıza gelince[3]: Sayın Orgeneral Recep Ergun beni Mayıs 1986 Mayısı'nın 2. haftasında telefonla aradı ve Edirne'deki ekiplerimizin faaliyeti hakkında bilgi taleb etti. Kendisine ayrıntılarıyla neler yapılmakta olduğunu, toplanan ölçüm ve sâir verilerin ışığında yaptığımız değerlendirme sonunda: "Ortalığın velveleye verilmesine medar olacak hiçbir ciddî tehlikenin mevcûd olmadığının ortaya çıkmış olduğunu" ayrıntılarıyla arz ettim.

 

Bu telefon konuşmasında (o zamana kadar hiç karşılaşmamış olduğum) merhûmu: 1) babacan, 2) otoriter, 3) ciddî, 4) nâzik, 5) titiz, 6) makamının maddî ve mânevî sorumluluğunu müdrik, 7) avâmîlikden uzak, makamının ciddiyetine yakışan bir konuşma uslûbuna sâhip, ve 8) bana karşı da saygılı bir zât olarak tanıdım. Rahmetli Orgeneral takdîm ettiğim bilgilerden dolayı teşekkür etti. Bu konuşmadan yaklaşık iki hafta kadar sonra bu sefer ben, kendisini telefonla aradım. Yeni bilgiler verdim. Ve Askeriye'nin gösterdiği ilgi ve TAEK'e lûtfettiği destekler dolayısıyla kendisine TAEK'in teşekkürlerini arz ettim.

 

Bu konuşmalarım esnâsında sayın Orgeneral'in ağzından asla, yazınızda naklettiğinize benzer âmiyâne bir şey duymadığım gibi kendisinin de benden ya da TAEK'den bilgi dışında herhangi bir başka talebi olmadıydı.

Yazınızda merhûm Orgeneral Recep Ergun'a izâfe ettiğiniz: "Burada bir deli var; nerede inek görse kıçına gayger cihazı sokup bakıyor; ortalığı velveleye verdi. Allah aşkına kurtarın beni bu adamdan!" ibâresini (bu gerçekten de vârid olmuş olsa dahî) yazınıza konu yapmış olmanız, en azından, esef verici ve: 1) Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin en üst düzeydeki bir subayının da, 2) bu iddia ile zımnen ilişkilendirdiğiniz TAEK elemanlarının da amme efkârındaki imajlarını ve hâtıralarını ağır bir biçimde zedeleyici, ve 3) Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin üst düzey mensuplarının beşerî vasıflarına da bilvesiyle gölge düşürücü bir zerâfet noksânıdır. Nefsinizi, hangi sebeblerdendir bilinmez: 1) merhûmu bu türlü sergilemek ve 2) TAEK'i de tezyif etmek belki okşamaktadır ama bunları yazınıza malzeme yapmanızın bizzât kendi imajınızı zedelemekte olduğunu da hiç idrâk ve de temyiz edememiş görünmektesiniz.

Bunca devlet umûru görmüş bir zât olan size yakışan herhâlde daha temkin ve teennî sâhibi, daha settâr olmanızdır. Medya'daki uslûbu bozuk bâzı köşe yazarlarının ittihaz ettikleri, kişileri ve millî kurumları bigayrıhakkın töhmet altında bırakıcı bu kabil bir: 1) uslûbu, ve 2) dedikoduyu, değerinize ve geçmişinize bakarak, size asla yakıştıramıyorum.

Bilmelisiniz ki TAEK'de Radyasyon Güvenliği Dairesi'nde ve ÇNAEM Sağlık Fiziği Bölümü'nde çalışan bütün elemanlar konularında uzman, üstün görev bilincine sâhip ve Edirne'de görev yaptıkları sırada da kendilerine verilmiş olan bütün: 1) tâlimâtlara, ve 2) çalışma protokollerine harfiyyen uymuş olan, ve 3) hangi nesnenin radyasyonunun hangi yöntemlerle ölçülmesi gerektiğine ise bihakkın vâkıf olan üstün kaliteli bilim adamları ve teknisyenlerdi. Bu protokollerde gayger cihazını ineklerin makatlarına sokmak diye, kara mizaha en çok meyyâl kimselerin bile aklına gelemeyecek kadar uyduruk ve mide bulandırıcı bir tâlimât da asla yoktu.

Beni TAEK Başkanı olarak bu konuda ikaz etmiş olduğunuz iddianıza gelince: bu da tamâmen hilâf-ı hakîkattir. Böyle bir şey kat'iyyen vuku bulmuş değildir.   Bu da iki!

Beni Başbakanlık Müsteşarlığı'nız esnâsında, yalnızca: 1) TAEK'deki elemanların siyâsî eğilimleri, ve 2) bundan ötürü de TAEK'e 200 eleman yerleştirilmesinin gerekliliği konularında ikaz etmiştiniz, o kadar! Ben ise bu her iki ikazınızı da isâbetli ve gerçekçi bulmamış ve  2690 sayılı kanûnun bana yüklemiş olduğu vecibeler ve yetkileri asla aşmadan, azlim bana 6 Nisan 1987 günü tebliğ edilinceye kadar, TAEK'i vicdânî huzur ve kanaat-i kâmileyle idâre etmeğe devam etmiştim. Şimdi dahî bütün bu tutumumdan ve icraatımdan şeref duymaktayım.

Binâenaleyh Muhterem Kardeşim Hasan Celâl bey, amme efkârında hem TAEK'in itibârını ve hem de benim itibârımı zedelemekte olan bu sözleriniz dolayısıyla:  hem  1)  TAEK'e,  ve hem de 2) bir kere daha bana bir özür borçlusunuz.


Türkiye'ye iç ve dış mihrakların çektirmiş oldukları "çernobil çilesi", Medya'nın belirli bir kesiminde geçer akçe olan: 1) dedikodularla, 2) evhamlarla, 3) asparagas haberlerle, ve 4) dezinformasyon taktikleriyle yazılamaz.

Başından sonuna kadar bu çileyi mâiyetindekilerle birlikte şerefi ve haysiyetiyle, ilminden ve vicdânından en ufak bir ödün vermeden yaşamış bir kimse olarak bu çilenin muhtelif vechelerini, ve de muharriklerini:

1. Türkiye'nin çernobil çilesi, Nehir Yayınları, 287 sayfa, İstanbul 1994

2. Aklın Yolu İlimdir (Cemal Uşşak ile birlikte), Kırkambar Yayınları, 308 sayfa, İstanbul 1999.

3. 50 Soruda Türkiye'nin Nükleer Enerji Sorunu (Prof.Dr. Ahmet Bayülken ve Prof.Dr. Şarman Gençay ile birlikte), Kaknüs Yayınları, 71 sayfa, Üsküdar 2000

4. Ah Şu Atom'dan Neler çektim!, Pınar Yayınları, 400 sayfa, İstanbul 2002

5. çernobil Komplosu, Bilge Yayınları, 334 sayfa, İstanbul 2004

başlıklı toplam 1393 sayfa tutan kitaplarımda, bu konuda yayınlamış olduğum 100 kadar makalemde, radyo sohbetlerimde, konferanslarımda ve ilgili panellerde bütün ayrıntıları ve bütün perde arkası olaylarıyla samimiyetle ve cesâretle açıkça takdîm etmiş bulunuyorum. İlgilenenlerin, hâfızalarını tâzelemek isteyenlerin, "Konuyu bir kere de bu olayların bütün çilesini çekmiş olan ilim adamının ağzından dinleyelim" diyenlerin ve hattâ bu konudaki vehimlerini hâzâ gerçek olarak addedenlerin dahî bunları bir kere tetkik edip de vicdanlarıyla başbaşa kalmalarından sonra konuşmalarında fayda vardır.

Ayrıca Aralık 1993-Mayıs 1994'e kadar Demirel-İnönü koalisyonunun cumhurbaşkanı özal'a karşı bir manevrası olarak "çernobil fâciası konusunda zamanında tedbir alınmamış olduğu, görevin savsaklanmış olduğu ve bu savsaklama sebebiyle çocukların kanser olmuş olduğu" iddialarıyla medya ve kamuoyu bir kere daha, ama bu sefer o zamanki hükûmet mârifetiyle, tahrîk edilip aldatıldıydı. Bu bağlamda hakkımda Türkiye'nin her yanında Cumhuriyet Savcılıkları'na da aynı formatta: 1) 40 yıl hapsimi, ve 2) 40 milyar lira (o günün râyiciyle 2.723.000,-$) tazminat ödememi isteyen 400 küsur "suç duyurusu" yapıldıydı.

Bundan başka Başbakan Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna da Cumhuriyet Başsavcısı'na hakkımda suç duyurusunda bulundulardı. Bunların hepsinden de beraat ettim. Ama bu da yetmedi. Bu sefer de TBMM'nde bir "Meclis Araştırması" açıldı. Meclis Araştırması 9,5 ay sürdü ve 8 puntoluk 103 sayfa tutan ve Resmî Gazete'de yayınlanan çok ayrıntılı bir raporla (S. Sayısı: 455) noktalandı. Bu rapor Meclis'de oybirliği ile kabûl edildi. Ve bu rapor da beni beraat ettirdi. (Bütün bu beraat kararlarından sonra bana hâlâ bu konuda iftirâ atanlara karşı artık mahkeme açabilmek  ve tazminat taleb etmek hakkım da nihâyet tekevvün etmiştir.)

Muhterem kardeşim Hasan Celâl bey,

Siz de "Türkiye'ye yapmış olduğu hizmetleri lâyık-ı vechile takdîr edilmemiş ve bir sürü iftirâya uğramış" olan bir zâtsınız. Bunun ihdâs ettiği hâlet-i rûhiyeyi, herhâlde, "627 kişilik TAEK'de 400 komünisti koruyan gizli bir komünist (kripto-komünist) olduğum" iftirâsı sonucu TAEK Başkanlığı'ndan azl edilmiş olduğu dedikodusu yaygın olan benim kadar takdîr edecek kimseyi de az bulursunuz.

Onun için, lûtfen, başkalarını rencîde etmeyecek şekilde temkin ve teenni sâhibi olunuz! Yazılarınız da, size ve eskiden işgal etmiş olduğunuz makamlara yakışan şekilde, adâlet ve ihsân üzere olsun!

Muhabbetlerimle ve umûrunuzun hayra tebdili ve mahza hayr olması niyâzlarımla ve hayr dualarımla…

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

(TAEK Eski Başkanı)



[1] Aslında "Sanayi ve Ticâret Bakanı ve Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi Başkanı" demeniz gerekirdi.

[2] Bu sütler TAEK'in talebi üzerine toplatılmış; bunlardan beyaz peynir imâl edilmiş; ve 4 ay kadar sonra bunlardaki radyoaktif I-131 izotopları iyice parçalanıp radyasyon izâle olunca da tüketilmelerinde hiçbir mahzur kalmamıştı. TAEK'in bu kararı ekonomiye, o zamanın râyicine göre, 600 milyon lira değerinde katkı sağlayan bir tedbir olmuştu.

[3] Sâhi, bu zât hakkında "26 Kasım 1943 tarihli, 2590 sayılı "Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanun"a aykırı olarak niçin hâlâ "Paşa" unvanını kullanmaktasınız? Bizler gibi ahâliden biri "Efendi, Bey, Paşa ya da Hazret" dersek bu, kanûnları ya iyi bilmediğimize ya da bürokrasinin ve devletin vitrininde olmamamız dolayısıyla belki beklenilen kadar lâik olamamış olduğumuza delâlet eder de zât-ı âlîniz gibi devlet umûru görmüş ve Başbakan Müsteşarı, Bakan ve Parti Başkanı gibi görevlerde bulunmuş, dolayısıyla kanûnlara kesinkes uymakla şartlanmış olması gereken bir zâtta böyle bir zühûl, doğrusu, biraz dikkat çekiyor.

Tasarım & Geliştirme | kerataif