Buradasınız

"KADER VE KAZÂ"YA ÎMÂNI ANLAMAK

"KADER VE KAZÂ"YA
ÎMÂNI ANLAMAK

 

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

 

Mânevî alanda insanın ayağını kaydıran önemli tuzaklardan biri de Akl'ın (Akl-ı Meaş'ın1) "Kader ve Kazâ" sırrını, gene Kader'in iktizâsı olarak, idrâk etmek için çaba sarfetmesi fakat bu konuda vehminin esiri olmasıdır. Oysa insan "Kader ve Kazâ"nın sırrını fehmetmekden âcizdir. Nitekim, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz de sırf bunun için: "Bana Kader'in sırrından sual etmeyin!" buyurmuştur.

Kader Cenâb-ı Hakk'ın mükevvenâtı yaratmadan önce zaman içinde vuku bulacak olan her şeyi Zât'ına has: 1) Hikmeti ve 2) Hükmü ile tesbit etmiş olmasıdır. Kazâ ise Cenâb-ı Hakk'ın: "Ol! (Kün!)" emr-i ilâhîsiyle bu mükevvenâtı ve zamanı halk etmesinden sonra, bu vuku bulacak olanların zaman içinde Kader'de tesbit edilmiş olan sıralarına göre tecellî edip vuku bulmalarıdır.

 
Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'den ilgili âyetler ile bir bölük hadîs "Kader ve Kazâ" faslının, sırrının değil de, yalnızca îmânî temelinin anlaşılması için mealleri ve yorumlarıyla birlikte aşağıya dercedilmiştir:

Âyetler:

  • ... Göklerin ve yeryüzünün ve her ikisi arasındakinin mülkü Allāh'ındır. O dilediğini yaratır ve Allāh her şeye kādirdir. (Mâide/120).
 
Allāh: Mâlikü-l Mülk'tür; yâni bütün mükevvenâtın Hâlikı ve Mâliki'dir. Mülkünde bütün tasarruf yetkisi ancak Zât'ına mahsûstur. Dilediğini, dilediği gibi yâni bütün kader ve kazâsı ile birlikte yaratır. Bunu tâyin etmek konusunda yegâne Yetki, Hikmet, İlim, İrâde, Hüküm, Hilkat (Yaratma) ve Kudret'in sâhibi sâdece ve sâdece O'dur.
 
  • Allāh sana bir zarar verirse o zararı O'ndan başka giderecek yoktur ve eğer sana bir hayır verirse zâten her şeye gücü yeten de O'dur. O, kullarının üzerinde her türlü tasarrufa sâhip­tir. (En'am/17-18)
 
Eğer bir zarara uğradığın zehâbına kapılırsan o zararı Allāh'dan başka giderecek bir zât yoktur. Zararını ortadan kaldırdıklarını zâhiren gözlediklerinin hepsi de bil ki Allāh'ın senin hakkında Ezel'de vermiş olduğu Kader hükmüne uygun hareket etmektedirler, ve çoğu da bunun bilincinde değildir. Görünüşe aldanma! Allāh yüce Hikmeti ile bütün mükevvenâtın Kader'ini Ezel'de tesbit etmiştir. Görünüşün ardında, aslında, her şeyin gerçek sebebi yalnızca ve yalnızca O'nun Hükmü'dür.
 
  • Şurası gerçektir ki Biz her şeyi Kader'e göre yaratırız. (Kamer/49)
 
Kader bütün bu Mükevvenât'ın ilâhî, yâni Allāh'a mahsûs olan, programı ya da senaryosudur. Allāh, her bir nesnenin vücûd âlemindeki zuhûrunun Ezel'de "Ol!" emriyle yaratmış olduğu bu programa, bu sanaryoya uygun olmasını İlâhî Hikmeti'yle murâd ve takdîr etmiştir.
 

Dünyevî bir misâl aracılığıyla konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacak bir mukāyese yaparsak, bir tiyatro oyunu mutlaka bir senaryoya dayanır. Senaryosuz tiyatro denemeleri de yok değildir ama sahneye çıkarken nasıl davranacakları, ne türlü bir oyun sergileyecekleri hakkında aralarında en ufak bir anlaşma olmayan aktörlerin ve figüranların plânsız programsız ve tulûatvârî (doğaçlamasına) sergileyecekleri bir gösterinin seyircide bırakacağı intiba eninde sonunda bir karmaşadan (kaos'tan) ibârettir. Oyuna düzen ve anlam bahşeden ancak senaryodur. Senaryonun 1) amacı, ve 2) ele alınış biçiminin hikmeti ise ancak yazarının peşinen bildiği, seyircilerin ise oyun bittikten sonra tahmin ya da îman edebilecekleri hususlardır.

Senaryo, oyunun: 1) başını, 2) sonunu ve 3) iç dinamiğini belirler. Her bir aktörün, her bir figüranın oyun içindeki: 1) konumunu, 2) davranışını ve 3) konuşmasını yâni, kısacası 4) oyun içindeki kaderini tâyin eder. Buna göre her bir aktör ya da figüran, söz konusu oyun çerçevesinde, iki türlü sorumlulukla yükümlüdür.
 
Bunlardan biri senaryoya sadâkat sorumluluğudur. Buna göre bir oyuncunun: 1) senaryonun dışına çıkma hürriyeti yoktur, aksine 2) senaryoya cebren uymak, senaryoya kayıtsız şartsız teslim olmak zorunluluğu vardır! Bu zorunluluk oyuncunun uyduğu yegâne hakikî sorumluluktur. İkinci sorumluluğu ise senaryonun kendisine yüklediği zâhirî sorumluluktur. Oyuncunun senaryoca belirlenmiş olan bütün hareketleri ve konuşmaları (yâni rolü) gene senaryonun çerçevesi içinde kendisine sorumluluklar yükler. Oyunda, senaryo icâbı, meselâ birisini öldüren ya da evlilik dışı bir çocuğu olan aktör senaryoya göre bunun maddî, mânevî ve adlî sorumluluğunu taşır ve bu sorumluluğu üzerinden atamaz. Zâten senaryolar, genellikle, hep bu türden sorumluluklar üzerine kurulmuş olur.
 
Bütün oyun süresince oyuncudan beklenen ise rolünü senaryonun vaz ettiği kurallara göre: 1) teslimiyetle ve 2) sabırla oynamasıdır.

 

Buna göre, bütün mükevvenâtı oluşturan nesnelerden her biri bu senaryoda kendisine rol verilmiş olan birer aktör ya da figüran mesâbesindedir ve de rolünü en mükemmel tarzda (yâni İlâhî Senaryo'ya harfiyyen riâyet ederek) oynar. Kimse bu senaryonun dışına çıkamaz. Senaryo îcabı kendisine yüklenmiş olan sorumluluklardan da kurtulması imkânsızdır.

İdrâk sâhibi bir aktör arada sırada kendisini sahneden tecerrüd eder de sahneyi seyircinin sahneye bakış açısından seyredecek olursa, senaryo icâbı sergilenen oyunun hikmetini daha iyi kavrayabilir ve bu da ona büyük bir iç huzuru bahşeder. Ama bu,dengede tutulması zor ve ipin ucunun rahatlıkla kaçabildiği bir tavırdır. Eğer bu tavrını bütün piyes boyunca sürdürecek olursa senaryonun kendisine doğal olarak yüklemiş olduğu zâhirî sorumlulukları (yâni Şeriat'ı) unutabilir ve tavrı da hakîm bir kimsenin tavrından zındık bir kimsenin tavrına kayabilir.

 
  • Arzdaki her yürüyen canlının rızkının sorumluluğu yalnızca Allāh'ın üzerindedir. Allāh onun durduğu yeri de (sonunda) gideceği yeri de bilir. Bunların hepsi de apaçık bir Kitap'da kayıtlıdır. (Hûd/6)
 
Canlıların maddî ve mânevî rızıklarının sorumluluğu Zât'ına Rezzâk ismini lâyık görmüş olan Allāh'a aittir. Bunların zaman içindeki bütün durum, konum ve rızıkları Allāh tarafından tesbit edilmiş olan Kader kitabında (Levh-i Mahfûz'da) apaçık yazılıdır. Hiç bir canlı bu kitaptaki programın dışında hiç bir şey yapmağa kādir değildir. Onlar hakkındaki hüküm Ezel'de her şeyi bilen ve Zât'ına Aliym ismini lâyık gören Allāh tarafından verilmiştir. Herkes bu ilâhî senaryoda kendisine takdîr edilmiş olan rolü Mükevvenât sahnesinde en mükemmel şekilde oynar.
 
  • Siz yeryüzünde de gökte de (Allāh’ı) âciz kılanlardan değilsiniz. Sizin Allāh'dan gayrı ne bir dostunuz ve ne de bir yardımcınız vardır. (Anke-bût/22)
 
Sizler ister vehminizin, ister aklınızın dürtüsüyle ya da Şeriat'a uygun olsun diye bilmecbûriye alacağınız tedbirlerle Allāh'ın takdirinin önünü kesemez, Ezel'de sizin hakkınızda vermiş olduğu hükmünün tasarrufunda O'nu âciz kılamazsınız. Aslında, bilebilseydiniz ki, aldığınız bütün tedbirler de O'nun Ezel'deki hükmüne uygundur. Ama nefsiniz bunun apaçık idrâkine engel olmaktadır. Ama bilin ki bu engelleme dahi sizin hakkınızda Ezel'de verilmiş olan Kader hükmünden bir cüzdür; başka bir şey de değildir.
 
  • Gaybın anahtarları O'nun indindedir, onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tâne bile yoktur ki, yaş ve kuru hiç bir şey bulunamaz ki apaçık bir Kitap'da tesbit edilmemiş olsun. (En'am/59)

Gayb âlemini de Şehâdet âlemini de en ince ayrıntısına kadar bilen Allāh'dır. Çünkü her ikisinin de Hakiym ve Aliym olan Hâlıkı O'dur. O bütün bunları Kader kitabında tesbit etmiştir. O'nun hükmünün dışında tecellî eden hiçbir şey yoktur.

  • Ölüleri, hiç kuşkusuz, Biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her işi yazarız. Biz her şeyi bir öncü'de yazmışızdır. (Yâsin/12)

Yeryüzünde insan sûretinde fakat kalpleri ölü olanların kalplerini de, bedenen ölerek toprağa girip Cezâ Günü'nü bekleyenleri de Biz diriltiriz. "ölmeden evvel ölünüz!" sırrına erdirdiklerimizi huzurumuzda Hayy kılarak dirilten de Biz'iz. Bu olacakların hepsi de mükevvenâttan önce takdîr ve tesbit etmiş olduğumuz Kader kitabında kayıtlıdır.

  • Hiç bir şehir yoktur ki Biz o şehri Kıyâmet'ten önce helâk etmeyelim ya da şiddetli bir azâba uğratmıyalım. İşte bu, Kitap'da yazılmış bulunmaktadır. (İsrâ/58)

Biz, "Külli şey'in hâlikun illâ vechehû" âyetinin mânâsı akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullananlar tarafından idrâk edilsin diye, Kader kitabında, Kıyâmet'den önce her bir şehrin kendisi için biçtiğimiz bir vakitte helâk olmasını bir kural olarak vaz etmişizdir.

  • Bilmez misin ki Allāh gerçekten de göklerde ve yeryüzünde ne varsa bilir; şüphe yok ki bu, bir Kitap'da bulunmaktadır; şüphe yok ki bu, Allāh için pek kolaydır. (Hacc/70)
  • Gökte ve yeryüzünde hiçbir gizli şey yoktur ki apaçık bir Kitap'da bulunmamış olsun. (Neml/75)
  • Arzda yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varse ancak hepsi de sizleri andıran topluluklardır. Biz o Kitap'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi de haşredilip Rabb'lerinin huzûruna getirilirler. (En'am/38)

Ezel'den Ebed'e kadar vuku bulacak olan her şey Bizim: Rubûbiyet'imizin, Hikmet'imizin, İlm'imizin, İrâde'mizin, Kudret'imizin, ve Rahmet'imizin eseri olarak eksiksiz olarak hükm ve kayd edilmiş bulunmaktadır. Görünüşe aldanarak cüz'î irâde sâhibi olduklarına îman edenlerin ya da vehimlerinin kendilerini: "İnsan kendi kaderini kendi yaratır" diye avuttuğu insanların Kader'in sırrı hakkındaki nasibsizlikleri de, vukuat karşısındaki ıs-yânları da, bütün insanların haşrı da, Cezâ Günü de hep Bizim tertib etmiş olduğumuz o Kader Kitabı'nın (Levh-i Mahfûz'un) iktizâsıdır.

  • Gerçekten de yeryüzünün onlardan neyi eksilttiğini Biz biliriz. (Bu bilgiler de dâhil olmak üzere) Her şeyi zabta geçirip koruyan Kitap ise Bizim indimizde bulunmak­tadır. (Kaf/4)

Sizin büyüleriniz de, fallarınız da, eşyâ ya da hâdisâtı uğurlu–uğursuz diye sınıflandırmanızdaki vehimleriniz de hiç Bizim indimizdeki bu kitaba te'sir edip de bu Kitab'ın sırlarını sizlere fâş edebilir mi?Ne kadar da bâtıl îtikatlarınız var! Hiç değilse bu bâtıl îtikatların dahi Levh-i Mahfûz'da sizin hakkınızdaki Hükmün gereği olduğunu bir idrâk edebilseniz!

  • Yeryüzüne ya da nefislerinize gelip çatan hiç bir musîbet yoktur ki Biz, onları yarat­madan önce onu, bir Kitap'da tesbit etmemiş olalım. Şüphe yok ki bu, Allāh'a pek kolaydır. (Hadîd/22)

Yeryüzüne ya da nefsinize gelip çatan bir musîbet karşısında haddi hudûdu aşmayın! Şeriat'ın böyle bir durumda gerektirdiğini yapın! Ama görünen sebeplere bakıp da Allāh'ın Fâil-i Mutlak olduğunu unutmayın! Bu musîbetler karşısında Allāh'ın takdîrine teslim olarak: "Allāh, demek ki, böyle takdîr etmiş. Mâlikü-l Mülk O'dur. O dilediğini yapar. Başıma bu gelen de ancak onun Fazl'ındandır" diyerek tevekkül edip Hakk'a teslim olun; gerçek Müslümanlar'dan olun:

  • De ki: "Bize, Allāh'ın bizim için yazmış olduğundan başkası kesinlikle isâbet et­mez. O'dur bizim dostumuz ve inananlar da Allāh'a dayanıp tevekkül etmelidirler." (Tevbe/51)
  • Binlerce oldukları hâlde ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allāh onlara "ölün!" dedi... (Bakara/243)

İnsanların bazı olayların zuhûruna engel olmak üzere aldıkları tedbirler o olayların zuhûruna her zaman engel olmazlar. Eğer Allāh bir kimsenin ölümüne hükmetmiş ise ve o kimse kendi aklınca bulunduğu şehirden çıkıp gitmenin ölüm tehlikesini izâle edeceğine inanır da o şehri terkederse ölüm Kader'deki hükme uygun olarak onu gittiği yerde de bulur. Nitekim bir hadîsde, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: "Allāh bir kulun bir yerde ölmesini takdîr etmişse onun oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır" demektedir (Tirmizî, Kader:11/C.Uşşak:660)

Hadîsler:

  • Bir kul hayrı ve şerri ile Kader'e îman etmedikçe tam îman etmiş olmaz. Gene, başına gele­cek olan bir şeyin mutlaka geleceğine, gelmeyecek olanın kat'î sûrette gelmeyeceğine inan­madıkça tam îman etmiş olmaz. (Tirmizî, Kader:10/C.Uşşak: 662)
  • Kader'e îman tevhîdin nizâmıdır. (Deylemî, Müstedrek/Câmiü's Sağîr: 1681, Yeni Asya).
  • Üç şey îmanın aslındandır: 1) "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimseye sıkıntı vermemek, hiçbir günah sebebiyle onu günahla damgalamamak ve hiçbir amelinden dolayı onu İslâm dışına atmamak. 2) Cihâd. Allāh beni peygamber olarak gönderdiği günden itibâren tâ ümme­timin sonu Deccâl ile savaşıncaya kadar devâm edecektir. Ne bir zâlimin zulmü, ne de bir âdilin adâleti onu ortadan kaldıracaktır. 3) Kader'e îman. (Ebû Dâvûd, Cihâd: 33/Câmiü's Sağîr:1849, Yeni Asya).
  • Allāh bir kulun bir yerde ölmesini takdir etmişse onun oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır. (Tirmizî, Kader:11/C.Uşşak:660)
  • Resûlullah bir gün oturmuş ve elindeki deynekle yeri çiziyordu. Bir ara başını kaldırdı ve: "Sizden hiçbirisi yoktur ki Cennet ve Cehennem'deki yeri bilinmesin" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlar: Yâ Resûlullah, öyle ise niye çalışıyoruz ki? Her şeyi bir kenara bırakıp tevekkül etmeyelim mi?" dediler. Resûlullah dedi ki: "Hayır; çalışınız, kendinizi bırak­mayınız! çünkü herkes ne için yaratılmışsa, o iş kendisine kolay hâle getirilir" buyurdu. Sonra da şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu: Muhtaç olanların hakkını veren, Allāh’dan korkup emir ve yasakla­rına riayet eden ve o en güzel sözü (Kelime-i Tevhîd’i) tasdik eden kimse­ye ge­lince ... Biz onu Cennet’e hazırlarız. Allāh’ın hakkını yoksullara vermeyen, sevâbına karşı ilgisiz görünen ve o en güzel sözü (Kelime-i Tevhîd’i) yalanla­yanı da en güç olana (yâni Cehennem’e) hazırlarız (Leyl Sûresi/5-10). (Buhârî, Kader:4; Müslim, Kader:7; Ibni Mâce, Mukaddime:10/C. Uşşak: 654)
  • ... Eğer başına kötü bir şey gelirse: "Keşke şunu isteseydim, şunu yapsaydım" deme! Ancak: "Allāh böyle takdîr buyurdu ve O dilediğini yapar" de! çünkü "keşke" sözü Şeytân'ın işe karışmasına kapı açar. (Ibni Mâce, Mukaddime: 10/C.Uşşak: 656)
  • Lânet ettiğim altı çeşit kimse vardır ki onlara Allāh ve gelmiş geçmiş bütün pey­gam­berler de lânet etmiştir. Bunlar: 1) Allāh'ın kitabına ilâve yapan, 2) Allāh’ın Kader'ini tasdîk etme­yen, 3) Allāh'ın alçalttıklarını yükseltmek ve yücelttiklerini de alçaltmak için ceberutlukla insanların başına musallat olan, 4) Mekke haremi dâhilinde yasak olan işleri yapan, 5) Ehl-i Beytim'e zulmeden, ve 6) benim Sünneti­mi terkedenlerdir. (Tirmizî, Kader: 17/C. Uşşak: 665).
  • Her şeyin bir hakîkatı vardır. Kul, başına gelen bir şeyin mutlaka geleceğine, gel­meyen şeyin de gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe îmanın hakîkatına erişemez. (Ebû Dâvûd, Sünnet:16/Câmiü's Sağîr: 1346, Yeni Asya).
  • Bir kişi Resûlullah'a gelerek: "Yaptırdığımız muskaların,tedâvîde kullandığımız ilâçların ve yaptığımız perhizlerin Allāh'ın kaderinden gelecek herhangi bir şeyi geri çevireceği görüşünde misiniz?" diye sordu. Resûl-i Ekrem: "Onlar da Allāh'ın Kader'indendir" buyurdu. (Tirmizî, Kader: 2/C.Uşşak: 667).
  • Adak Allāh'ın insanoğlu için takdîr ettiğinden başkasını yaklaştırmaz (yâni hükmet­tiği kaderi değiştirmez). Fakat adak bazan Kadere uygun düşer de bu da cimrinin vermek is­teme­diği malı vermesine sebep olur. (Müslim, Nezir:7/Câmiü's Sağîr:1227,Yeni Asya).
  • Allāh tarafından takdîr edilene râzî olması insanoğlunun mutluluğundan ve Allāh'dan hayır dilemeyi terketmesi de bedbahtlığındandır. Gene, Allāh tarafından kendisine takdîr edilene karşı şikâyetçi olması insanoğlunun bedbahtlığındandır. (Tirmizî, Kader: 15/C.Uşşak:664)
  • Allāh'dan (bir işin) hayırlısını dilemesi insanoğlunun iyi olduğunun işâretidir. Allāh'ın tak­dîr ettiğine rızâ göstermesi insanoğlunun iyi olduğunun işâretidir. Allāh'dan (bir işin) hayırlısını dilememesi insanoğlunun kötü olduğunun işâretidir. Allāh'ın takdîrine hoşnutsuz­luk göstermesi de insanoğlunun kötü olduğunun işâretidir. (Müslim, Müsned:168, Tirmizî, Kader:15, Müslim, Hac:402).
  • Allāh bir kulu hakkında bir şey takdîr etmişse, bu takdîrini hiç bir şey geri çevire­mez. (İbni Kânî'den/Câmiü's Sağîr: 958, Yeni Asya).

Allāh bir kulun Kader'inde kendisi için bir şeye hükmetmişse O'nun bu hükmünü dua da, adak da, Şeriat'a uygun ya da Şeriat-dışı tedbirler de değiştiremez. Bunların Allāh'ın hükmü üzerinde hiç ama hiçbir tesiri yoktur.Bununla beraber kul, Allāh'ın takdîrinin nasıl tecellî edeceğini bilmediği için, ekseriyetle kendi nefsine hoş gelecek bir beklenti içindedir ve dua ve niyâzları da daha çok nefsini tutmin edecek bir tecellînin vuku bulması yönünde olur (Aslında onun bu beklentisi de, ve dua ve niyâzları da gene Allāh'ın kendisi için Kader'ine yazmış olduğu hükümlerinden başka bir şey değildir). Hâlbuki yukarıdaki bir başka hadîsde de belirtilmiş olduğu vechile bir insan: 1) bir işin hayırlısını dilemek ve 2) Allâh'ın kendisi için takdîr etmiş olduğu şeyin vukuunda da bu takdîre rızâ göstermek mecbûriyetindedir. Bu konuda belki de her şartta geçerli olabilecek, efrâdını câmî' ve ağyârına mânî' olan bir dua: "Yâ Rabbi! Bildiğim ya da bilmediğim her türlü şerden Sana sığınır, bildiğim ya da bilmediğim her türlü hayrı Sen'den niyâz ederim" şeklinde olmalıdır.

  • Fazla kaygılanma! Senin için takdîr edilen olur, rızık olarak yazılan gelir. (Beyhakî’nin Şaâbü-l îman’ından/Câmiü’s Sağîr:3873, Yeni Asya).

İnsanın vukuat karşısında ya da beklediği rızık bakımından kaygılanması kendi nefsinin doğal bir tepkisidir. Ancak, insan nefsine hâkim olarak bu konuda aşırıya kaçmamalıdır. İnsanın, Allāh'ın Ezel'de kendisi için vermiş hükümden başka bir şeyin aslā vuku bulamayacağının ve takdîr edilmiş olan rızıktan da başka bir rızka aslā nâil olamayacağının idrâkini zinde tutarak Rabb'ine teslim olması kendisi için daha hayırlıdır.

  • Kuş dahi Kader'le uçar. (Ömer Fevzi Mardin, Hadîs-i Şerifler, s.101).
  • Muhtac olduğunuz şeyleri (yüz suyu dökmeden, zillete düşmeden) izzet-i nefis ile is­teyiniz. Zîrâ umûrun kâffesi Allāh'ın takdîri ile cereyân eder. (a.g.e.,s.102).
  • üç huy vardır ki onlar kimde bulunursa o, Allāh'ın sevgili has kullarından olur. Bu üç huy: 1) Kader'in hükmüne râzî olmak, 2) Allāh'ın haram kıldığı şeylere karşı sabretmek, 3) (sâdece) azîz ve celîl olan Allāh'ın zâtı için öfkelenmek. (Deylemî'nin Müs­nedü-l Firdevs'inden/Câmiü's Sağîr: 1835, Yeni Asya).
  • Şunlar îmanın zayıflığındandır: 1) Allāh'ı kızdırmak bahâsına insanları râzî etmen, 2) Allāh'ın verdiği rızıktan dolayı insanları övmen, 3) Allāh'ın sana vermediği rızıktan do­layı insanları kötülemen. Bir kimse ne kadar şiddetle isterse istesin, Allāh'ın nasîb etmediği şeyi sana getire­mez. Hiç kimsenin hoşnutsuzluğu da Allāh'ın sana verdiği­ni geri alamaz. Allāh, hik­metiyle ve büyüklüğüyle, huzur ve ferahı: 1) Kader'e rızâ'ya, ve 2) kuvvetli îmana; kaygı ve üzüntü­yü de: A) şüpheye, ve B) "kaderine itiraz etme"ye yerleştir­miştir. (Ebû Nuaym'ın Hılye'si ve Bey­hâkî'nin Şi'bü-l îman'ından/Câ-miü's Sağîr: 1389, Yeni Asya).
Bu âyet ve hadîslerden anlaşılmaktadır ki eğer bir kimse bir hâcet için dua eder de o duanın muhtevâsı bi hikmet-i Hudâ gerçekleşecek olursa bu duanın, o kimsenin nefesinin kuvvetinin bir emâresi ya da Kader'ini değiştirmiş bir dua olarak değil de: 1) onun, ezelde Cenâb-ı Hakk'ın tâyin ve takdîr etmiş olduğu hükme (zâhirde) tesâdüfen paralel düşmüş bir duası, ve kezâ 2) gene ezelde, o kimse için takdîr edilmiş olan hükmün gereği olarak kabûl edilmesi gerekir.

Kazâ'nın zâhirine bakıp da işin aslında bir sebeb-sonuç ilişkisinin mevcûd olduğunu vehmetmek vahim bir hatâdır. Cenâb-ı Hakk, Ezel'de, Zât'ını bir sebeb-sonuç ilişkisiyle kayıt altına almaksızın Kader'i tâyin etmiştir. Kader'de, yalnızca, Cenâbı Hakk'ın (hikmeti sâdece ve sâdece Zâtı'na mâlûm olan) Hükmü vardır. Bu Hüküm ise: 1) "sebeb-sonuç ilişkisi"nden bağımsızdır; ve 2) bu ilişkinin, insanın nefsinin kendi hayâlinde tahrik ettiği, vehmî zuhûruna da takaddüm eder. Beşerin Akl-ı Meâş'ının kendisine telkîn ettiği sebeb-sonuç ilişkisi Kader'in halkedilmesinin temelinde yoktur. Bu ilişki ancak, Kazâ'nın zuhurunda, olayların zaman içinde bir silsile teşkil etmesinin mâkûlemizde (gene de Ezel'deki Kader hükmüne uygun olarak) ihdâs ettiği bir vehimden ibârettir.

Hiç bir işin Kader hükmünün dışında vuku bulmadığı ve kimsenin Kader'in hükmünü değiştiremeyeceği idrâki dâimâ zinde tutulmalıdır.

Bu itibarla, bâzı hareket ve davranışların "uğurlu" ya da "uğursuz" olduğu vehmine, yâni nefsin insana, açık ya da kapalı bir biçimde, telkin ettiği "Kader'in hükmünü değiştirebileceği vehmi"ne kapılmamak gerekir. Bu kabil bir inanç bir tür şirk-i hafî'den başka bir şey değildir. İnsan bir takım hareket ve davranışlarla ya da mezarlardan, meczublardan, falcı ve cincilerden meded umarak Kader'i değiştiremez. Başına ne gelecekse gelecektir.

Bu anlamda uğurlu sayılabilecek tek şey insanın kendi nefsinin hiyle ve oyunlarını teşhis ve tesbit etmek hususunda irâde ve idrâk sâhibi olmasıdır. Ayrıca unutulmamalıdır ki Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: "El hayru fi mâ vak'a" yâni: "Vuku bulanda hayır vardır" ve gene "Bir işin sonunu sabırla beklemek ibâdettir" demiştir. O hâlde vuku bulanın hayrının tecellî etmesini sabırla ve îmanla beklemek mahzâ edeb ve ibâdet olmaktadır. Böyle bir fırsat, ele geçtiğinde, aslā hebâ edilmemelidir.

Beşer, herhangi bir hususta: 1) Şeriat'a, 2) Akl'a ve 3) İlm'e uygun olan bütün gerekli tedbirleri eksiksiz almakla yükümlüdür. Bu tedbirler alınmaksızın Kader'in hükmüne teslimiyet göstermek ise: 1) isâbetli de değildir, 2) Peygamber'in sünnetine uygun bir tavır da değildir.

İnsan Kader'in kendisi hakkındaki nihaî hükmünü (yâni Dünyâ'daki hayâtında kazandığı sevab ve günahlar yüzünden Cennet'e mi Cehennem'e mi gideceğini) remil atarak da, zâiçe çıkartarak da, fal açarak da, medyumlar ya da cinler ...vb vâsıtasıyla da bilemez. Bununla beraber, insanın Dünya hayatındaki fiilleri Kader'in kendisi hakkındaki nihaî hükmünün ne olacağının şaşmaz bir göstergesidir. Eğer bir insan bütün hayâtında emr-i bi-l mâ'rûf ve nehy-i ani-l münker'e uygun hareket ederse bu onun Kader'inde tesbit edilmiş olan nihaî yerin Cennet olduğunun işâretidir.
 

* * *


[1]Akl-ı Meâş ve Akl-ı Meâd arasındaki fark için İslâm'da Aklın önemi ve Sınırı başlıklı kitabıma bakınız. (Kırkambar Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 333-337)

Tasarım & Geliştirme | kerataif