Buradasınız

PROF.DR. AHMED YÜKSEL ÖZEMRE İLE GEÇMEŞTEN GÜNÜMÜZE BİR HASRET SOHBETİ... "EDEB VE MUHABBET FARKI"

 

Kaynak: Altınoluk Dergisi 1999 - Ocak, Sayı: 155, Sayfa: 011
Röportaj: Altınoluk

 

Altınoluk: Efendim bu tür sohbetlerimizde umumiyetle mülâkat yaptığımız zâtın kendilerinden başlıyoruz. Eger lûtfederseniz pederlerinizden, validelerinizden, doğup yetiştiğiniz ve gönül dünyanızı dokuyan muhitleri dinleyerek başlayalım...

Prof. Dr. A. Yüksel ÖZEMRE: Efendim bendeniz 1935 Nisan'ında şimdi oturduğumuz mahallede mevcut olan Münip Paşa Konağı'nda dünyaya geldim. Münip Paşa Konağı rahmetli babaannemin babasının konağı idi. Burada çok mutlu bir hayatım oldu. Konak hayatı bir başka hayattı. 636 metrekare üzerine kurulmuş, üç katlı, ahşap, 15 odalı, haremliği selâmlığı, dönme dolabı, sarnıcı, arabalığı, ahırı, ayrı bir mutfağı olan muhteşem bir konaktı. O zamanlar Üsküdar'ın Balaban ve Eski hamam semti bahçeler içinde evlerin bulunduğu çok mûtena bir yerdi. Yaz sabahları önce Valide Sultan camiinin baş müezzininin hârikulade okuduğu ezan ile uyanır ardından bülbül sesleri ile kendimize gelirdik. Eğer arada bir uyanıp da şöyle başımız yastığa düşecek olursa bülbül sesleri "hadi kalk namazını kıl" gibilerden bizi ikaz ederlerdi adeta.

Böyle bir konakta yetiştim. Babam Üsküdar Kur'an tilâvet ekolünün en son şahsiyetlerinden olan Hafız Mehmet Nurullah beydi. Rahmetli bir rivayete göre 13 yaşında hafızı Kur'an olmuş. Annem Pakize hanımdı. Biz ailede iki evlat kardeşiz. Benden on yaş büyük Mazhar bey var. Babam mûsikiye fevkalade vâkıf bir insandı. Üsküdar Kur'an tilâvet ekolünün en kuvvetli mümessillerinden biri olması hasebiyle o güzel sesiyle her sabah namazından sonra Kur'an okur, rahmetli babaannem, annem, Allah uzun ömür versin abiciğim, o konağı çekip çeviren bir iki tane hizmetçi ve fakir, kendilerini büyük bir huşu içinde dinlerdik. Çocukluğum işte böyle bir atmosfer içinde geçti. İlk öğretimimi Ayazma 21. İlkokulunda bitirdim.

Üsküdar asûde bir muhitti. Benim çocukluğumda 40-45 bin nüfusa sahipti. Herkes birbirini tanırdı. Yani çapulcusundan, esrarkeşine, şairinden, edibine, ve meşayıhına kadar herkes birbirini tanır, saygı ve hürmet gösterirdi. O zamanlar Üsküdar'ı Üsküdar yapan çok kıymetli şahsiyetler vardı. Fakat bu kıymetli şahsiyetlerden iki tanesini burada hayır ve rahmetle yâd etmeden geçemeyeceğim.

Bunlardan bir tanesi Hakimiyeti Milli caddesinde 104 numarada bir aktar dükkanı sahibi Saim Düzgünman Efendi idi. Oğlu Mustafa Düzgünman Türkiye'nin son asırda yetiştirdiği en büyük ebru üstatlarından bir tanesidir. Ayrıca 26,5 sene Hüdâyi'nin türbedarlığını yapmıştır. Mekânı cennet olsun, benim mânevi tarafa yönelmemde önemli etkenlerden bir tanesi olmuştur.

İkincisi ise son devrin en büyük tâlik üstadı, Necmettin Okyay beyefendi. Kendisi Gülnûş Valide Sultan Camii'nin baş imamıydı. Saim Efendi amca aynı zamanda Hüdâyi Dergâhı'nın baş imamıydı. Onların arkasında kıldığım, o insana inşirah veren, rahatlatan ve ferahlık veren namazları, bilhassa teravih namazlarını hiçbir zaman unutmam. O hazzı başka hiçbir imamın arkasında hissetmedim. Ya Rabbi şu namaz bitmesin, ilânihaye sürsün diye dua ederdim. Bir zammı sûrede bile birkaç makam atlayarak okurlardı. O günleri, keza aktar dükkanında geçirdiğim o fevkalade latif anları yine hasretle yad ediyorum.

Babam aktar dükkanının 54 sene, ben ise 53 sene müdâvimi oldum. Saim Efendi amca, sonra sırasıyla kardeşi Bekir Efendi amca ondan sonra Saim efendinin oğulları Mustafa ve Ahmet ağabey sonra Mustafa ağabeyin oğlu Ali Haydar'ın bu dükkanı ele alışlarını ve orada geçen bütün maceralara şahit oldum. 18 metrekarelik ufacık bir dükkandı. Ama bu dükkanın içerisine bir Cumartesi günü sekiz-on kişi sığışırdı. Dükkanın içinde Saim amcayı ziyarete gelenler arasında gizli veliler, tekkeleri kapatılmış meşayıh, şairler, edipler, mûsikîşinaslar olurdu. Oraya gelenlerin birbirleriyle neşeli takılmaları, gayet ciddi konuşmaları insana bir inşirah verirdi. Dükkanın içini müşterilerle ayıran ufak tezgahın bir tarafında bulunan sülük kavanozunun yanındaki mini minnacık iskemleye oturur büyük bir dikkatle konuşulanları dinlerdim. Dükkanın müdavimlerinden bir tanesi de Eşref Ede Efendi idi. Eşref Efendi, Mustafa ağadan önce Aziz Mahmut Hüdayi'nin otuz sene türbedarlığını yapmış son derece sırlı bir zât idi. Çok az konuşur, fakat konuştuğu zaman hikmetli konuşurdu. Cemâlinde celâl, celâlinde cemâl müşahede edilen nur yüzlü bir zâttı. Bu zât devamlı surette nazarlarını fakirin üzerine dikerdi. Üç yaşından 19 yaşına kadar bu zâtın nazarlarının kabı oldum desem yeridir. Sokakta karşılaştığımız zaman elini öperdim, yanından ayrıldıktan sonra arkamdan öyle fakire nazar ederlerdi. Bu nazarlar 16 yaşından itibaren beni dehşetli bir cezbeye gark etti. Aşağı yukarı on-on iki sene sürdü. Sonradan yaptığım tahlillere göre bu cezbenin tesiriyle 15 yaşındayken bende son derece mistik heyecan zuhur etti. Bu heyecanı yenebilmek için biraz gönülsüz olsa da babamdan destur alarak sürekli oruç tutmaya başladım. Sadece bayram günleri hariç 3,5 sene sürekli oruç tuttum. O zamanlar Galatasaray Lisesi'nde okumaktaydım. 3,5 sene sürekli oruç tuttuktan sonra küçük amcam Şevket bey bir Uşşakî şeyhine müntesipti. Amcam bir gün konağa geldi. "Yükselciğim biliyorsun ben bir mübarek zattan feyiz alıyorum, devamlı oruç tutan bir yeğenim var diyerek kendilerine senden bahsettim" dedi. Şevket bey "o zatı bize gönderin" demiş. "Gitmek ister misin?" diye bana sorunca. "Elbette" dedim. "Ben de zaten böyle bir kapı arıyordum" dedim ve kendisinden adresi aldım. Beyazıt, Soğanağa mahallesi, Âbuhayat sokağı, Penah apartmanı 2/2" Bu adresi görünce zaten çarpıldım. "Tamam" dedim, "Âbu hayatın menşeine penah bulmaya gidiyorum" dedim. 1954 Ağustos ayında zuhur eden bu hadiseden sonra nefsim beni üç ay oyaladı. O zamanlar Galatasaray Lisesi'ni bitirmiş üniversiteye girmek üzereydim. Üniversiteye girdikten sonra derslerin az olduğu bir gün kendi kendime "amcamın verdiği şu adrese bir gideyim" dedim. Ve bahsi geçen adrese gittim. Kapıyı çaldım. On-on beş saniye sonra kapı açıldı. Kapıyı açan zat gibi güzel bir insan ömrü hayatımda görmedim. Beni şöyle süzdükten sonra "Bizi çok fazla beklettin evladım seni daha önce bekliyorduk" dedi.

O zat benim bu Savmı daimden Savmı Davud'a geçmemi sağladı. 2,5 senede Savm-ı Davut tuttum. Zaman zaman fakiri mistik cezbe basar ve bazen üç, bazen beş, bazen dokuz ayımı oruçlu geçiririm. Geçen sene dokuz ay oruçluydum. Ama bu hususta hiçbir ısrarım yok. Çünkü oruç bir nafile ibadettir. Ve ben oruç tutmam alışkanlık haline gelir gelmez orucu bırakırım. Onun içindir ki oruçları daha ziyade Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında tutmaya gayret ediyorum. Daha fazla insanı zorlasın ve tuttuğum orucun farkına varayım diye...

İşte o zatla beş sene hemdem oldum. Kendilerinden oldukça istifade ettim. Bir çok himmetine mazhar oldum. Kendileri 1959 Temmuz'unda Hakka yürüdü. Ondan sonra bir sene muallakta kaldım. O muallakta kaldığım dönemde cezbem de çok arttı. Daha sonra onun yerine kalan zata gittim ve 35 sene kendilerine hizmet ettim. Her ikisi de son derece sırlı zatlardı. Herhangi bir yerde isimlerini bulamazsınız. İsimlerini vermekten imtina eden kimselerdi. İsmini soranlara "Uşşakî fukarası dersiniz yeter" derlerdi. Bir tanesi emekli topçu albaydı. Diğeri ise serbest meslek erbabı idi. Çok çile çekmiş kimselerdi.

Fevkalade mahdut bir çevreleri vardı. Etraflarındakiler otuz kırk kişiyi geçmezdi. Kâmil ve hakikaten mürebbi insanlardı. Bir kişiyle hakikaten meşgul olan, onların mânevî yönlerini imar ve âbât etmeye çalışan çok bilinçli, çok mütevâzi ve sırlı kimselerdi. Bu gibi insanlarla karşılaşmış olduğumdan kendimi çok bahtiyar hissediyorum.

İşin uhrevi tarafı böyle. Gelelim dünyevi tarafına. Bendeniz tıpkı ağabeyim gibi Galatasaray Lisesi'ni bitirdim. Galatsaray Lisesi'ni bitirenler hakkında maalesef biraz cehaletten ileri gelen yani Galatasaray Lisesini tanımamaktan ileri gelen bir nâkıs bakış var. Galatasaray Lisesi milletin tehayyül ettiği gibi "Batıya açılan bir pencere, Batı hayranı bir yer"değildir. Aksine Galatasaray Lisesi hiç değilse ağabeyimin ve benim zamanımda Fransa'nın en iyi hocalarının ve keza Türkiye'nin en iyi edebiyatçılarının cımbızla seçilip getirildiği bir yerdi.

Tabi Galatasaray Lisesi'nden çıkan herkes aynı kalıp içinde çıkmıyor. Ateistler de, beş vakit namazında, abdestinde kimseler de çıkıyor.

Annemin mühendis olmam yönündeki bütün ısrarına rağmen daha Galatasaray Lisesi yedinci sınıfından itibaren teorik fizikçi olmaya karar vermiştim. Bu hedefe ulaşmanın ilk şartı çok iyi matematik bilmekti. Benim de matematiğe karşı büyük bir ilgim vardı. Bundan mütevellit İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Fizik bölümüne kayıt yaptırdım. Cenabı Allah'ın inayetiyle sekiz sömestrelik bu bölümü beş sömestrede yani 2,5 senede bitirdim. Ama diplomayı vermediler. Ancak sekiz sömestrede diploma verilir diye bir kural vardı. Bir buçuk sene beklemem gerekiyordu. Boş gezenin baş kalfası olacağıma gidiyim bari evleneyim dedim. Yirmi iki yaşında, sınıf arkadaşlarımdan rahmetli Kâmuran hanımla evlendim. Kâmuran hanımın Fransa'da bir bursu vardı. Bendeniz de bir yerlerden burs ayarlayarak beraber Fransa'ya gittik. Orada Fransız Yüksek Atom Komiseryası'nın himayesindeki Fransız Nükleer Bilimler Teknolojisi Milli Enstitüsüne kayıt oldum. Burada bir senelik eğitim veriyorlardı ama nükleer mühendis sıfatıyla çıkıyordu. Eşim, Astrofizik doktorası yaparken ben de söz konusu bölümde atom mühendisliği tahsiline devam ettim. Bu arada bir kız çocuğumuz dünyaya geldi.

Fransa'daki yıllarımız bir hayli zor geçti. Bir taraftan eşimin doktorasına yardım ettim diğer taraftan da kendi tahsilimle uğraştım. Sonunda nükleer mühendislikten iyi bir derece ile mezun oldum. 120 kişi arasında 56. olmuştum. 22 ile 56. arasındaki not miktarı ise sadece 2,25 idi. En yüksek not 140 idi ama kimse bu notu alamadı. Fransız erkânı harbinden üç dört tane madalyalı bir general 114 puanla birinci olmuştu.

Fransa'dan Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Teorik Fizik Kürsüsü'ne asistan oldum. Eşim de astronomi Kürsüsü'nde asistanlığa başlamıştı. Geçen gün hesap ettim o zamandan bu yana tam 43 işe girip çıkmışım.

Fakir ömrü hayatında öğretim görevliliği hariç hiçbir işe talip olmadım. Babam rahmetli "hiçbir şeye talip olma ama teklifi de reddetme" derdi. Babamın tavsiyesinin ancak %50'sini tutabildim çünkü hiçbir işe talip olmadım ancak gelen tekliflerin çoğunu reddettim. Bu arada iki önemli teklifi reddettim. Bir tanesi 1974 senesinde idi. NATO Genel Sekreteri Joseph Luns kendisine Türk ilmi işler yardımcısı arıyordu, beni tavsiye etmişler. O zamanlar TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi idim. TÜBİTAK Bilim Kurulu Başkanı Allah uzun ömür versin Prof. Yusuf Vardar bana bu teklifi iletti. O dönemlerde rahmetli eşim ile aramız hiç iyi değildi. Çok iyi bir eş, harikulade bir ev hanımı, çok iyi bir ilim adamı ve çok iyi bir anne olmasına rağmen meşreplerimiz farklı idi.

Baba tarafından 280, anne tarafından 450 senelik geçmişimi bildiğimden ve bu geçmişimizde hiç boşanma olmadığından, hiç teaddüdü zevcat olmadığından ben boşanma taraftarı değildim. O ise süratle boşanmaktan yana idi. Halbuki kızımız daha küçüktü. Bu yüzden ayrılmayı düşünmüyordum. Onun için NATO Genel Sekreteri'nin teklifini anında reddettim. Bana "sen delisin" dediler. "Vallahi kusura bakmayın aile yapımın kurtarılması bu tekliften daha önemlidir" dedim. Çok da iyi etmişim. Fakat evliliğimizi dört sene daha sürdürebildik. Eşim boşanmakta çok ısrarcı olunca 5 Eylül 1978'de boşandık.

Bu boşanma hadisesi beni bir hayli rahatsız etti. Hatta bu yüzden altı ay hastanelerde kaldım. Büyük rahatsızlıklar çektim. Ondan sonra kendi kendime "olan oldu biten bitti, alnımıza bunlar yazılmış" dedim. Bir sene annemle şu anda kaldığımız yerde oturdum. O zamanlar babam vefat etmişti. Fakat annem de bir hayli yaşlı olunca evlenmem gerekti. Kendisinden emin olduğum zata "efendim ben evlenmek istiyorum beni evlendirir misiniz?" dedim. Onlar da peki dediler. Üç ay sonra da 17 Ağustos 1979'da bir gün kendilerine gittim. "Evladım biz seni evlendirdik" dedi. Hemen dizlerine niyaz ettim. "Efendimin fakire lâyık gördüğü başımın tacı, gönlümün sultanıdır"dedim. Böylece ikinci eşimle tanışmış olduk. Allah nasip etti ikinci eşimden de Fatıma Rabiamız zuhur etti. Hayatımızın ailevi tarafı da böyle...

İdari tarafına gelince fakirin sırtına bir hayli yük bindi. Meselâ 11 sene Teorik Fizik Bölümü başkanlığı görevi yaptım. 11 sene İTÜ'de Nükleer Enerji Enstitüsü'nde ders verdim. Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'nde üç sene araştırıcı 3,5 senede müdür olarak çalıştım. Atom Enerjisi Komisyonu'nda üç dönem görev yaptım. TÜBİTAK Bilim Kurulu'nda 2,5, Bilim Adamı Yetiştirme Komitesi'nde ise üç sene görev yaptım. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olarak 26 ay görev yaptım. Tam Çernobil hadisesi zamanında. Ayrıca bir çok resmi kurumun danışmanlığını yaptım, halen de TEAŞ'ın Genel Müdürü'nün Nükleer işler danışmanıyım. Yurt dışında Türkiye'yi NATO Bilim Komitesi'nde, Avrupa Nükleer Enerji Merkezi'nin Genel Kurulu'nda, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nda, OISD Nükleer Ajansı Yürütme Komitesi'nde uzun seneler temsil ettim.

Altınoluk: Efendim bu deryaya girsek herhalde kaybolacağız... Bu mülakatımız Ramazan ayında yayınlanacak, birazda Ramazan ayına dair değerlendirmeler alsak diyoruz. Son çıkan kitaplarınızdan biri "Geçmiş zaman olur ki" adını taşıyor. Geçmiş zamanda ne vardı? Bunu en iyi gözlemleyenlerdensiniz. Osmanlı beyefendisi, Osmanlı kadını tabiri var bizim kültürümüze girmiş. O dönemin insanlarından, mesela Üsküdar'da bir aktar dükkanındaki insanlardan, toplum ahlakından biraz çizgiler sunsak. Günümüzle kıyaslasak.

ÖZEMRE: Efendim Üsküdar kurulduğu dönemden beri bir geçiş yeri olmuştur. Bu durumu hasebiyle de pek çok kimseler gelip geçmiştir.

Özellikle 18. asrın başından itibaren şuarânın, üdebânın, vüzerânın, kütebânın, nasıl deyeyim biraz havassa mahsus bir mekan olarak kalmıştır. Üsküdar'ın avam kısmı da bu zevatın getirdikleri havayı teneffüs ederek eğitilmişler. Onun için benim çocukluğumda Üsküdar'ın külhanilerinde bile bir edep vardı. Üsküdar'ın en namlı yeri şu anda oturduğumuz Balaban idi. Tüm esrarkeşlerin, sarhoşların mahalli idi burası. Fakat o Balaban'dan bir hanımefendi geçecek olsa emin olun, bütün o keşler ve bıçkınlar sigaralarını avuçlarının içine alırlar ve hanımefendi ile göz göze gelmemek için duvara yan dönerlerdi. Tabi hiç kavga çıkmaz mıydı? Elbette çıkardı ama o başka. Genel olarak bir edep vardı. Eğer bana çocukluğunuzda Üsküdar'ın en belirgin vasfı nedir? diye sorulsa iki şey söylerim. Bir muhabbet iki edep. Herkes bir birine karşı muhabbetliydi. Tabi nefisler insanları bir takım yollara sevk ederlerdi. Ama buna rağmen herkes birbirine muhabbetliydi, edepliydi. Edepsizlik eden birisinin Üsküdar'da barınma şansı yoktu. Çok müstesna bir topluluktu. Kim olursa olsun yani en alt tabakadan en üst tabakaya kadar birbirleriyle karşılaştıkları zaman "Efendim afiyettesiniz inşaallah" diye başlarlardı konuşmaya. 1985 senesinde bir devlet bakanı beni davet etmişti. Davetine icabet ettim. Odasına girdim adam yer göstermeyecek kadar nezaketten mahrum. Kendilerine "efendim afiyettesinizdir inşaallah sayın bakanım"dedim. Şöyle bir baktıktan sonra " ne demek o?" dedi. Yani o zarafet ve incelik maalesef şimdi pek kalmadı. 600-700 bin nüfusuyla ve Anadolu'nun pek çok yöresinden gelen göçlerle şimdilerde yeni bir Üsküdar halitası oluşuyor. Elhasıl eski hava yok.

Şirketi Hayriyye gemilerinde hemen herkesin bir yeri vardı. Çocuklar gemide herhangi bir kimsenin yerine oturacak olsa büyükleri "Aman ha orası Vehbi amcanın yeri, Vehbi bey gelecek oraya oturacak oraya oturma" diye uyarırlardı. Ayakta kalınır ama kimse kimsenin yerine oturmazdı. Vehbi bey veya her kimse beklenir şayet o saatteki vapura yetişemezlerse yerlerine otururlardı. Böylesine bir muhabbet vardı.

Bugün tam tersi bir durum hâkim. Başımdan geçen iki hadiseyi anlatayım. Temmuz ayı idi zannedersem, damga pulu satın almak lâzım geldi. Üsküdar'da damga pulu satan bir tek yer var. Oraya gittim ve beş milyonluk kadar epeyce bir pul satın aldım. Tabi bir hayli çok olunca "güzel evladım bana küçük bir kağıt parçası verir misin şunları sarayım?" dedim. Dükkan sahibi "benim size kağıt vermek gibi bir mecburiyetim yok" deyip arkasını döndü. Şaşırıp kaldım. Ama başıma daha beteri gelecekmiş. Üç gün sonra hanım çarşıdan salatalık almamı söyledi. Gittim her zaman alış veriş yaptığımız yere "evladım üç kilo verir misin?" dedim. Adam ne kadar acur varsa hepsini doldurunca "güzel evladım ayırmamışın ondan da koyacaksın tabi ama sen bütün acurları bana verdin, evde hanıma mahcup olacağız" deyince "seninle mi uğraşacağız bey baba çok istiyorsan git öbür taraftan al" diyerek torbayı ters çevirdi. Aradaki farklar bunlar, o zarafet, o muhabbet o edep gitti. Tuhaf bir halita ortaya çıktı. Yani "aman üzerime çirkef atılmasın, muhatap olmayım" diye milletin birbirine korka korka yaklaştığı bir ortam ortaya çıktı.

Ramazanlarda ise Üsküdar'da hayat bambaşka olurdu. Hâli vakti yerinde olan konak sahipleri her gün iftar verirlerdi. Bizim de gelenimiz gidenimiz çoktu, iftarlar verirdik ama öyle her gün iftar verecek güçte değildik. Rahmetli babam çok borçlu idi. Ama misafire ikram etmekten son derece hoşlanırdı.

Teravihleri ya babamın imametinde konakta kılar ya da Gülnuş Valide Sultan camiine veya Aziz Mahmud Hüdayi'ye giderdik. İkinci Dünya Harbi'ne denk gelen Ramazanlar ise çok sıkıntılı geçmişti. O zamanlar akşam ezanı okunmadan bütün pencereler karartılır, siyah perdeler gerilir ve 15 mumluk lambalar yakılırdı. O lambanın da etrafı simsiyah olup alt tarafında ufak bir delikten sızan ışıkla idare edilirdi. Onun için biz okuldan gelir gelmez derslerimizi akşam olmadan yapmaya çalışırdık. Tabi dışarıda da karartma sözkonusu olduğundan teravihlere gitmek pek mümkün olmazdı. Camilerin saman ambarı olarak kullanıldığı bir dönem olduğu için zaten pek az açık camii vardı. Camilerde de iki ya da üç tane kandil yanardı.

Altınoluk: İsterseniz biraz da bugüne gelelim. Efendim Türkiye bir süredir özel bir dönemin içinden geçiyor. Siz bir yazınızda Kemalizmden bahsetmiştiniz. O yazınızda Kemalizm'in bir din olarak kabul edildiğini belirtmiştiniz. Bugün Kemalizmin çok yoğun bir şekilde konuşulduğu bir dönemden geçiyoruz. Nasıl görüyorsunuz bu dönemi?

ÖZEMRE: Efendim eğer insanlar üzerinde din duygusunu ortadan kaldırmaya müteveccih bir takım zorlamalar ihdas ederseniz bu boşluğu muhakkak başka bir din doldurur. Bu din Yahova dini olur, bu din komünizm olur, bu din Kemalizm olabilir. Kemalizm ile Atatürkçülüğü birbirinden ayırmak lâzım. Atatürkçülük Anayasa'da ifadesini bulmuş bir deyimdir. Kanunen ifadesini bulmuş bir şeyi de kanaatimce tartışmak doğru değildir. Ama Kemalizm'i tartışırım. Çünkü Kemalizm anayasada ifadesini bulmamıştır. Kemalizm, Atatürk'ün dahi tasvip etmeyeceği, insanları bölen bir ideolojidir. Onun için bunu tartışırım. Bugün Kemalizm'in tezahürlerini tıpkı bir dini tezahür gibi görüyorum. Kendine mahsus bir ideolojisi var. İman sistemi var, bu iman sistemini koruyan ruhban sınıfı var. Ve bu iman sistemini tahkim eden ritüelleri var. Bu ritüellere uymayanları tecziye eden bir ceza sistemi var. Yani Kemalizm bütün din sosyologlarının bir içtimaî hadisenin din olarak kabul edilmesi için gerekli bütün kıstaslarına uyan enteresan ve incelenmesi gereken bir hadisedir. Burada çok aşırılığa kaçıldığını ve bu aşırılığın da milletin vahdetini maalesef bölmekte olduğunu, huzurunu kaçırmakta olduğunu görüyoruz.

Kemalizmi savunanlar hep Atatürk adına savunmaktalar. Atatürk adına savunmakla kendilerini kurtarıyorlar ama memlekete bu kadar hizmet etmiş bir şahsiyete karşı antipati doğuruyorlar. Büyük insanlar hatalarıyla sevaplarıyla büyüktür. Hatalarıyla sevaplarıyla sevilir. Bu da vahdete müteveccih bir davranıştır. Ama siz bir kimseyi karşınıza alır da devamlı surette kendi öfkenizin mihrakı haline getirecek olursanız bu hem içtimai davranış açısından sakıncalıdır hem milletin vahdeti ve huzuru açısından sakıncalıdır. Ama işte Kemalizm taraftarları sebep oldukları bu nakıs işleri göremeyecek kadar yobaz ve bağnaz kimseler olarak gözüküyorlar. Onun için ben Kemalizm'i sevmiyorum. Atatürkçülüğe bir şey dediğim yok çünkü anayasada ifadesini bulmuştur.

Altınoluk: Efendim din konusunun Türkiye'de özellikle yönetim kademelerinde doğru, sağlıklı algılandığını ve değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?

ÖZEMRE: Hayır kesinlikle doğru değerlendirildiğini düşünmüyorum. Bakınız Osmanlı'da da, onun pek çok hasletini tevarüs etmiş olduğunu müşahede ettiğimiz Cumhuriyette de iki korku vardır. Birincisi kaliteli din adamı korkusu. İkincisi kaliteli alim korkusu. Osmanlı da bundan çekinmiştir, Cumhuriyet te bundan çekinmektedir. Çünkü bir devlet ancak kendi iradesini hükümdar kılmaya uğraşır. Dinin ve ilmin hükümranlığı devletin hükümranlığının tamamen dışında gelişen bir hükümranlıktır. Devlet ne ilme ne de dine hükmedebilir. Devlet ne kadar zorba olursa olsun, meselâ Hz. İsa'nın peygamberliğini ilga edemez. Devlet ne kadar kudretli olursa olsun hiçbir zaman Newton'un çekim kanununu "Keenlemyekün" addedemez. Binaenaleyh devletin gücünün yetmediği iki alandır din ve ilim. Ki aklı başında devlet adamları, temkin ve teenni sahibi din ve ilim adamlarından daima çekinirler. Bu her yerde böyledir. Şimdi bunun önüne geçmenin tek yolu laiklik ilkesidir. Fakat laiklik ilkesi ise Türkiye'de çok yanlış tanımlanmakta. Diyanet işlerinin devletin bünyesinde yer alması nedeniyle zannedersiniz ki bizdeki laiklik ilkesi Fransa'daki laiklik ilkesinden çok daha mûnis bir laiklik ilkesidir. Çünkü devlet ister istemez Diyanetle iç içe oluyor. Maaş veriyor, sahipleniyor vs. Bu bir nevi dinin kontrol altına alınmasından başka bir şey değil. Atatürk'ün de yaptığı bundan başka bir şey değil. Atatürk de tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi meşihat kapısı, şeriat, şeyhül islâmlık nasıl padişahın kontrolündeyse Atatürk de aynı şeyi yaptı ve kanaatimce çok da isabetli bir iş yapmıştır. Aksi takdirde ne tarafa gideceği pek belli olmazdı.

Ama diğer taraftan vicdan hürriyetine bakacak olursanız ülkede vicdan hürriyetinin sadece anayasada mezkur olduğunu ama fiiliyatta olmadığını görüyorsunuz. Buna mukabil insanı çok tatmin edici bir kıvamda olmasa da Fransa'da vicdan hürriyeti vardır.

Altınoluk: Yani bir bakıma din kontrolümüz altında bulunsun derken dini boğmak gibi bir hadise gerçekleşmiş oluyor.

ÖZEMRE: Efendim tabi Diyaneti devletin bünyesine aldığınız zaman usturanın üzerinde yürümek gibi bir hadise zuhur ediyor. Tabi çok zor. Bir taraftan dini boğmayacaksın diğer taraftan da dini hayatın çığırından çıkmasına müsaade etmeyeceksin. Çünkü bence din başka, dini tezahürler başka şeydir. Din ile diyaneti ayırmak lâzım. Din, Kur'an'dır, sünnettir. Ama görüyoruz ki zamanla, tevatürle, dedikoduyla ya da bazı kuvvetli kimselerin bastırmasıyla Kur'an ve sünnetin yanında bir takım inançlar bitiveriyor. Ve sanki bunlar dinin birer paçasıymış gibi algılanmaya başlanıyor. İşte ben buna diyanet diyorum. Binaenaleyh din ile diyaneti birbirinden ayırmak lâzım. Diyanet derken Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kastetmiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bulunmasının İslâm dininin belirli bir şekilde kanalize edilmesi ve muhafazası için faydalı bir unsur olduğuna inanıyorum. Ama yüzde yüz laik olan bir devlette böyle bir kurumun devlet içinde yer almasını aklım almıyor. Bu bir çelişki. Ya laikliği doğru dürüst uygulayacaksınız ya da bu kurumu devletin içine almayacaksınız. Cumhuriyet'in çok çelişkisi var. Bu çelişkilerden bir tanesi de laiklik ilkesine rağmen Diyanetin devletin içinde yer almasıdır. O bakımdan Cumhurbaşkanından yüksek bürokratlara kadar bütün devlet adamlarına büyük iş düşüyor. Bu zevatın gerçekten de milletin nabzını iyi tutarak millette çok büyük sıkıntı ve nifaka yol açabilecek hadiselere engel olmaları lâzım. Son zamanlarda çok aşırılıklar oldu. Bu aşırılıklar maalesef milleti tedirgin etti. Bu doğru değil. Yani devlet varsa milleti için vardır. Milletin devletin kölesi olması için değil.

Altınoluk: Peki ne yapılmak isteniyor?

ÖZEMRE: Efendim orasını doğrusu ben idrak edemiyorum. Yalnız burada ideolojinin çok ağır bastığını hatta dinsel görüşlü bir ideolojinin ağır bastığını görüyorum. Onun için insanların nefislerine dühul edip de esas temayülleri anlamak mümkün değil. Ama gördüğüm kadarıyla bu gidişat Türkiye'nin iç huzuruna aykırı bir gidiştir. Politikacıların bunu yumuşatmayı bilmesi lâzım. Zaten politikada budur. Bir denge unsurudur. Evvel emirde milletin refah ve huzurunu etkileyen unsurların dengesini temin etmektir.

Altınoluk: Efendim siz pek çok insan tarafından ziyaret edilen bir şahsiyetsiniz. Değişik çevrelerden nasıl bir sıkıntı ulaşıyor sizlere?

ÖZEMRE: Biraz evvel anlatmaya çalıştığım sıkıntı beni ziyarete gelen hemen her insanda var. Yalnız iki çeşit insan var. Birincisi bu sıkıntıyı açıkça dile getirip de ne yapılması gerektiğini soranlar. Ben tabi bu hususta ne yetkili ne de kudretli bir insan değilim. Onlara sadece Asr suresinde olduğu gibi sabrı ve hakkı tavsiye etmekten başka benim elimden bir şey gelmiyor. Onlara sıkıntıyı aşmanın tek yolunun sandık olduğunu söylüyoruz. İnsanları isyana sürüklemenin doğru bir yol olmadığı kanaatindeyim. Ama şunu da görüyorum en masum bazı tezahürler dahi böylesine çarpık bir ortamda isyan gibi gözüküyor. Onun için ben bu işin gene politikacılar tarafından çözülebileceğine inanmaktayım. Bugünkü politikacıların bunu yapmaktan imtina ettiklerini söylemek de istemiyorum. Çünkü Ankara'daki zevatın bazı sıkıntıları olduğunu biliyorum. Bu hususta çok hüsnü niyette olan kimselerin mevcudiyetini de biliyorum.

Türkiye'deki mevcut tansiyonun düşürülmesi lâzım. Meclisin bu işi büyük bir icma-ı ümmet ile gergin ortamı yumuşatma cihetine gitmesi gerekir. Üniversitelerde yüksek tansiyon bu şekilde kalmamalı. Üniversiteler ilmi birer müessese olmaktan tamamen çıkmış durumda. Birkaç üniversite belki bunun dışında tutulabilir. Ama yetmiş kadar üniversitemiz var. Bunların pek çoğuna baktığımızda görüyoruz ki bunlar üniversal zihniyetten tamamen uzak bir takım ideolojilerin mihrakı haline gelmiştir. Üniversitenin gayesi sadece ve sadece hakikati bulmanın yollarını öğretmektir. Üniversite bir ideolojinin hâkim olduğu veya işlendiği bir yer değildir. Türkiye'de üniversiteler maalesef liyakatlarını kaybetmeye başlamışlardır. Bilerek isteyerek mertebelerinden düşürülmüşlerdir. Emir komuta zinciri ile idare edilen birer yüksek okul haline getirilmişlerdir. Türkiye üniversiteleri buna lâyık değildir.

Altınoluk: Efendim iklimin ve zamanın da tesiri ile bu sayımızda gönül dünyasına yönelik bir şeyler olsun istedik. Bu münasebetle zikir terbiyesinden yola çıkalım ve zikirle ilgili bir şeyler gündeme getirelim diye düşündük. Sizler bu işin içindesiniz, gönül dünyanızda bu tür aydınlanmalar oldu ve hâlâ da devam ediyor. Zikir terbiyesinin bu modern çağdaki insanlara ne türden bir katkısı olabilir? Okuyucularımıza neler tavsiye edersiniz?

ÖZEMRE: Efendim öncelikle zikirden neyi kast ettiğimizi bir kere tanımlamak lâzım. Eğer zikirden Cenabı Allah'ın isimlerinin zikredilmesiyle mânevi bir huzura kavuşmak kast ediliyorsa bunun çok ciddi bir yol olduğunun altının çizilmesi lâzım. Bu iş rehbersiz olmaz. Çünkü ancak o yoldan sizden evvel geçmiş bir rehberin sayesinde hangi esma-i hüsnanın hangisinden evvel ve hangisinden sonra okunacağını hangi esmanın okunmayacağını bilebilirsiniz. Sonra zikrettiğiniz zaman ne kadar çekeceksiniz. Çünkü her nefsin kaldırabileceği bir zikir adedi vardır. Onun için meşayih-ı kiram çok yumuşak bir şekilde herkesin nefsinin kaldırabileceğini bir zikir adedi verir. Diyelim ki kâmil bir insanın 40 tane ihvanı olsa hepsine de aynı zikri verse her birine vereceği zikir sayısı diğerinden farklıdır. Çünkü bir tanesinin nefsinin kaldırabileceği diğeri kaldıramayabilir. Köşeye sıkıştırılmış ve bir yabayla tahrik edilen bir kedi gibi nereye atlayacağı belli olmaz. Halbuki gaye bu değil. Gaye nefsi terbiye etmek. Yavaş yavaş alıştıra alıştıra onu Müslüman kılmaktır. Bunun için de yol yordam vardır. Filvaki bugün tarikatlara baktığımızda bu yolun muhtelif tarikatlerde çok farklı olduğunu görüyoruz. Bu da çok doğal. Cenab-ı Hakk'a giden namütenahi yol var. Bir tanesini seçip diğerini kötülemek son derece bilgisizce ve cahilce bir iş olur.

Zikir muhakkak kâmil bir mürebbinin telkiniyle olur. Efendim bu akşam oturayım da "Ya Kahhar" zikrini on bin kere çekeyim. Peki kardeşim sen kime karşı çekeceksin bu zikri? Senin nefsinde nasıl bir tesir verecek bu? "Ya Allahı çekeyim" ismi üstünde "İsmi Celal". İsmi Celâl ile seyr'u sülûkü tamamlayan tarikatlar var. Bakın onlara, hepsi celallidir.

Nefsi Mülhime de "Hu" zikri verilir. Ama muhakkak surette sizi çok iyi tanıyan ve nefsinizin kaldırabileceği şekilde size çektirebilecek kamil bir mürşide ihtiyaç vardır. Aksi takdirde ne olur? "Hu" ismi şerifinin iki yönü vardır. Bir rahmanî diğeri şeytanî. Size şeytan yönünden de Rahman yönünden de ilham vaki olur. Bunu yalnız başınıza anlamanız mümkün değil. Adamın biri kendi kafasına buyruk "Hu" zikrini çekiyor, rabıtası kuvvetli değil, yani efendisinin verdiğinden çok daha fazlasını çekiyor. Netice itibarıyla bir gece uyandırıyorlar. "Soyun" diyorlar. Baştan aşağıya soyunuyor ve dışarı çıkıyor. Deniz kenarına gelinince "atla" diyorlar. Atla denilince kendine geliyor bakıyor rezalet. Yani bunlar tehlikeli şeyler, nefisle oyun olmaz. Nefisle ancak müdebbir bir mürşidi kâmilin riyasetiyle savaş yapılır. Nefse karşı savaş cihadı ekberdir. Ama gaye nefsi öldürmek değil. Gaye nefsi Müslüman kılmaktır. Bu hususta ilmin yoksa nefsi nasıl Müslüman kılacaksın? O ilmi sana gösterecek birisi lâzım. Tek başına bilmeden yapılan zikir tehlikelidir.

Altınoluk: Efendim "Allah ile beraberlik şuuru aslında her Müslüman için lâzım olan bir şeydir" noktayı nazarından zikir meselesi değerlendirilirse...

ÖZEMRE: O mânâda ele alınsa da yine zor bir şeydir zikir. Bakın her ehli şeriatten bekleyemezsiniz bunu. Hangi kimse Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunu söylerde bunun idrakine vasıl olabilir? Şeriat her zaman idraki beraberinde getirmiyor. Ama seyr-u sülûke girdiğiniz zaman onun ibtidası idraktir, müntehası da idraktir. Orada sırf idrak sahibi olmanız lâzım. Sırf idrak sahibi olmazsanız zaten taklitçilik oluyor. Tarikatin yobazı, şeriatın yobazından daha beter. Allah muhafaza etsin. Şeriat Cenabı Hakk'ın insanlara çok büyük bir lütfudur. Neden? Çünkü Allah Teâlâ insanoğluna çok az bir yük yüklemiştir. Orada idrak sahibi olmazsanız dahi yaptığınız her ibadeti kabul ediyor. Eğer bu ibadetleri daha fazla yüklemek istiyorsanız ondan sonra tehlikeli. Benim söylemek istediğim bu. O zaman muhakkak surette mürşidi kâmilin riyasetine girmek lâzım. Kamil mürşid seyr-u sülûke dühul edemeyecek, sadece şeriatte kalacak kimseleri de irşad eder. Onları sadece şeriat seviyesinde irşad eder.

Gençlik yıllarımızda Allah rahmet eylesin Ömer Nasuhi Bilmen'in fasiküller halinde ilmihali çıkıyordu. On altı fasikül çıkmıştı. Babam da onları bir cilt yaptırmıştı. Evlendikten sonra bir gün şunu bir karıştırayım dedim. Namaz bahsinde Ömer Nasuhi Bilmen hoca diyor ki; yüz rekat nafile namaz kılmak çok iyidir, ama bir gecede bin rekat namaz kılmak efdaldir diyor. "İlk önce şu yüz rekat namazı bir deneyelim" dedim. Ve ben bir ikindiden sonra yüz rekat namazı denedim Sadece Fatiha ve ihlas okumak suretiyle tam 2,5 saat sürdü. Şöyle bir hesap yaptım bin rekat yorulmadığımı farz etsem 25 saat sürecek. Şunu söylemek istiyorum, ister şeriat ister seyr-u sülûk olsun muhakkak surette mürşidi kamilin yol göstermesine ihtiyaç var. Eğer böyle bir mürşidi kâmil bulamıyorsanız siz siz olun kimseye kaldırıp kaldıramayacağını bilemediğiniz bir yük yüklemeyin. Ezkârla da nafile ibadetlerle de yüklemeyin. Ben kendi kendine aşırı derecede nafile ibadetlere dalan kimselerin eşi ile arası açılan çok insanlara şahit oldum. Halbuki Allah bu dünyada da iyiliğimizi istiyor. Eşimizle aramızın açılmasını istemiyor ki. Lüzum da yok buna.

Altınoluk: Efendim değerli vakitlerinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ederiz...

Tasarım & Geliştirme | kerataif