Buradasınız

KALICI DOKTRİNLER, GEÇİCİ DOKTRİNLER

KALICI

DOKTRİNLER, GEÇİCİ DOKTRİNLER

1


Prof.Dr.

Ahmed Yüksel Özemre




Eflâtun-culuk (Plâtonizm) tam 24

yüzyıldanberi canlılığını korumuş olan bir doktrindir. Pekçok mütefekkire il­hâm

kaynağı olmuş, beşeriyetin tefekkür târihinde kalıcı, derin iz­ler

bırakmıştır.



Descartes-cılık
(Kartezyanizm) Batı

medeniyetinde insanın "aklını iyi sevk ve idâre

etmek ve ilimlerde hakîkati aramak"da ba­şarılı olması için ihdâs edilmiş

bir metodolojiyi de içeren bir doktrindir. 350 yıldır bütün ilmî araştırmaların

dayanağı ve de öylesine bir alem olmuştur ki bir düşünür için eserinin

Descartes-cı (Kartez­yen) çizgide olduğunun başkaları tarafından beyân edilmesi

onun için bir övgü, hattâ eserinin ciddîliği ve ilmîliği hakkında bir icâzet

sayılmıştır.


Marx-cılık (Marksizm) de

karamsar bir sosyal gözlem ve dünyâ görüşünden hareketle binâ edilmiş; isâbetli

olup olmaması bir yana, yaklaşık 150 yıldır dünyâ ekonomisinde ve politikasında

derin, acı izler bırakmış, ama teorik düzeyde, hayâtiyetini hâlâ koru­makta olan

bir doktrindir.



Freud-culuk
(Froydizm) dahi,

bütün akıl-dışılığına, iç çelişkile­rine ve sübjektifliğine rağmen, müsbet

ilimlerin erişemediği bazı alanların incelenmesinde bir metodoloji ihdâs etmeyi

ve bu alanlardaki olayların sistematiğini geliştirmeyi gâye edinmiş bir doktrin

olarak bir asırdır diriliğini korumaktadır.



Görünürde birbirleriyle herhangi

bir ilişkileri bulunmayan bu dört doktrinin ilgi çekici bazı ortak yanları yok

değildir. Bir kere, bunların her birinin arkasında hayatlarını bu doktrinleri

tutarlı bir biçimde binâ etmeye adamış; bu uğurda bâzen fikrî, bâzen da hem

fikrî ve hem de maddî çileler çekmek zorunda kalmış; doktrinlerini tanıtmak için

yoğun bir yazı ve eğitim faaliyetinden kaçınmamış (doktrinlerini ve

şahsiyetlerinin diğer yanlarını beğensek de beğen­mesek de) müstesnâ birer

mütefekkir olduklarını teslim etmemiz gereken kuvvetli birer şahsiyet

bulunmaktadır. Bunların her biri bugün kendi isimleriyle anılmakta olan

doktrinlerini ilhâm, hads (sezgi), analiz ve sentez gibi araçların yoğurduğu bir

gözlem ve tesbitler topluluğundan hareketle ve yoğun bir tefekkürle inşâ

etmiş­ler ve bunları savunmak için (despotça kānûnların ya da temyiz fukarâsı

militanların arkasına sığınmayarak) yalnızca dillerinde ve ka­lemlerinde tecellî

eden iknâ güçlerini ortaya koymuşlardır.



Bu doktrinler,

bugüne kadar olduğu gibi daha nice yüzyıllar bo­yunca üniversitelerde okutulacak

ve bunların çeşitli vecheleri hak­kında nice ilmî çalışmalar yapılacaktır.

Bunlar artık iyi ve kötü, isâbetli ve isâbetsiz yanlarıyla beşeriyetin

ortak kültür mirası­nın birer unsuru derecesine yükselmiş

bulunmaktadırlar.



Kültürel kaderi

böyle tecellî eden söz konusu doktrinler sâdece emsâl teşkil etmektedirler;

yoksa aynı vasıflara, aynı kültürel kader ve rütbeye sâhip bulunan daha yüzlerce

doktrinden söz etmek mümkündür.



Böyle bir kültürel kadere sâhib

olarak zindeliğini yüzyıllar bo­yunca doğal bir şekilde koruyan bu doktrinlere

karşı, bir de, bir başka kategoriye mensûb doktrinler vardır ki bunlar ancak ya

kānûn, ya kaba kuvvet zoruyla, ya da bu konuda ihdâs edilmiş olan bazı

çekingenliklerin eseri olarak bir süre vitrinde kalır ve sonra da unutulur

giderler.



Bu tür doktrinler

daha ziyâde siyasî aksiyonların sonucu olarak zuhûr ederler ve

doktrin sâhibi olmaya özenen ya da böyle bir eğilimi olmasa bile,

hangi süflî çıkarlar uğrunadır bilinmez, başka­ları tarafından ille de bir

doktrin sâhibi imiş gibi gösterilmek iste­nen devlet adamlarına izâfe

edilir.



Meselâ Stalin,

Charles de Gaulle, Mao, Cemal Abdünnâsır gibi siyasî liderlere izâfe edilen

doktrinler ya unutulmuş gitmiş ya da gitgide ufalan birkaç ütopik ve fanatik

grupçukların basmakalıp alemleri derekesine düşmüşlerdir. Bu

doktrinler daha ziyâde heyecân ve asabiyet yüklüdürler. Tefekkür yanları cılız,

tutarsız ve sübjektiftir. Bütün beşeriyete teşmil ve mal edilmeleri mümkün

değildir. Gerek za­man, gerekse mekân bakımından mevzî (lokal) kalmaya

mahkûmdurlar. Çoğu kere de doğrudan doğruya muhâtab aldığı milletin yaşayış

biçimine, örf ve an'anelerine, hattâ dinine ve kollektif vicdânına ters

düşerler. Bundan ötürü de bunların Eflâtun-culuk, Descartes-cılık, Marx-cılık ve

Freud-culuk gibi insanlığın ortak kültür mirası rütbesini kazanmaları aslâ

mümkün değildir.



Liderlerin,

pragmatik açıdan, pekālâ çelişki dolu olabilen siyasî aksiyonlarını zorla sun'î

bir kalıba dökerek bir doktrin şeklinde em­poze edenler, çoğunlukla, bunların

târihî şahsiyetlerinden ve şanlarından kendilerine de bir pay çıkarmak isteyen

otlakçı yarı-aydınlardır. Halkın, liderlerden kopmasına sebeb

olanlar da gene bunlardır. Zirâ bunlar, liderleri beşer olarak değil de halkın

vicdânında ma'kes bulmayan hatâsız ve kendilerine sual sorulamayan lâyuhtî

ve lâyus'el insanüstü varlıklar olarak göstermek gibi bir illete

müptelâdırlar. Ayrıca, çoğu kere, bu doktrini birtakım ritler ve âyinimsi

törenlerle süsleyerek resmî ve lâik(!) bir din kılığına

sokmaya da pek heveslidirler. Eğer ihdâs ettikleri bu dînimtrak

doktrin yaygara, şirretlik, baskı ve propaganda yoluyla bir de resmiyet

kesbederse, bunların onun ardına gizlenip salya-sümük her önüne geleni karalamak

çılgınlığına artık gem vurulamaz olur. Bu yarı-aydınlar gürûhu sözde-doktrinini

savundukları lider için ne büyük bir bahtsızlıktır! Otlakçı yarı-aydın doktrin

adına sürekli afarozlar yağdırıp engizisyon mahkeme­leri taleb ederek, nihayet,

papalık kompleksini tatmin edecek ortama kavuşmuş

olur.



Gözlem ve tesbitler

her ülkenin, zaman zaman ve belirli bir sü­re için, objektiflik ve temyiz

hassalarını yitirmiş bu kabil psikopat­ların tasallutuna mâruz kalabildiğini

göstermektedir.




*

* *











[1]Türkiye

gazetesinin 11.01.1990 târihli nüshasında yayınlanmıştır.


Tasarım & Geliştirme | kerataif