Buradasınız

ASKER-SİVİL VAHDETİ

ASKER-SİVİL VAHDETİ

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

1962 yılına kadar, Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi, Üsküdar'da da subaylar herkesin oturduğu mahallelerde, o mahallelerin havasına uyarak, komşularıyla üsküdârî bir vahdet içinde, yâni halktan aslā kopmadan, kendilerini izole etmeden yaşamışlardır. Bu subaylardan yirmidokuzunu hatırlıyorum.

Doğancılar Caddesi'nde bizim oturmakta olduğumuz, bababannemin babası Münib Paşa'nın konağının hemen karşısındaki 17 numaralı iki katlı evde Piyâde Yüzbaşısı Fâruk Çınlar1, 19 numarada Hava Gedikli Başçavuşu Zeki İzli2, 21 numarada (kısa bir süre kirâcı olarak oturduğu için ismini hatırlayamadığım) bir Deniz Albayı, 22 numarada Hava Astsubayı Metin Adalı (vef. 1986), 25 numarada Deniz Yüzbaşısı Adnan, Bakıcı Sokağı'nın köşesindeki üç katlı köşkte Galatasarayı Mekteb-i Sultânîsi'nden dostum rahmetli Doğan Kozanoğlu'nun babası Albay Hasan Fikri Kozanoğlu (1903-1985), Eşrefsaat Sokağı'nda3  Sadrâzam Mahmut Şevket Paşa'nın Konağı'nda Yarbay Refet Aksoylu4 (doğ. 1921), Öğdül Sokağı'nda: Câfer Tayyâr [Eğilmez] Paşa (1877-1958) ve dostum rahmetli Dr. Halûk Bürümcekçi'nin gene ismini hatırlayamadığım Tabib Albay olan babası, Uncular Caddesi'nde Tabib Yarbay Şehâbettin Atasagun5 (vef. 1998), Eski Mahkeme Sokağı'nda Yarbay Sâlih Kocaçimen, Bülbül Deresi'nde Yüzbaşı Lûtfi Subar, Sultantepesi'nde Yarbay Muhsin Özelsü (1890-1956), Toygartepesi'nde balıkçı Murat Reis'in oğlu Deniz Binbaşısı Nihat Denizer, Bağlarbaşı'nda Bektâşî-Melâmî Tabib Albay Ziyâ Erdoğdu otururdu.

Doğancılar semtine doğru da Deniz Yarbayı Bülent Ulusu6 (doğ. 1923), Deniz Kurmay Albayı Nejat Enön ve Ayvansaraylı Kâzım Usta'nın7 Deniz Binbaşısı olan oğlu ikāmet ederlerdi. Hatırımda kaldığına göre gene aynı yörede Hezârfen Necmeddin Okyay Hoca'nın (1883-1976) büyük oğlu Deniz Albayı Nebih Okyay (1907-1983) da ikāmet ediyordu. Ayazma'da Tulumbacılar Sokağı'nda Yavuz zırhlısının çarkçıbaşısı Deniz Albayı Tahsin Ertan, gene Ayazma'da Hoca Ali Rızâ Sokağı'nın sonunda ismini hatırlayamadığım [ama hatırımda kaldığı kadarıyla kızı, Türkiye Güzellik Yarışması'nda derece aldıktan sonra amerikalı bir subayla evlenen ve kocasıyla A.B.D.ne yerleşen] bir başka Deniz Albayı, İhsâniye'de Melâmî Yarbay öğr. Yük.Müh. Vehbi Güloğlu (1922-1998) ve Albay Sebahattin Yurdagül ile (soyadını hatırlayamadığım) Amiral Sinâ Bey, Murat Reis Mahallesi'nde Albay Osman Memduh Özkan8 (1878-1972), Kısıklı'da attâr Bekir Düzgünman Hoca'nın (vef. 1947) dâmadı Albay Niyâzi Erbesler (1915-2006), İcâdiye'de de Ord.Prof.Dr. Reşat Kaynar'ın kayınpederi Amiral Vâsıf Temel Paşa (1869-1958) ikāmet ederdi.

Kezâ, II. Cihan Harbi'nin sonunda İstiklâl Harbi'nin başlarında babamın askerliğinin son dönemini yanında telgrafçı olarak yapmış olduğu, Celvetî Tarîkatı mensûbu olan İstanbul eski Merkez Kumandanı Kerâmettin Paşa da Üsküdar'da Açıktürbe civârında otururdu. Kendisiyle Azîz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı'nda namazlarda sık sık karşılaşırdık. Babam kendisine pek hörmet ederdi9. Gene Açıktürbe'de Deniz Albayı Sâdık Bey ikāmet etmekteydi.

Bugün bir Paşa'nın Celvetî Tarîkatı mensûbu olmasını bir garâbet gibi görenlere hatırlatalım ki o zamanlarda Nakşî Tarîkatı mensûbu Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi çakmak bile Genelkurmay'da seccâdesini serer, namazlarını edâ ederdi. çünkü rahmetli Atatürk'ün döneminde herkesin, "taassub izhâr etmeden yâni başkalarının, dinlerini yaşamalarının şekline asabiyetle müdâhale etmeden" dinini yaşamak özgürlüğü vardı. Atatürk'ün de zâten "lâiklik"den anladığı, kanaatimce, buydu.

Bunun içindir ki Atatürk'ün eşi Lâtife Hanım da vâlidesi Zübeyde Hanım da, kıyafetleri hiç kimse tarafından ve özellikle de Türkiye'de lâikliğin bânîsi olan Atatürk tarafından aslā bir nakîse olarak algılanmayan, mestûre ve çankaya'ya yakışan hanımefendilerdi.

Fakat o târihlerde henüz: 1) Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) kararları da, 2) "tam, kesin, açık ve de seçik" yâni "objektif ve bilimsel tanımı" yapılamayan (yapılması da zâten mümkün olmayan) "kamusal alan" saçmalığı da îcad edilmemiş olduğundan, kimse:

1. Eşi ve vâlidesi "başörtülüler" diye, ve bu hanımefendilerin "özde değil sözde lâikler" oldukları ya da "Cumhurbaşkanlığı'nın temsil ettiği kamusal alana yakışmadıkları" iddiasıyla, Atatürk'ü de;
2. Dininin kendisine yüklediği sorumluluğu yerine getiriyor, "namaz kılıyor" diye Mareşal Fevzi çakmak Paşa'yı da,
 
tenkid edememiş ve, itirazı da temyizi de mümkün olmayan ["lâyuhtî" addedilen] kararlarla, her ikisinin Türkiye'ye yapmış oldukları onca hizmetleri hiç olmamış sayarak, ömürboyu "Kamu hizmetlerinden mahrumiyet" yaptırımı ve beş parasız Ordu'dan ihraç etmeyi de düşünememiştir. 

Üsküdar'da ikāmet etmemelerine rağmen "Hamidiye Kahramanı" ve eski başbakanlardan Yarbay Hüseyin Rauf Orbay'ın (1881-1964) ve eski bakanlardan Tümgeneral İbrâhim Refet Bele'nin10 (1881-1963) Üsküdarlı dostlarıyla her hafta buluşarak sohbet etmek üzere Üsküdar'da Taşcıbaşı Kıraathânesi'nin sâdık müdâvimleri olmaları da mâzîdeki Asker-Sivil Vahdeti hakkında bilgi veren ilginç bir ayrıntı değil mi?

Bu subayların hepsinin de komşularıyla çok iyi münâsebetleri vardı. Kendileri de eşleri de beşerî çilelerini, sevinçlerini komşularıyla paylaşmasını bilen tevâzu sâhibi, zarîf, özenilen insanlardı. Onlar da bizlerin alışveriş ettiği fırınlardan, bakkallardan, manavlardan, balıkçılardan, attârlardan, tuhâfiyecilerden, şekercilerden, leblebicilerden alışveriş ederler; onlar da bizlerin gittiği câmilere, pastahânelere, kahvehânelere, berberlere, hamamlara, plâjlara, sinemalara, parklara giderler; onlar da bizler gibi bâzı Pazar günleri aileleriyle ya Şirket-i Hayriye vapuruna binip Küçüksu'da hava almanın ve haşlanmış mısır yemenin keyfini çıkarırlar ya da Yakacık'da, su başında, kâğıt kebabı yemek ve yemekten sonra kaylûleye11 çekilmek için  kır sefâsına çıkarlardı.

Bu subayların, kendilerinin bir üst "kast" mensûbu olduklarını ya da taşıdıklerı üniformanın kendilerini halkın üstünde bir sürü imtiyazlarla donatılmış bir "aristokrat sınıfı" kıldığını îmâ ya da telkin eden bir havaları da "Her şeyi, siz siviller değil, ancak biz askerler biliriz" gibisinden bir iddiaları da aslā yoktu.

O zamanlarda yalnızca Üsküdar'da değil, fakat bütün İstanbul'da aileler 6 ilâ 10 yaşlarındaki çocuklarının asker ve de genellikle bahriyeli kıyâfetiyle resimlerini çektirmeyi pek severlerdi. Bunun için İstanbul'un büyük giyim ve tuhâfiye mağazalarında çocuklar için hazır bahriyeli ya da piyâde kıyâfetleri satılırdı. Ama, nedense, en çok da bahriyeli kıyafetleri gözdeydi. Benim 5,5 yaşımdaki, önünde simle "Yavuz" işlemeli deniz eri bereli bahriyeli kıyâfetim Bahçekapı'daki Atabek mağazasından 6 [ya da belki 8] liraya satın alınmıştı. Bahriyeli kıyafetli fotoğrafım, tıpkı benden 9 yıl önce ağabeyimin bahriyeli kıyâfetli fotoğrafı gibi, Üsküdar'ın mâruf fotoğraf atölyesi Foto Akın'da çekilmiş ve bir kopyası da bu fotoğrafhânenin bahçe giriş kapısının yanındaki küçük vitrininde, bana da bir iftihar payı çıkartıp mutluluk verecek kadar, birkaç ay boyunca yer almıştı.

Bahriyeli ya da piyâde kıyafetleriyle annelerinin ellerinden tutarak sokağa çıkan 5 ilâ 10 yaşlarındaki çocukların sokakta karşılaştıklarında biribirlerine askerce selâm vermelerindeki ciddiyet, ve bu tutumun Ordu'yu "Cenâb-ı Peygamber'in izinden giden Peygamber Ocağı" olarak idrâk eden aileleri nezdinde uyandırdığı iftihâr hissi ise görülmeye de yaşanmaya da sezâ idi.  Üsküdar'da hemen hemen her çocuğu subay olmaya imrendiren12 bu vahdete, insanları biribirlerine yaklaştıran, nifâkı ve şikākı önleyen bu beşerî yakınlığa ve sıcaklığa şimdilerde çok büyük ihtiyacımız olduğunu hiçbir sağduyu ve temyiz sâhibi reddedemez, sanırım. Ne hazindir ki bu bağlamda bir vahdet sanki artık iyice törpülenmiş gözüküyor. Subaylar ve aileleri artık duvarlarla çevrili, kapılarında silâhlı nöbetçilerin tayakkuz hâlinde nöbet tuttuğu, başkalarına kapalı sitelerde "kapalı toplum modeli"ne uygun, halktan uzak, izole bir hayat sürmektedirler.

Geçmişteki bu asker-sivil vahdeti de, sivil halktaki bu ilgi ve bu yüksek idrâk de bugünlere gelinceye kadar acabâ hangi sebeplerle törpülendi? Subaylar ve aileleri halktan niçin izole edildi? Bu sebepleri ve bunun Türkiye üzerindeki mümkün olumsuz etkilerini iyi tahlîl etmek yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, yalnızca Hükûmet'lerin ve yalnızca Genel Kurmay Başkanlığı'nın değil, fakat ideolojik bağnazlıklardan uzak her kritik akıl sâhibi Türk Aydını'nın da görevi olmalıdır! 

 
* * *
 
[1] Daha sonra Azîz Mahmûd Hüdâyî Sokağı'nda Kaptanpaşa Câmii'nin alt kapısına mücâvir bir eve taşınmıştı.
[2] Zeki İzli'nin babası Karakaş İsmail, Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa'nın şoförü imiş.
[3] Eski "Medrese Sokağı"
[4] Yarbay Refet Aksoylu 27 Mayıs 1960 hükûmet darbesiyle Millî Birlik Komitesi üyesi olmuştur.
[5] Millî İstihbârat Teşkilâtı Müsteşarlığı yapmış olan Şenkal Atasagun'un babasıydı; sonradan Tümgeneralliğe kadar terfi etmiştir. Oturduğu beyaz boyalı ahşap ev Uncular Caddesi'nde, muayenehânesi ise Üsküdar Mevlevîhânesi'nin karşısındaki çamlıyurt Eczâhânesi'nin yanında Açık Türbe Sokağı'nın girişinde sağ taraftaydı.
[6] 1977-1980 arasında Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Oramiral Bülent Ulusu, 12 Eylûl 1980 hükûmet darbesinin ardından 21 Eylül 1980 - 13 Aralık 1983 arasında 44. hükûmetin Başbakanı olarak görev yapmıştır.
[7] Ayvansaraylı Kâzım Usta yalnızca keser, testere, matkap, biley taşı ve bir de kalafat topuzundan başka âlet kullanmadan tek başına kayık ve mavnalar imâl eden hârika bir sanatkârdı. Türk Donanması'nın amiral gemisi olan Yavuz zırhlısının en son onarımında "iskampavya"larını, yâni personel taşımakta kullanılan motorlu büyük filikalarını tek başına o imâl etmiştir.
[8] Albay Osman Memduh Özkan İstanbul üniversitesi jeologlarından rahmetli Prof.Dr. Samime Artüz'ün (1925-1982) pederiydi.
[9] Kerâmettin Paşa İstiklâl Harbi esnâsında İstanbul Merkez Kumandanı iken gece yarısından sonra o zamanlar Harbiye Nezâreti olan şimdiki İstanbul üniversitesi'nin, Bayezid Meydanı'na bakan cümle kapısının solundaki, benim İstanbul üniversitesi öğretim üyesi olduğum dönemde üniversite Senatosu'nun toplandığı ufak binânın alt katından Merkez Kumandanlığı telgrafçısı olan babama Ankara'yı arattırarak Mustafa Kemâl Paşa'ya günlük İstanbul istihbâratını göndertirmiş.
[10] Pekçok yerde Refet Bele'nin İstanbul'u 6 Ekim 1923'de işgāl kuvvetlerinden teslim almış olan kumandan olduğu yazılmış ise de bu doğru değildir. Mezkûr târihte İstanbul'a giren kuvvetlerimizin başında üçüncü Kolordu Kumandanı Tümgeneral Şükrü Nailî Gökberk (1876-1936) bulunuyordu. İşgāl kuvvetleriyle teslim zabtını imzâlayan da odur.
[11] Kaylûle: Yemekten sonraki kısa süreli hafif uyku, kestirme.
[12] Rahmetli ağabeyim Mahmûd Mazhar Özemre (1925-2007) bu muhterem zevâta bakarak hep Deniz Subayı olmak isterdi. Fakat o zamanlarda Deniz Harp Okulu İskenderun'da olduğu için annem ağabeyimden ayrılmaya aslā rızâ göstermediydi. Ağabeyim 55 yaşından sonra anneme, hep: "Fî târihinde bana engel olmasaydın şimdi oramiral olmuş olacaktım" diye serzenişte bulunmuştur.
Tasarım & Geliştirme | kerataif