Buradasınız

TÜRKÇE KUR'ÂN ÇEVİRİLERİNDE "NEFS-RÛH", "RESÛL-NEBÎ", "YAKIYN-MEVT" KELİME ÇİFTLERİNDEKİ KAVRAM...

TÜRKÇE KUR'ÂN ÇEVİRİLERİNDE

"NEFS - RÛH", "RESÛL – NEBÎ", "YAKIYN – MEVT"

KELİME ÇİFTLERİNDEKİ KAVRAM KARGAŞASI

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre


Hocalarının hayrülhalefi, azîz talebem Prof.Dr. Teoman Duralı'ya,

60. yaş günü için, muhabbetlerimle


1. Kur'ân-ı Kerîm Nefs ve Rûh kavramlarının eşanlamlı olmadıklarını ve olamayacaklarını apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Buna rağmen bu fark, çoğu kez, avâm tarafından da okumuş zümre tarafından da idrâk edilemeyebilmektedir. Bu iki kavramın yalnızca Arapça'da değil, diğer dillerde de eşanlamlı olmadığının en güzel kanıtı bu kavramlara verilen isimlerin farklılığıdır:
 
Dil Nefs'in karşılığı Rûh'un karşılığı
1. Kadîm Yunanca'da psuhe (ψυχή)

nous,pneuma

(νοΰς, ςνεϋμά)

2. Lâtince'de anima spiritus
3. Almanca'da die Seele der Geist
4. Arapça'da en-nefs er-rûh
5. Farsça'da nefs ruh
6. Felemenkçe'de de ziel de geest
7. Fransızca'da l'âme l'esprit
8. İngilizce'de the soul the spirit
9. İspanyolca l'alma el espíritu
10. İtalyanca'da l'anima lo spirito
11. Osmanlıca'da nefs rûh
12. Rusça'da duşa (душа) duh (дух)
13. Türkçe'de can tin1

Kadîm Yunanca'da psuhe (nefs) ve logon (bilim) kelimelerinden türetilmiş olan Psikoloji'nin delâlet ettiği etimolojik anlama riâyet edilirse bunun, aslında, "Nefsbilim" diye tercüme edilmesi gerekir. Nitekim bu ilim dalı Cumhûriyet'in ilânına kadar medreselerimizde ve Dârülfünûn'da, arapça kalıba uygun olarak, "İlmü-n Nefs" diye okutulagelmiştir. 1933 yılında yapılmış olan üniversite Reformu'ndan sonra ismi, maalesef kalıcı bir kavram kargaşası ihdâs edecek şekilde, "Rûhbilim"e dönüştürülmüştür. Ve, buradan yola çıkılarak da: "rûh hastalıkları", "rûh hastalıkları hekimi" ve "rûh hastalıkları hastahânesi" gibi terimler türetilmiş ve bunlar, maalesef, umûmun artık kabûl etmiş olduğu standartlar olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu durumda, avâmın diline pelesenk olmuş olan: rûhu bile duymamak, rûhunu şâd etmek, rûhunda güneş açmak, rûh çöküntüsü, rûh hâleti, rûhun derinlikleri,  rûh karmaşası, rûh sağlığı, rûh çağırmak, rûh göçü (reenkarnasyon), rûh ötesi, rûh hastası, rûh hekimi, rûhuna işlemek, rûhunu karartmak, rûhunu okşamak, rûhunu okumak, rûh bahş (rûh bağışlayan), rûh efzâ (rûha canlılık veren), rûh fersâ (rûhu yıpratan), rûh nüvâz (rûhu okşayan), rûh perver (rûhu besleyen) ve benzerleri gibi deyimler, ancak "rûh" yerine "nefs" ikame edildiği zaman gerçeği yansıtabilecek bir anlam kazanan "galat-ı meşhûrlar"dır, yâni meşhûr yanlışlardır.


Terminolojide Cumhuriyet döneminde vuku bulan bu ânî değişiklik, sanki, Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Ve sana Rûh'dan sormaktalar. De ki: Rûh Rabb'imin emrindendir. Ve size de ilimden pek az verilmiştir" (XVII/85) âyetine karşı bir çeşit meydan okuma gibidir. Rûh hakkında insanlara pek az bilgi verilmiş olduğunu telkîn ve te'yid eden bir husus da Kur'ân-ı Kerîm'de "nefs" ya da onun çoğulu olan "enfüs" kelimesinin 268 kere yer almış olmasına karşılık "rûh" kelimesinin "rûhü-l kuds" (4 kere) ve "rûhü-l emîn (1 kere) terkibleriyle birlikte yalnızca 20 kere yer almış olmasıdır.


İşin ilginç yanı: "rûh" kelimesinin gramer açısından çoğulu olan "ervâh" kelimesinin Kurân-ı Kerîm'de hiç bulunmamasıdır. Denilebilir ki Allah indinde yalnızca "Rûh" vardır, "ervâh" yoktur. Ervâh insanların ihdâs etmiş olduğu beşerî bir izâfettir.


Cenâb-ı Hakk VII. A'râf sûresinin 172 âyetinde bile: "Ve iz ehaze rabbüke min benî âdeme min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu belâ şehidnâ..." yâni: Ve Rabb'in âdemoğulları'nın sulbundan soylarını çıkardığı zaman onların nefslerini şâhid tutarak: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' demişti de onlar da 'Evet, şâhidiz' demişlerdi…" buyurmaktadır. Halk arasında bu hâdise "Elest Meclisi" ya da "Rûhlar Meclisi" diye yayılmıştır ki bizzât âyetin lafzı bunu yalanlamakta ve söz konusu mecliste rûhların değil nefslerin bulunduğunu beyân etmektedir.",

 

Dikkat edilmesi gereken önemli iki ipucu Kur'ân-ı Kerîm'de XXXIII. Ahzâb sûresinin: "Biz Emânet’i göklere, Arz'a ve dağlara arzettik. Onlar bunu yüklenmekden kaçındılar. Ve bunu insan yüklendi..." meâlindeki 72. âyeti ile XXXVIII. Sâd sûresinin: "Rabb'in meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu şekillendirip içine Rûh'umdan üfürdüğümde sizler de ona secde edenlerden olun!" şeklindeki 71. ve 72. âyetlerinde bulunmaktadır.


Cenâb-ı Hakk'ın insandan başka herhangi bir mahlûka daha Rûh'undan üfürmüş olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur2. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husûs da şudur ki Cenâb-ı Hakk, beşere Rûh'undan üfürür üfürmez bütün meleklerin beşere secde etmelerini yâni beşere tevdi edilmiş olan bu İlâhî Emânet'e karşı, tıpkı Allah'a gösterilmekte olan üstün saygı gibi, bir saygı göstermelerini emretmektedir.


Bu emânetin Rûhullah (Allah'ın Rûhu) olduğu anlaşılmaktadır. İşte, insanı Eşrefü-l Mahlûkat, yâni yaratılmışların en şereflisi ve Allah'ın Arz'daki Halîfesi kılan3 da bu emânettir. Hiç kuşkusuz böyle bir İlâhî Emânet'i yüklenmiş olmanın idrâkini her ân zinde tutabilmek insana büyük sorumluluklar yüklemektedir.


Her insan potansiyel olarak, yâni bilkuvve: 1) bu şerefe sâhiptir, ve 2) Allah'ın Arz'daki potansiyel (bilkuvve) Halîfesi'dir. Ama bunu potansiyel olmakdan reel olmaya, yâni bilkuvve olmakdan bilfiil olmaya dönüştürmek ise herkesin kârı değildir.


Şu hâlde, bizdeki Rûh aslında Rûhullah olduğuna ve o da hiçbir şeyin tesiri altında kalmayan Cevher-i Aslî olduğuna göre Rûh'un: 1) üzerine hiçbir şey etki edemez, ve 2) günahlarımızdan da sevaplarımızdan da O sorumlu tutulamaz!


Cenâb-ı Hakk insana: 1) beden, 2) nefs, ve 3) Rûh'u lûtfetmiştir. İnsan öldüğünde topraktan olan beden toprağa dönmekte; insanı Eşrefü-l Mahlûkat ve bilkuvve Hakk'ın Arz'daki halîfesi kılan o İlâhî Emânet, yâni Rûhullah da Bakara sûresinin: "De ki: Hiç şüphe yok ki bizler Allah'a aidiz ve bizler O'na rücû edeceğiz" şeklindeki (II/156)4 âyeti gereğince Sâhibi'ne rücû' etmektedir.


Nefs ise Dünyâ hayatında işlediği sevapların ve günâhların bilânçosuna göre hakkında işlem yapılmak için Rûz-i Cezâ'yı beklemek üzere, rüyâ gördüğümüz zaman da nefsimizin ziyâret etmekte olduğu, Berzah âlemi'ne rücû' etmektedir.

 
Bu son husus Kur'ân'da XXXIX. Zümer sûresinin 42. âyetinde açıklanmaktadır: "Allah alır o nefsleri öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyudukları zaman; sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar da diğerlerini adı konmuş [vakti belirlenmiş] bir ecele kadar salıverir. Hiç kuşkusuz bunda tefekkür edecek topluluk için âyetler vardır".

Bu âyet, Allah'ın vaz ettiği "ibret alınacak kurallar"a [âyetlere] göre, demek ki:

1. Bir insanın nefsini: A) ölümü vuku bulduğu zaman da, 2) uykuda iken de kabzedenin Allah olduğunu, ve

2. Uykuda kabzedilmiş olan nefsin, kendisine neler yaşatılmışsa yaşatılmış olarak, daha sonra mev'ûd eceli vuku buluncaya kadar eski hâlini sürdürmek üzere salıverilmekte olduğunu

açıklamaktadır.

Bu âyetin yalnızca çevirisinin bile, Nefs ve Rûh kavramlarını biribirine karıştırarak, ne kadar hatâlı yapılabildiğine misâl olmak üzere aşağıdaki türkçe çevirilere bir göz atmak yeterlidir:

âyetin arapça okunuşu: Allahü yeteveffel enfüse hiyne mevtihâ velletî lem temut fi menâmihâ fe yümsikülletî kada aleyhe-l mevte ve yürsilü-l uhrâ ilâ ecelin müsemmâ inne fi zâlike le âyâtin li kavmiy  yetefekkerûn.

Diyânet'in çevirisi: Allah, (ölen) insanların rûhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin rûhlarını  tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.

Diyânet Vakfı: Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.

Elmalılı Hamdi Yazır (Orijinal metin): Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmiyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hukmü verdiklerini alıkor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şübhesiz ki bunda düşünecek bir kavm için âyetler var.

Hasan Basri çantay: Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda rûhlarını alır. Bu sûretle hakkında ölümü hükmettiği (rûhu) tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceli gelinceye)  kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.

Ömer Nasûhi Bilmen: Allah, nefisleri öldükleri zaman ve ölmeyenleri de uykularında  öldürüverir. Artık üzerine ölüm ile hükmettiğini tutuverir ve diğerini de tâyin edilmiş vakte kadar salıverir. Şüphe yok ki, bunda elbette alâmetler vardır, düşünücüler olan bir kavim için.

Prof.Dr. Süleyman Ateş: Allah, ölmekte olan canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.

Prof.Dr. Yaşar Nuri öztürk: Allah, canları, ölümleri sırasında alır, ölmeyenleri de uykuları sırasında. Sonra, haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar; ötekileri, belirlenen bir süreye kadar salıverir. Bunda, iyice düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.

Prof.Dr. Suat Yıldırım: Ama (gerçek koruyucu) Allah, insanların rûhlarını ölümleri sırasında, ölmeyenlerin rûhlarını ise uykuları sırasında alır.Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için alacak ibretler vardır.

Ali Bulaç: Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir  tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n rûhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır.

Muhammed Esed: Bütün insanların, (bedenen) öldüklerinde canlarını alan ve henüz ölmemiş olanları da uyku hâlinde (ölü gibi yapan) Allah'tır; (yalnız O'dur bu güce sâhip olan): O, böylece ölümlerine hükmettiklerini (hayattan) koparır, diğerlerini de (kendisinin koyduğu) bir mühlet için salıverir. (Bütün) bunlarda gerçekten düşünenler için mesajlar vardır!

Fizilalil Kuran'dan çeviri (Seyyid Kutub'dan Abdullah Aydın çevirisi): Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında rûhlarını alır. Sonra ölümlerine hükmettiği kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.

Abdülbâkıy Gölpınarlı: Allah, ölüm zamânında, ölenin rûhunu alır, ölmeyecek kişinin de uyuduğu zaman; ölümün mukadder olanın rûhunu, gerçekten de geri vermez, öbürünün rûhunuysa yollar muayyen ve mukadder bir zamanadek; şüphe yok ki bunda, düşünen topluluğa bir delil var.

Yusuf Ali (İngilizce): It is Allah that takes the souls (of men) at death; and those that die not (he takes) during their sleep: those on whom He has passed the decree of death, He keeps back (from returning to life), but the rest He sends (to their bodies) for a term appointed. Verily in this are Signs for those who reflect.

Marmaduke Pickthall (İngilizce): Allah receiveth (men's) souls at the time of their death, and that (soul) which dieth not (yet) in its sleep. He keepeth that (soul) or which He hath ordained death and dismisseth the rest till an appointed term. Lo! herein verily are portents for people who take thought.

Denise Masson (Fransızca): Dieu accueille les âmes au moment de leur mort; il reçoit aussi celles qui dorment, sans être mortes. Il retient celles des hommes dont il a décrété la mort. Il renvoie les autres jusqu'à un terme irrévocablement fixé. Il y a vraiment là des Signes pour un peuple qui réfléchit.

Jacques Berque (Fransızca): Dieu recouvre les âmes au moments de leurs morts, et celles qui ne sont pas mortes, durant leur sommeil; Il retient celles dont il a décidé la mort, et renvoie les autres jusqu'à un terme fixé. En quoi résident des signes pour un peuple capable de réfléchir.

Kasimirski (Fransızca): C'est Dieu qui reçoit les âmes lorsque le moment de la mort est venu. Il saisit par le sommeil, image de la mort, ceux qui ne sont pas encore destinés à mourir. Il s'empare sans retour de l'âme dont il a décidé la mort, renvoie les autres et leur permet d'y rester jusqu'au temps marqué. Certes, il y a dans ceci des signes pour ceux qui réfléchissent.

Prof.Dr. Muhammed Hamîdullah (Fransızca): Allah reçoit les âmes au moment de leur mort ainsi que celles qui ne meurent pas au cours de leur sommeil. Il retient celles à qui Il a décrété la mort, tandis qu'Il renvoie les autres jusqu'à un terme fixé. Il y a certainement là des preuves pour des gens qui réfléchissent.

Bir Heyet (Almanca): Allah nimmt die Seelen (der Menschen) hin zur Zeit ihres Absterbens und (auch) derer, die nicht gestorben sind, während ihres Schlafs. Dann hält Er die zurück, über die Er den Tod verhängt hat, und schickt die andere (wieder) bis zu einer bestimmten Frist. Hierin sind sicherlich Zeichen für Leute, die nachdenken.

Bir Heyet (İtalyanca): Allah accoglie le anime al momento della morte e durante il sonno. Trattiene poi quella di cui ha deciso la morte e rinvia l'altra fino ad un termine stabilito . In verità  in ciò  vi sono segni per coloro che riflettono.

Görüldüğü gibi Diyânet'in, Hasan Basri çantay'ın, Suat Yıldırım'ın, Ali Bulaç'ın, Abdülbâkıy Gölpınarlı'nın Kur'ân çevirileri ile Seyyid Kutup'dan yapılanda: 1) Vahyin lâfzına i'tibâr edilmemiş, ve 2) Nefs ile Rûh eşanlamlı tutulmuştur. "Vahyin lâfzına i'tibâr etmemek" ve "bu lâfzı anlamı değişecek şekilde eğip bükmek" ne yazık ki Kur'ân'ı Türkçe'ye çevirmeye soyunanların çoğunda müşâhede edilmekte olan, kendi vehimlerine bağlı bir eğilimdir. Yabancıların Kur'ân çevirileri, en azından çeviri nâmûsuna daha titizlikle uymaları açısından, zaman zaman, türkçe çevirilerden daha güvenilir gözükmektedir.

Batılılar, genellikle, Kur'ân'ın çevirisine sâdece "çevrilmesi gereken bir metin" ilkesiyle ve peşin hükümsüz yaklaşmaktadırlar. Bunun için de "kelimesi kelimesine" ve kelimelerin sözlük anlamına sâdık kalarak bir tercüme yapmayı hedeflemekte; metinlerinde "kelimesi kelimesine" ve kelimelerin sözlük anlamına sâdık kalarak yapılmış olan bu tercümeden ötürü fehm ve temyiz edemeyecekleri muğlâklıklar varsa onların meâlini de, ya da meâli zannettikleri açıklamalarını da, dipnotlarında takdîm etmektedirler.

Bizde ise, genellikle, "kelimesi kelimesine" ve kelimelerin sözlük anlamına sâdık kalarak bir çeviri yapmak yerine kelimelerin de âyetlerin de anlamlarını tâdil ve hattâ bâzen iyiden iyiye deforme eden bir çeviri yapmak âdeti hüküm sürmektedir. Üstelik bu çeviri ve meâllerin bir bölümü: 1) Türkçe açısından da, 2) dilbilgisi açısından da, 3) cümle yapısı açısından da, 4) uslûb açısından da sakattır5. Bu sakatlık dolayısıyla anlam da bâzen iyice muğlâk kalmaktadır. Ayrıca bu mütercimlerin gayretlerinde bir takım kısıtlayıcı peşin hükümler ve hattâ sübjektif fikir yürütmeler de egemen olmaktadır. Bundan başka, bizim Kur'ân mütercimlerinin, ne kadar iyi Arapça bilirlerse bilsinler, genellikle kendilerine güveni olmayan kimseler gibi çoğunun, her bir âyeti kendilerinden önce tercüme etmiş olanların bu işi nasıl yapmış olduğunu merak edip de onların tercümelerine de göz atmış ve bundan ötürü de seleflerinin etkisinde kalmış, (etkisinde kalmak ne demek) seleflerinin hatâlarını da tekrar etmiş oldukları açıkça müşâhede olunmaktadır.

2. Türkçe Kur'ân çevirilerinde Resûl ve Nebî kavramlarının da nasıl biribirlerine karıştırıldığına bir misâl olarak da (XIX/54) âyetini göz önüne alalım. Kelimesi kelimesine çevrildiğinde: "Kitap'da İsmâil'i de an! Gerçekten de o, vaadine sâdıktı; ve resûldü, nebîydi"6 cümlesine, birkaç misâl verelim:

âyetin arapça okunuşu: "Vezkür fi-l kitâbi ismâiyle; innehû kâne sâdıkal va'di ve kâne rasûlen nebiyyâ"

Diyânet çevirisi: "Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi. Bir resûl, bir nebî idi"

Elmalılı (Orijinal): "Kitabda İsmail'i de an, çünkü o cidden va'dinde sâdık idi, ve bir Resûl, bir Peygamber idi"

Fizilalil Kuran'dan çeviri: "Bu Kitapta İsmail hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O sözünün eri idi ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi"

Abdülbâkıy Gölpınarlı: "Kitap'da İsmâil'i de an! Şüphe yok ki o, vaadinde gerçekti; ve insanlara gönderilmiş bir peygamberdi"7

Prof.Dr. Süleyman Ateş: "Kitâb'da İsmâil'i de an! çünkü o, sözünde duran, elçi bir peygamberdi"8

İbn Kesir'den çeviri: "Kitap'da İsmâil'i de an! O, vaadine sâdık idi ve katımızdan gönderilmiş bir peygamber idi"9

Hasan Basri çantay: "Kitap'da İsmâil'i de yâd et! çünkü o, vaadinde sâdıktı, resûl bir peygamberdi"10

Ebu-l Al'â Mevdûdî'den çeviri:  "Kitap'da İsmâil'i de zikret! çünkü o, vaadinde doğruydu ve gönderilmiş (Resûl) bir peygamberdi"11

Edip Yüksel: "Kitapta İsmail'i an! O sözünde duran biriydi. Aynı zamanda peygamber olan elçiydi"12.

Prof.Dr. Hüseyin Atay: "Kitap'ta İsmail'i de an! çünkü o, sözünde doğru bir kimseydi ve gönderilmiş bir peygamberdi13.

Resûl ve Nebî kelimelerinin, yukarıdaki (XIX/54) âyetinde olduğu gibi aynı bir âyet içinde birlikte tezekkür edilmelerine karşılık herbirinin münferiden zikredildikleri âyetler de vardır. Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeler arasında böylesine bir ayırım gözetmesinin elbette derin bir hikmeti ve derin bir anlamı vardır. Buna en iyi misâl (II/253) ile (XVII/55) âyetleridir:

(II/253) âyetinin arapça okunuşu: "Tilke-r rusülü faddalnâ ba'dahüm alâ ba'dın, minhüm men kellemallahe ve rafea ba'dahüm deracâtin, ve âteynâ  iysebne meryemel beyyinâti ve eyyednâhü bi rûhil kudsi, ve lev şâallahü makatetelellezîne mim ba'dihim mim ba'di mâ câethümül beyyinâtü ve lâkinihtelefu fe minhüm men âmene ve minhüm men kefere, ve lev şâallahü maktetelu ve lekinnâllahe yef'alü mâ yürîd."

Türkçesi: "İşte Resûller! Biz onların bâzısını bâzısına [fazl açısından] üstün kılmışızdır. Allah, onlardan bâzısıyla konuşmuştur. Bâzılarını da derecelerle yüceltmiştir. Biz, Meryem oğlu İsa'ya açık âyetler verdik ve onu Ruhulkuds ile güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi, onların ardından gelenler, açık-seçik mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak ihtilâfa düştüler de içlerinden bazısı îman etti, bazısı küfre saptı. Eğer Allah dileseydi biribirlerini öldürmezlerdi. Ne var ki, Allah dilediğini yapar.

(XVII/55) âyetinin arapça okunuşu: "Ve rabbüke a'lemü bi men fi-s semâvâti ve-l ard; ve lekad faddalnâ ba'den nebiyyîne alâ ba'din; ve âteyna dâvûde zebûra."

Türkçesi: "Ve Rabbin göklerde ve yerde olanları hakkıyla bilendir. Andolsun ki, Nebîlerin bâzısını bâzısına [fazl açısından] üstün kıldık; ve Dâvud'a da Zebûr'u verdik."

Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Hazret-i İsmâil ile ilgili bu (XIX/54) âyetinde onun: 1) hem resûl, ve 2) hem de nebî olduğunu tefhim etmesinin, anlayabilelim ya da anlayamayalım, elbette ilâhî bir hikmeti vardır. Bir kere lûgat anlamıyla resûl ve nebî kelimelerinin eşanlamlı (müterâdif, sinonim) olmadıklarına dikkat etmek gerekir. Üstelik Cenâb-ı Hakk elbetteki vahyinde hangi kelimeleri kullanacağını bizim mütercim ve müfessirlerimizden daha iyi bilir.

RSL kökünden "resûl": gönderilmiş olan, NBE kökünden "nebî": haber getiren demektir. Türkçe'de kullanmakta olduğumuz "peygamber" kelimesi Farsça'da "peygam": haber ile "ber": getiren, götüren kelimelerinin terkîbi olup Arapça'daki "nebî" kelimesinin tam karşılığıdır. Bundan ötürü "resûl"ün karşılığı değildir. Eğer kimilerinin "resûl" kelimesine de "peygamber" anlamı vermeleri hoş görülecek olursa (XIX/54) âyetini, garip bir biçimde: "… Gerçekten de o, vaadine sâdıktı; ve peygamber oldu,  peygamber oldu" şeklinde çevirmek gerekirdi.

Bu husûslar göz önünde tutulduğunda, Abdülbâkıy Gölpınarlı'nın bu iki farklı kelimeden "resûl" kelimesini ortadan kaldırarak yapmış olduğu çevirinin hiç de isâbetli sayılamayacağı anlaşılmaktadır.

Diğerlerinin tercümelerine bakıldığında da, hepsinin de çeviriyi kelimesi kelimesine değil kendi yorumlarını katarak "meâl"e dönüştürmüş oldukları gözlenmektedir. Her meâl, tercümenin gerçek medlûlünden uzaklaştığı sürece, vehimle mâlûldür. Hele İbni Kesir'den yapılan çeviride âyetin ifâdesi de medlûlü de, sanki peygamber başka yerden de gönderilirmiş gibi, "Peygamberin Allah'ın katından gönderilmiş olduğu" ilâve edilmekle iyice bozulmuş  bulunmaktadır.

Mi'râc neş'esini yaşamış da Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna kabûl edildikten sonra kendilerine Cenâb-ı Hakk tarafından Yakıyn (yâni Gayb hakkında şeksiz, şüphesiz, içine hayâl ve vehim karışmamış, kesin ve mutlak Bilgi) lûtfedilmiş olan sûfîler tekrar bu Dünyâ'nın idrâkine irsâl edildiklerini bildirmekte yâni "resûl" olduklarını îmâ etmektedirler. Buna göre, "resûl" kelimesi Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkıp Mi'râc'ı yaşayarak "velî" rütbesini kazanıp da bu Dünyâ'ya yeniden gönderilen herkese uygulanacak bir terim olarak karşımıza çıkmakta, ve "velî" ile eşanlamlı olmaktadır.

Bu durum muvâcehesinde (XIX/54) âyetinde Hazret-i İsmâil'in ahvâlini vasf eden: "… ve resûl oldu, nebî oldu" cümlesi Hazret-i İsmâil'e önce Velâyet ve daha sonra da Nübüvvet verilmiş olduğuna işâret etmektedir. Bilindiği gibi Hazret-i Muhammed'e ise önce Nübüvvet verilmiştir. Velâyet sâhibi olması ise daha sonra Mi'râc'ını yaptığında vuku bulmuştur. Buna göre her nebî eninde sonunda zarûrî olarak resûl olmaktadır ama her resûlün nebî olmadığı âşikârdır. Her işin doğrusunu, hakîkatını ancak Cenâb-ı Hakk bilir!

Kur'ân'da (XIX/54) âyetine benzeyen bir ifâde de gene aynı sûrenin 51. âyetinde Hazret-i Mûsâ için de geçmekte ve yukarıda sözü edilen mütercimler tercümelerinde gene (XIX/54) âyeti için kullanmış oldukları ifâdelere benzeyen farklı ifâdeler kullanmaktadırlar.

3. Ne garibdir ki Kur'an-ı Kerîm'i tercüme edenlerin çoğunluğu "Yakıyn" kelimesini "mevt" yâni "ölüm" şeklinde anlamaktadırlar. Türkçe Kur'ân çevirilerinin çoğunda (XV/99) ve (LXXIV/47) âyetlerinde "Yakıyn" kelimesinin hep "mevt" ya da "ölüm" kelimeleriyle çevrilmiş olduğunu görüyoruz. Hâlbuki Kur'ân-ı Kerîm'in metninde "Yakıyn" kelimesi 12 ve "mevt" kelimesi de 89 kere yer almaktadır. Çevirenlerin bu iki kelimenin de Allah'ın Hikmeti ve İlmi tahtında Kur'ân'da yerli yerinde kullanılmış olduklarına inanmayıp da Allah'ın mezkûr (XV/99) ve (LXXIV/47) âyetlerindeki ifâdesinin yetersiz kalmış ve aslında bu âyetlerde Allah'ın "mevt" kelimesini kullanması gerekirken  nasılsa, âdetâ hâşâ zuhul eseri olarak(!), "Yakıyn" kelimesini  kullanmış olduğunu keşfederek bu hatâyı hiç değilse çevirilerinde düzeltmek(!?) istemelerinde de azîm bir vehim rol oynamakta; ve hattâ kendilerini Cenâb-ı Hakk'dan daha bilgili, daha hikmet sâhibi ve daha âdil gibi görmüş ya da göstermiş olmalarından ötürü, ayrıca, bir şirk-i hafî kokusu sezilmektedir.

Diyânet çevirisi: "Sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine ibâdet et!"

Diyânet Vakfı: "Ve sana Yakıyn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine ibâdet et!"

Elmalılı Hamdi Yazır [Orijinal metin]: "Ve Rabbına kulluk yap tâ sana o Yakıyn gelene kadar"

Elmalılı Hamdi Yazır [Sâdeleştirilmiş (!) metin 1]: "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!"

Elmalılı Hamdi Yazır [Sâdeleştirilmiş metin 2]: "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!"14

Ömer Nasûhi Bilmen: "Ve sana ölüm gelinceye değin Rabb'ine ibâdet et!"

Prof.Dr. Süleyman Ateş: "Ve Rabb'ine kulluk et ki sana Yakıyn gelsin (kesin bilgiye eresin)!"

Prof.Dr. Yaşar Nuri öztürk: "Sana şaşmaz ve kesin bilgi gelinceye kadar Rabb'ine ibâdet et!"

Prof.Dr. Suat Yıldırım: "Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabb'ine ibâdet et!"

Ali Bulaç: "Ve Yakıyn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!"

Muhammed Esed: "Ve ölüm sana erişinceye kadar Rabb'ine kulluk et!"

Tefhimü-l Kuran: "Ve Yakıyn sana gelinceye kadar Rabb'ine ibâdet et!"

Fizilalil Kuran: "Ve sana Yakıyn gelinceye kadar Rabb'ine ibâdet et!"

Abdülbâkıy Gölpınarlı: "Ve ölüm gelip çatıncaya dek Rabb'ine ibâdet et!"

Hasan Güler15: "Ve Yakıyn sana gelene (ibâdet eden ve ibâdet edilen ayrımı ortadan kalkana) kadar, Rabb'ine ibâdet et!"

Şimdi, tekrar (XV/99) âyetine dönelim. Bu âyetinin arapçası: "Va'bud Rabbeke hattâ ye'tiyeke-l yakıyn"dir. Burada âyetin mânâsının tam anlaşılabilmesi için Türkçe'de de kullanmakta olduğumuz "hattâ" kelimesi çok önemlidir. "Hattâ", Arapça'da: 1) "…ceye kadar" (Alm. bis, Fr. jusqu'à ce que, İng. until, İt. finché) ; 2) "öyle ki"; 3) "bundan başka", "fazla olarak", "dahî", "bile", "üstelik de" anlamlarını hâizdir. Ama "hattâ" kelimesi Türkçe'de 1. ve 2. şıklardaki değil yalnızca 3. şıkdaki anlamlara sâhiptir. Buna göre bu âyeti:

A) Sana Yakıyn verilinceye kadar Rabb'ine kulluk et!  veyâ

B) Kulluk et Rabb'ine öyle ki sana Yakıyn verilsin! veyâ

C) Sana Yakıyn verilse bile Rabb'ine kulluk et,!

şeklinde anlamak mümkündür.

Oysa (XV/99) âyetinin pekçok çeviride "Sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" diye yer alan bu bozulmuş ifâdesini kelimesi kelimesine Arapça'ya çevirecek olursanız: "Va'bud Rabbeke hattâ câeke-l mevt" diye Kur'ân metninden çok farklı bir metin ortaya çıkmakta, Vahy'in metni de iyiden iyiye bozulmuş olmaktadır. Bana kalırsa bu durum düpedüz bir: çeviri, fehâmet, iz'an, idrâk, temyiz ve edeb yoksunluğunu yansıtmaktadır.

Yâni Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'de hangi kelimeyi, hangi âyette ve hangi mânâda kullanmayı bilmiyor da (XV/99) âyetinin aslını değiştirip bozarak tercüme eden bu mütercimler mi Allah'ın (hâşâ sümme hâşâ) bu zuhûlünü, hatâsını düzeltmeğe kalkışıyorlar? Ve bu konuda kendilerini görevli ve yetkili olarak vehmediyorlar? Bu kabil azîm vehimler idrâki ve temyizi uyutup insanı, görüldüğü gibi, yalnızca Hazret-i Peygamber hakkında değil Cenâb-ı Hakk hakkında da, örtük bir biçimde, suizanna sürükleyebiliyor.

Burada, "Sana Yakıyn verilinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" versiyonu sanki Yakıyn verildikten sonra kulluk etmek yokmuş gibi bir sonucu ilhâm edebildiğinden dolayı İslâm'ın rûhuna uygun görünmemektedir.

"Kulluk et Rabb'ine öyle ki sana Yakıyn verilsin!" versiyonu ise Yakıyn'ın insana verilmesi şartını kulluk etmeğe bağlamaktadır. Bu hiç kuşkusuz gerekli bir şarttır ama yeterli bir şart değildir. Allah'a hâlisâne kulluk etmekte olanların çoğunluğu hâlâ vehim ve hayâlden, şüphe ve kuruntudan kurtulabilmiş değildir ki bunlara kulluklarından ötürü Yakıyn (yâni Gayb hakkında şeksiz, şüphesiz, içine hayâl ve vehim karışmamış, kesin ve mutlak Bilgi) verilmiş olduğuna hükmedebilelim.

Bunlara karşılık "Sana Yakıyn verilse bile Rabb'ine kulluk et!" ya da "Kulluk et Rabb'ine, sana Yakıyn verilse bile!" şeklindeki tercüme Cenâb-ı Hakk'ın, zımnen yâni örtük bir biçimde: "Ey kulum! Sana Hikmet'im ve Kudret'imle Yakıyn lûtfetmiş olsam dahî sen sakın Şerîat'imden ayrılma! Kulluğunu, tıpkı Peygamber'inin de yapmış olduğu gibi, her dâim izhâr etmekle benim bu lûtfumu, başkalarına fitne olmayacak şekilde, setret!" îkazını içermekte olduğundan bu, en isâbetli çeviri gibi görünmaktedir.

Hicr sûresinin bu 99. âyetini "Sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" diye çevirmiş olanların bâzıları bu tercümelerinin sıhhatini: "Bir insanın kulluğu öldüğü vakit sona erer. Bu bağlamda, yakin'in mevt'e yâni ölüm'e delâlet etmesi zarûrîdir. Ve bunun için de Sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et! tercümesi isâbetli ve doğrudur" diyerek savunmaktadırlar.

Aslında bu inanç da azîm bir vehimden başka bir şey değildir. Hazret-i Peygamber'den müslümanlara gelmiş olan havâdislere binâen, ölümden sonra Münkir ve Nekir melekleri bizi sorgulamaya gelip de: "Ey filân oğlu filân! Sen kimin kulusun? Kimin ümmetindensin?" diye suâl ettiklerinde, İnşâallah, "Ben Dünyâ hayâtında günahkâr olmuş olsam bile, Rabb'im olan Cenâb-ı Hakk'ın kulu, ve onun peygamberi olan Hazret-i Muhammed'in ümmetindenim" demeyecek miyiz? Bu ikrâr, âhiret âlemi'nde dahî: 1) kulluğumuzun idrâkinde olacağımızın, ve 2) bu kulluğun sürmekte olacağının delîli değil midir?

Kezâ Rûz-i Cezâ'da Cenâb-ı Hakk bize Vech'ini izhâr edip de "Ben sizin Rabb'inizim" dediğinde O'nu sözünü tasdîk edip "Evet Sen bizim Rabb'imizsin" demeyecek miyiz? Binâenaleyh, bizim kulluğumuz asla ve kat'a ölümle son bulmaz. Bizlere Yakıyn verilmiş olsa bile, yâni Mi'râc'ımızı yapıp da Allah'ın Velîsi olsak bile gene de kulluğumuzdan ebediyyete kadar sorumlu kılınmışızdır; yâni Velâyet mertebesinin kendisine lûtfedilmiş olması bir kimsenin Şerîat'a uymaması için bir sebep ve bahâne teşkil edemez!

4. Kısaca özetlemek gerekirse, Cumhuriyet döneminde yayınlanmış olan Kur'ân çevirileri göz ardı edilmesi mümkün olmayan, Kur'ân'ın içeriğini deforme eden bir takım hatâlarla mâlûldürler. Bunların başında, bu makalede yalnızca üç misâlini takdîm etmiş olduğumuz kavram kargaşası gelmektedir. Bu çevirilerin bir kısmında bâriz türkçesentaks hatâları görülmektedir. Bâzılarında bâzı âyetler (meselâ Elmalılı'nın XXI/5'in çevirisinde yaptığı gibi) sanki Arapça'dan Arapça'ya çevrilmiş gibidir. Diğer bâzılarında ise sözlüklerde bulunmayan, kimi zaman (Elmalılı'da XXV/47'nin çevirisindeki geygi gibi, Besim Atalay'ın çevirisinin tümü gibi) farklı lehçelerde kullanılan kelimeler, kimi zaman (Yaşar Nuri öztürk'ün çevirisinde kullandığı öz benlik gibi16) tanımlanmamış yeni kavramlar yer almış bulunmaktadır.

Bu arada, başta Hamîdullah'ın Fransızca çevirisinden Türkçe'ye çevrileni olmak üzere İngilizce'den ve Almanca çevirilerden Türkçe'ye aktarılmış olanların Kur'ân'ın orijinal mesajını hayli deforme ettikleri üzücü bir olgudur. Son yıllarda "Kur'ân'ı bir yılda Türkçe'ye çevirmiş" olmakla övünen bir yüksek bürokratın cür'eti ise bu işin bâzen ne kadar yüzeysel yapılabilmekte olduğuna da iyi bir misâl teşkil etmektedir17 .

* * *

 

[1] Rûh'un eski Türkçe'deki karşılığı: "Tın", Türk Dil Kurumu Türkçe'sindeki karşılığı ise: "Tin"dir.
[2] Târih boyunca bâzı yazarların hayvanların ve bitkilerin de sanki rûhları varmış gibi "rûh-i hayvânî" ve "rûh-i nebâtî"den söz etmiş olmaları, yalnızca, hayâl ve vehimlerinin telkin ve etmiş olduğu terimlerdir. Ontolojik temeli bulunmayan bu terimler bu zevâtın bir sürü spekülâsyonuna temel teşkil etmiştir. Rûh insanoğluna hastır ve Allah'a aittir. Cinlerin, hayvanların ve bitkilerin yalnızca nefsleri vardır. Rûz-i Cezâ'da da sorumlu tutulacak olan Rûh değil Nefs'dir: "Amaç, Allah'ın her nefsin kazandığının karşılığını vermesidir. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir." (XIV/51).
[3] Bk. (II/30) ve (XXXVIII/26)
[4] Parantez içindeki romen rakkamı sûre sırasını ve normal rakkam ya da rakkamlar da o sûreden alıntı yapılmış olan âyetlerin numaralarını göstermektedir.
[5] Bu sakatlıklara Arapça'da bir otorite sayılan bir zât için yalnızca üç misâlcik vermiş olmak üzere, Kur'ân tefsiri ve çevirisi pek revaç bulmuş olan merhûm Elmalılı Hamdi Yazır'ın Dücâne Cündioğlu tarafından yayına hazırlanmış ve İslâmoğlu Yayıncılık A.Ş. tarafından yayınlanmış fakat üzerinde yayın târihi yazılı olmayan Kur'ân-ı Kerîm ve İzahlı Meâli'nde, sırasıyla, (XVII/80), (XXI/5) ve (XXV/47) âyetlerine merhûm tarafından uygun görülmüş olan türkçe muâdillerini(!?) gösterebiliriz:


1. "Ve de ki: Rabb'im beni sıdk girdirimi girdir ve sıdk çıkarışı çıkar ve benim için ledünnünden bir sultân-ı nasîr kıl!"; [Türkçesi: "Ve de ki: Rabb'im beni hakka-niyete uygun bir girişle girdir ve hakka-niyete uygun bir çıkarışla çıkart; ve bana Senden yardımcı bir güç ver!"]


2. "Dediler: Edgâsu ahlâm, yok onu uydurdu, yok o bir şâir! Yoksa bize evvelkilerin gönderildikleri gibi bir âyet getirsin!"; [Türkçesi: "Hayır, bunlar karmakarışık rüyâlar; hayır, uyduruyor; hayır o bir şâir; haydi bakalım, bir öncekilere verilmiş olduğu gibi o da bize bir mûcize göstersin!" dediler.]


3. " Odur O ki size geceyi bir geygi yaptı, uykuyu bir tâtil de gündüzü bir nüşûr kıldı". [Türkçesi: "Odur sizlere geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de dirilik  kılan"]


Şurası muhakkak ki Arapça bilmek ve hattâ iyi bilmek doğru dürüst bir tercüme yapmak için asla- yeterli değildir: 1) Türkçe'ye ve 2) Türkçe Dilbilgisi'ne de hâkim, ve de 3) anlaşılabilir bir uslûb sâhibi olmak lâzımdır.

[6] Ya da: "… Gerçekten de o, vaadine sâdıktı; ve resûl oldu, nebî oldu"
[7] Abdülbâkıy Gölpınarlı: Kur'ân-ı Kerîm ve Meâli, İnkılâp Kitabevi. ["İnsanlar" da nereden çıktı? Kur'ân metninde böyle bir lâfız yok! Kaldı ki Cenâb-ı Peygamber yalnızca insanlara değil cinlere de Kur'ân'ı tebliğ etmiştir: "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden sizlere âyetlerimi anlatan ve bugününüzün gelip çatacağı konusunda sizleri uyaran resûller gelmedi mi?" (VI/130)]
[8] Süleyman Ateş: Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, Milliyet Gazetesi.
[9] İbn Kesir: Hadislerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri (Tercümesi: Bekir Karlığa, Bedrettin çetiner). [Sanki peygamberler Cenâb-ı Hakk'dan başka bir makam tarafından da gönderilirlermiş gibi, "Katımızdan" da nereden çıktı?]
[10] Hasan Basri çantay: Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Risâle Yay.
[11] Ebu'l Al'â Mevdûdî: Tefhimu'l Kur'an – Kur'an'ın Anlamı ve Tefsiri, (Tercüme: Muhammed Han Kayanî, Yusuf Karaca, Nazife Şişman, İsmail Bosnalı, Ali ünal, Hamdi Aktaş), İnsan Yay.
[12] Edip Yüksel, Mesaj – Kuran çevirisi Ozan Yayıncılık, Gözden geçirilmiş 3. baskı, İstanbul 2003.
[13] Hüseyin Atay, Kur'an – Türkçe çeviri, Yurt Bilimsel Araştırmaları ve Yayıncılık, İstanbul 1998.
[14] Elmalılı'nın metnini sâdeleştirdiklerini vehmedenlerin bu metni nasıl tahrîf etmiş olduklarına bu son iki misâl yeter de artar bile!
[15] Bu çeviri henüz kitap hâlinde yayınlanmamış olup tümü www.ahmedhulusi.org  web sitesinde bulunmaktadır.
[16] Yaşar Nuri öztürk, çevirisinde,  nefs karşılığı olarak: 1) 62 kere öz benlik, 2) 79 kere benlik, ve 3) 35 kere de can kelimelerini kullanmakta ama aynı bir arapça kelimeye karşılık neden üç farklı türkçe kelime kullanmakta olduğunu ve bu farklılıkla neyi vurgulamak istediğini açıklamamaktadır. [Bk. Hasenat  2.1 bilgisayar programı]
[17] 1) Prof.Dr. Yaşar Nuri öztürk'ün, Prof.Dr. Suat Yıldırım'ın, Ali Bulaç'ın, Eski Diyânet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın Türkçe Kur'ân çevirileri hakkında iyi bir tenkid için Bk. Dücâne Cündioğlu, Kur'an çevirilerinin Dünyası, Kaknüs Yayınları, 2. basım, 2005, Üsküdar. 2) Prof.Dr. Hayreddin Karaman, Prof.Dr. Mustafa çağrıcı, Prof.Dr. İbrahim Kâfi Dönmez ve Prof.Dr. Sadrettin Gümüş'ün Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanmış olan Kur'an Yolu –Türkçe Meâl ve Tefsir başlıklı 5 cildlik çalışmalarıyla ilgili olarak, Ankara üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Hadis Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof.Dr. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu tarafından kaleme alınmış olan A4 ebadında 50 küsur sayfalık ayrıntılı bir tenkid yazısı, yer yer sübjektifliğe kaçmasına rağmen, elden ele bir fotokopi hâlinde dolaşmakta olan aydınlatıcı bir tedkîk ve tenkid eseridir. Yayınlanmış olup olmadığını tesbit edemedim.

Tasarım & Geliştirme | kerataif