Buradasınız

KEPLER'DE PİTAGOR-CU DÜŞÜNCENİN EVRİMİ

KEPLER'DE

PİTAGOR-CU DÜŞÜNCENİN EVRİMİ[1]



Prof.Dr.

Ahmed Yüksel ÖZEMRE




*

* *




Târihte

Pitagor-culuğun Yeri


MÖ 500 senesine

doğru Sisam adasında doğmuş olduğu rivâyet edilen Pitagor (Fisagor)'un efsânevî

şahsiyetine bağlı olarak, bir bilim olmaktan çok, murâkabeye dayanan bir mezheb

şeklinde gelişen ve yayılan Pitagor-culuğun spekülâtif vechesi MS

XVII. yüzyıla kadar zaman zaman bazı müstesnâ şahsiyetlerin yaşantılarını,

öğretilerini ve eserlerini renklendiren bir zihniyet olarak tecellî

edegelmiştir.

Platon (Eflâtun)'a

bu mezhebin sırlarını Filolaos'un tevdi etmiş olduğu ve ünlü filozofun

Timaios isimli eserindeki spekülâsyonların da Pitagor-cu bir

geleneği yansıttıkları bilinmektedir. Platon'un dostlarından Taranto'lu Arhitas

da özellikle mûsıkî hakkında Pitagor-cu spekülâsyonlar geliştirmiştir. MS 500

sıralarında, hayvanlar üzerindeki ilk teşrihi yapmış olduğu kaydedilen Kroton'lu

Alkmeon da Pitagor-cu düşünceyi tıbba ithâl etmiş gözükmektedir. Kezâ MS 538

sıralarında Metaponte'li Hippas'ın da aynı mezheb etrafında epeyi mürîd toplamış

olduğu bilinmektedir.

Rönesans döneminin

en ünlü iki Pitagor-cusundan biri 1445'de Umbria'da doğup 1517'de Roma'da ölen

Luca Pacioli (luka paçôli diye okunur) isimli Fransisken papazı; diğeri

ise 1493 ilâ 1541 arasında yaşamış ve Paracelsus takma adıyla daha çok tıb

alanında eserler vermiş olan Philippus Aureolus Theophrastus Bombastus von

Hohenheim'dir (filipus avreolus teofrastus bombastus fon hôhınhaym diye

okunur).

Luca Pacioli 1509'da

yayınladığı Kutsal Oran Hakkında isimli eseriyle yalnızca

Pitagor-culuğun özellikle geometrik şekiller üzerindeki düşüncelerini bir araya

toplamakla kalmamış, fakat bu eseriyle aynı zamanda başta Leonardo Da Vinci

olmak üzere bütün rönesans dönemi ressam ve mîmarlarının eserlerinde

kullanacakları geometrik ilkelerin de ilhâm kaynağı olmuştur.



Kepler'e gelinceye

kadar zuhur etmiş olan Pitagor-cu zevk ve meşrebi haiz ünlü kişilerden böylece

bir kaçına temas ettikten sonra şimdi de Pitagor-culuğun köken ve evrim

cihetiyle ne demek olduğuna kısaca bir göz atalım.



Pitagor-culuğun

Amacı ve Mâhiyeti

Pitagor-culuk,

şimdiye kadar yapılan incelemelere göre, bilgiden politikaya kadar (ve bu arada:

ahlâk, din, estetik, mûsıkî, mimarî ve ilh... den geçmek sûretiyle) pek çok

alanda söz sâhibi olmak iddiasında olan bir hikmet mâhiyetindedir.

Bu hikmet, tıpkı islâmî tarîkatlarda olduğu gibi, bir

mürşid'in etrafında toplanmış olan mürîdlerin her biri

tarafından ancak uzunca süren bir seyr-ü sülûk (inisiyasyon) ile

kazanılıp gerçekleştirilebilmekteydi.



Bu inisiyasyonun ilk

kısmının iki ilâ beş yıl kadar sürdüğü tesbit edilmiş ise de, bu ilk kısmın

başarıyla tamamlanmasının peşin şartı; mürîdin belirli bir zaman süresinin

dolmasını beklemesi değil, fakat herhâlde, mürşidinden öğrendiği bilgileri

gerçekten de kendine mal edebilecek hazımlılığı gerçekleştirebilmesindeki

yeteneği idi. Nitekim inisiyasyonun bu ilk safhasında, mürîdler, mürşidlerinin

sohbetine ancak bir perdenin ardından erişebiliyorlar ve onun ne yüzünü görmeye,

ne de ona herhangi bir soru sormaya izinleri bulunuyordu.


Ayrıca, sabahın

erken saatlerinde gezinti yapmak ve dua etmek; sık sık oruç tutmak; hayvânî gıda

almamak, hiçbir sûretle kurban kesmemek ve bakla yememekle de mükellef tutulan

mürîdler, günlerini Pitagor-culuğa has bu şer'î hükümleri uygulamak ve

mürşidlerinin perde ardından eriştikleri sohbetlerinde kendilerine telkin olunan

ana temalar üzerinde murâkabeye dalmakla geçiriyorlardı.



Kabaca, bir tekke ya

da bir manastır disiplinini hatırlatan bu hayat, hem alınan gıdâlardaki protein

eksikliğinin ve hem de sık sık tutulan oruçlann da etkisiyle mürîdin: (1) arzu

ve ihtiraslarının uyartılma yeteneğinin çok zayıflamasını, (2) hareketlerinde

âhenkli ve halâvetli olmayı, (3) zihinde çağrışım mekanizmasının uyartılma

eşiğinin çok düşük seviyede tutulmasını ve, dolayısıyla, (4) mürşidin işlediği

temaları konu alan birtakım yakaza (vizyon) görme hâllerinin gerçekleşmesini

temin etmekteydi.



Bunların sonucu

olarak, gene mürşidlerinin sohbetlerinde telkin ettiği ana temalar etrafında,

mürîdin kendi nefsinde gerçekleşen murâkabe ve mükâşefeler onu, bu âlemdeki

eşyânın günlük hayatta alışılagelmiş bir idrâk ile kavranmasının çok ötesinde,

aşkın bir idrâk ve bilincini kendine mal edip özümlemesine yol

açabiliyordu.



Genellikle saflığa,

arınmışlığa delâlet eden beyaz renkte yün ya da gene beyaz renkte kenevirden

yapılmış üniformavârî bir kıyafet giydikleri rivâyet edilen Pitagor-cular,

seyr-ü sülûklarının bu ilk kısmını tamamlayıp da nefislerinde mürşid-lerinin

zuhurunu beklediği halleri ve bilinç düzeylerini gerçekleştirdikten sonra bam

başka bir ahkâma (bir şeriata) tâbi' oluyorlar; önceden

kendilerine haram olan bazı şeyler ve davranışlar helâl ve önceden kendilerine

helâl olan bazı şeyler ve davranışlar da haram kılınıyordu. Özellikle de

üzerlerinden soru sormama ve konuşmama yasağı kaldırılıyor; aksine ders vermeye

mezun sayılıyorlardı. Bu safhadaki mürîdlere matematikçiler

denilmekteydi.


Pitagor-culukta

Matematiğin Yeri ve Rolü

Matematikçiler, gene

mürşidlerinden almış oldukları feyz ile, tabiattaki olayları tek bir

prensip açısından görmeye ve çözümlemeye gayret göstermekteydiler. Bu

mertebedeki Pitagor-cular "eşyâ sayılardan ibârettir" veyâ

"her şey sayıdır" demekle, sayıyı ilâhlaştırmamış olsalar bile,

ona bütün eşyâda tecellî eden ilâhî bir sıfat mâhiyeti atfetmekteydiler.

İzmir'li Teon'un Pitagor-cular hakkında verdiği bilgiye göre: "Pitagor-cuların

mezhebinde sayılar, bütün eşyânın ilkesi (veyâ eski, fakat semantik bakımından

daha uygun bir deyimle, ayn'ı), kaynağı ve köküdürler." Gene de

belirtelim ki bu tutum, doğrudan doğruya, mürşidlerinin sohbet ve öğretilerinde

kendilerine aşılanmış bulunan "dünya görüşü"nü yansıtmaktaydı.



Bazı bilim ve felsefe târihçileri

bu: "Her şey sayıdır" deyiminde, anlamanın ve izah etmenin her şeyden önce

ölçmek, yâni bazı şeylere (bir kere için sâbit bir şekilde kabûl edilmiş bazı

esaslar ve yol-yordama göre) sayılar tekābül ettirmek demek olan çağdaş bilim

anlayışının tohumunu görmüşler ve Pitagor'u, bu dâhiyâne sezgisi dolayısıyla,

yüceltmişlerdir. Ama bu değer yargısının sübjektif ve mübalâğalı olduğu

âşikârdır. Zirâ Pitagor'un âlemin âhenk ve nizâmına sayının (veyâ sayı olarak

tecellî eden ilâhî bir sıfatın) hâkim olduğu kanaatini izhâr etmesi keyfiyeti

ile, eşyâ ile sayılar arasında çağdaş bilim anlayışına göre bir tekābüliyetin

mevcûd olması keyfiyeti gerek psikolojik, gerekse ontolojik bakımdan çok farklı

düzeylerdedir.



Pitagor, söz konusu

kanaatine akılcı bir tümevarım veyâ bir ekstrapolâsyon yoluyla değil, fakat

mâhiyeti itibâriyle sübjektif olan murâkabe ve mükâşefe yoluyla varmıştır. Öte

yandan bu kanaatin epistemolojik bir değer kazanabilmesinin kriteri de şüphesiz

ki böyle bir tekābüliyetin topolojisinin ve yol-yordamının (algoritmala-rı'nın)

açık ve seçik bir tarzda tesbit olunabilmesidir. Oysa ki bunlar Pitagor'dan

rivâyet olunan açıklamalarda tamamen cenîn hâlinde bulunmakta olup evrensel bir

vasfı da haiz değildirler. Bütün bunlardan başka Pitagor-cuların her sayının,

her şeklin, her hacmin âlemin düzeni içinde sâhip olduğu bir nefsi, bir

ferdiyeti ve hattâ bir şahsiyeti bulunduğuna dair inanç (meselâ çift sayıların

dişi ve tek sayılann da erkek oldukları şeklinde) bâtıl birtakım îtikadlara yol

açtığı gibi, matematik alanında yapmış oldukları gerçek keşifleri dahi bu bâtıl

îtikadlardan neşet eden karanlık ve muğlâk, her hâlükârda gerçek dışı ve

dogmatik spekülâsyonların esiri kılmış; Pitagor-cu-luğun çok kere bir nevi

hurûfîliğe, bir nevi aritmolojiye dönüşüp yozlaşmasına ve hikmetinin de

unutulmasına sebep olmuştur.



Böylece ilk

sâfiyetinden ve ruhâniyetinden uzaklaşan Pitagor-culuk şer'î ve pratik

vechelerini kaybederek spekülâtif bir yobazlık şekline bürünmüştür.



Buna bir misâl

vermiş olmak için Pitagor-cuların büyük önem atfettikleri düzgün çokyüzlüleri

göz önüne alalım. Bilindiği gibi düzgün çokyüzlüler, aynı bir çokyüzlü için,

özdeş düzgün çokgenlerden oluşan yüzleri haiz cisimlerdir. Hepsi de kürenin

içine çizilebilen bu düzgün çokyüzlüler: düzgün dörtyüzlü (tetraedra), düzgün

sekizyüzlü (ortaedra), düzgün altıyüzlü ya da küp, düzgün yirmiyüzlü (ikozaedra)

ve düzgün onikiyüzlü (dodekaedra) olup toplam olarak beş tanedir. Pitagor-culuk

her bir düzgün çokyüzlüyü bir cevhere atfetmektedir. Böylece sembolik olarak

ateş düzgün dörtyüzlü ile, hava düzgün sekizyüzlü

ile,

toprak düzgün altıyüzlü ya da küp ile, su da

düzgün yirmiyüzlü ile gösterilmektedir. Bu dört cevheri kuşatıp birleştiren

beşinci cevher olarak kabûl edilen heyûlâ'nın sembolü ise düzgün onikiyüzlü idi.

Bu Pitagor-cu düşünce tarzının Platon'u ne derecede

etkilemiş olduğunu

onun

Timaios isimli eserinde kolaylıkla görmek

mümkündür.



Kâinat'ın gizli yapısını ve

sırlarını keşf ve idrâk etmeye yönelik bu cins bir Pitagor-cu matematik

zihniyeti matematiğin otonomi kazanmasına ve haiz olduğu imkânların bilincinin

uyanmasına yüzyıllar boyu engel olmuş ve felsefe ile metafizik arasında sıkışıp

kalan matematiğin doğal gelişim yönünü bulmasını hemen hemen Rönesans'ın sonuna

kadar kösteklemiştir



Pitagor-culukta

Fiziğin Yeri ve Rolü

Pitagor-culukta

mürîdlerin eriştikleri üçüncü merhale fizikçiler mertebesiydi. Bu

olgunluğa erişen mürîdler, tabîatta vuku bulan olayları ve özellikle, bu

olaylarda ilâhî bir sıfat olarak "sayı"nın nasıl tecellî ettiğini

araştırmaktaydılar. Önceleri, tamamen, bir etik'e (bir ahlâk'a) yönelik murâkabe

ve mükâşefeye dayanan bir hâl, bir mânevî zevk ve meşreb ve bir neş'e olarak

telâkki olunan bu merhale (bunun nefislerde gerçekleşip özümlenmesinin zorluğu

ve bunu gerçekleştirmede yol gösterici rol oynayan kâmil

mürşidlerin gitgide azalmaları dolayısıyla) yavaş yavaş

bozularak, ancak kolay olan tarafı, yâni lâftan ibâret olan spekülâtif tarafı

kalmış ve bu vechesiyle de kimi zaman düpe düz imanî bir umde (dogma) olarak,

kimi zaman bir bâtıl îtikad olarak ve kimi zaman da anahtarı maalesef geçmiş

yüzyılların karanlığında kaybolmuş bir hikmet ve irfandan

(gnosisden) artakalan bir kırıntı olarak rönesansın son devrelerine kadar

süregelmiştir.



Pitagor-culuğun ilk

sâfiyet devrini karakterize eden en bâriz vasıf, bunun, sayı kavramını yol

gösterici bir ilke olarak kullanarak âlemdeki Vahdânî düzenin bir bütün olarak

idrâk ve şuuruna doğru mânevî bir yükselişi gerçekleştirme gayretini yansıtan

bir hâl ve mânevî zevk mezhebi olmasıdır. Bunun gerçekleştirilmesindeki

psikolojik güçlükler ve bir de ehil olmayan mürşidler bu hâl ve mânevî zevk

mezhebinin psödo-rasyonel bir söz kalıbına, daha doğrusu spekülâtif bir nevi

hurufîlik ve aritmoloji kalıbına dökülerek

soysuzlaşmasını çabuklaştırmıştır.



Biz gene Pitagor-cu

anlamdaki fizikçilere dönecek olursak, bunların dikkatinin daha ziyade mûsıkî,

mîmarî ve astronomi konularında odaklandığını görürüz.


Mûsıkî

Mûsıkî alanında

Pitagor-cu fizikçinin dikkati özellikle seslerin âhengi, yâni harmoni üzerinde

toplanmıştır. Âhenk, esâsında, her varlığın yapısındaki farklı ve hattâ zıt

unsurları tevhîd eden (birleştiren) bir ilkedir. Yukarıda da değinilmiş olduğu

gibi, mezhebinin öğretisi gereği âlemi vahdet (birlik) açısından algılamak

zevkinde olan gerçek Pitagor-cu için, zıtlıkları giderici her ilke ve bu ilkeden

hareket ederek zıtlıkları bağdaştırıp yüksek bir idrâk çerçevesi içinde uyumlu

kılmaya yönelik her yol-yordam (metod) mukaddestir. Mûsıkîde seslerin âhenkli

oluşu, yâni harmoni bilgisi, aslında gizli bir aritmetiğe dayanmaktadır.

Mûsıkîde, çalgılar ve ses aracılığıyla duygulara hitâb eden bu harmoni, aslında,

muhâtabı akıl olan ve sayılarda gizli kalan harmoninin bir tecellîsinden başka

bir şey değildir. Şu halde ontolojik bakımdan sayı eşyâdan ve akıl da sayıdan

önce gelmektedir.



Mûsıkîde konsonans

ve dissonansların araştırılmasının ve bunların aralarındaki aritmetik

ilişkilerinin tesbitinin, hem çeşitli çalgıların yapımında ve hem de ortaya

akustik bakımından birçok problemin çıktığı tiyatroların inşâsında önemli

gelişmelerin kaydedilebilmesi sonucunu doğurmuş olduğunu da ilâve etmek

gerekir.



Harmonik

aralık

fikri eski çağlarda

Pitagor-cuların etkisiyle o kadar gelişmiştir ki, bazı Grek mâbetleri bunun

taşlaşmış misalleridir. Gerçekten de, meselâ Atina'daki Partenon'un içinde

bulunan sütunlar ile binanın cephesindeki sütunları ayıran aralıklar

incelendiğinde, bunların "Pitagor gamı" ile tamâmen aynı orantıda sayılar

vermekte oldukları ortaya konulmuştur.



Böylelikle mîmarîye

de geçmiş olan Pitagor-cu gelenek, içerdiği bütün semboller ve bunların bâtınî

anlamlarıyla birlikte MÖ I. yüzyılda yaşamış olan Vitruvio'nun De

Architectura isimli eseri ile yukarıda anılmış olan Luca Pacioli'nin

Kutsal Oran Hakkında'ki eserinde bulmak mümkündür. İşte bu tür

geleneklerdir ki, sâdece, ağır ve girift bir sembolizme dayanan ortaçağ gotik

sanatının doğmasında etken olmakla kalmamışlar, hattâ rönesans mîmarîsini bile

derinden derine etkilemişlerdir.


Astronomi



Platon,

Cumhuriyet isimli eserinde mûsıkî ile astronominin iki

kardeş bilim olduklarını söyler ki, bu, Pitagor-cu geleneğe uygun bir beyândır.

Nitekim Pitagor-cu geleneğe göre mûsıkîdeki âhenk göklere de

yansımaktadır.



İzmirli Teon'dan

rivâyet olunduğuna göre, Pitagor-cular için, her biri birer nefs

ve akıl sâhibi olan gezegenleri göklerde taşıyan kürelerden

Ay'ınki Arz'a en yakın olanı olup, Merkür ve Venüs'ünkiler sırayla ondan sonra

gelmektedirler. Güneş'i taşıyan küre dördüncü olup onu Mars ve Jüpiter'inkiler

izlemekte, Satürn'ünki ise yıldızlara en yakın ve en son yedinci küreyi

oluşturmaktadır.



Böylelikle bu

yedi semavî küre ya da yedi kat gök, ikişer

ikişer birbirlerini ayıran aralıkların, bir oktavı oluşturan seslerin

aralıklarına tekābül etmeleri dolayısıyla(!) lîr ya da çenk denilen yedi telli

çalgının da verdiği seslere tekābül etmektedir. Bu itibârla âlem yedi

telli çenk misâli olup, Pitagor-cular için mûsıkî gamı da, aslında,

kozmik bir olgu ve astronomi de semavî bir mûsıkîden başka bir şey

değildir.


Pitagor-culukta Olgun İnsan


(İnsân-ı Kâmil) İdeali



Âlemi oluşturan gök

kürelerinin kendi eksenleri etrafında dö­nerlerken çıkardıktan mûsıkîyi idrâk

etmek Pitagor-cu fizikçile­rin en yüce ideallerinden biriydi. Ama bu

mûsıkîyi algılamak her fâniye nasip olamıyordu. Nasıl ki ormandaki bir kimse

ağaçları görmekten ormanı göremezse veyâ daha felsefî bir ifâde tarzıyla, nasıl

ki her şeyde tecellî eden âraz o şeyde gizli olan

cevhere perde olursa, Pitargor-culuğa göre, âlemi oluşturan gök

kürelerinin yedi telli çenk misâli çıkardıklan mûsıkînin bizatihi içinde bulunan

insanlar da, kendilerini, yâni duygularını ve akıllarını âlemdeki âraza

kaptırmış oldukları için, bu mûsıkîyi algılayamamaktadırlar. Böyle aşkın bir

idrâkin gelişebilmesi ve beşerin âraz ile cevherleri, ve cevherler aracılığıyla

da âlemin ve âlemdeki bütün tecellîlerin, bütün cevherlerin, bütün ârazın yegâne

kaynağı olan âlemin özü­nü (eski deyimiyle âlemin

zâtını) temyiz edebilmesi ve mânevî zevkine varabilmesi için de özel bir

mânevî eğitime ihtiyâç vardır.



İşte bu mertebeye

erişmiş olan ve bir olgun mürşidin nezdinde bu gözlem ve temyiz yeteneğini

kazanmış bulunan Pitagor-cu mürîdin kendisinin de olgun mür-şidler safına

geçmeye ve âlemdeki bu ilâhî mûsıkîyi sürekli olarak dinlemeye hem yeteneği ve

hem de hakkı olmuş olur. Ancak, buradaki dinlemek fiilinin bu kapsamda haiz

olduğu semantik değerin, kulağın işitmesiyle ilgisi olmayan sembolik bir anlama

işâret edebileceğine de dikkati çekmek gere­kir

.



Pitagor-culuğun

bilim alanına yansımış olan sonuçlarının esas motivasyonları ve aslında

dinî-felsefî bir özelliği olan bu mezhebin bâtını vechesinin sırları ve amaçları

ile taşıdığı mesajın anlamı, an­cak Pitagor-culuktan bu yana dünyanın çeşitli

yerlerinde ve çeşitli iklimler altında ortaya çıkmış olan bu tür düşünce

ekollerinin getir­dikleri davranış ve kavramların, Pitagor-culuğunkilerle

paralel oluş­larından esinlenerek ve özellikle, bu ekollerin davranışlarını ve

ge­tirmiş oldukları kavramları semantik bakımından ayrıntılı bir şekil­de

inceleyebilmemizi mümkün kılacak tarzda elimizde daha çok belge bulunması sonucu

mümkün olabilecektir.



Ancak, bu inceleme

metodunun epistemolojik bir değeri haiz olabilmesi için şu iki varsayımdan

birine dayanması gerektiği de aşikârdır:

  1. ya,

    Pitagor-culuktan sonra zuhur eden ve gerek bazı davra­nışlar gerekse bazı

    kavramlar bakımından onunla benzerlikler arzeden bütün ekoller doğrudan doğruya

    Pitagor-culuktan esinlen­mişlerdir;

  2. ya da, gerek

    Pitagor-culuktan gerekse ondan evvel ve sonra zuhur etmiş olan ekollerden de

    bağımsız; bunların ve hattâ insan mâkûlesinin ötesinde olan) aşkın ve değişmez

    tek bir gerçek, çeşitli zamanlarda ve çeşitli iklimler altında insan

    mâkulesine, aşa­ğı yukarı aynı mâhiyetteki semboller aracılığıyla

    yansımış bulunmaktadır.

Kepler'deki

Pitagor-cu Mistik Şevk ve Heyecan



Varlıklarına böylece

kısaca değinmiş olduğumuz bu tarzdaki metafizik spekülâsyonları bir yana

bırakarak, şimdi artık, davranış bakımından değil de, belirli bir irfan zevkini

aksettiren spekülatif bilgi açısından Pitagor-culuğun Johannes Kepler'in

(doğumu: Weil-der-Stadt, 27.12.1571; ölümü: Regensburg: 15.11.1630) eseri

üzerindeki yankılarını incelemeye dönebiliriz.


Kepler'in hangi eserine bakılırsa

bakılsın, ya eserin bir boydan bir boya tümünde, ya da orasına burasına

serpiştirilmiş bazı parag­raflarında Pitagor-cu mistik bir düşüncenin derin

izlerini teşhis ve tesbit etmek mümkündür.



Âlemin düzenindeki

âhenge olan derin ve mistik inancının etki­si altında 1619'da tamamlamış olduğu

Harmonices Mundi (Âlemin Ahengi) isimli eserinde Kepler,

Pitagor-cuların yukarıda mûsıkî ve astronomi ile ilgili olarak değindiğimiz

fikirlerini ele al­makta ve işlemektedir. Bu eserin tamamlanmasından üç ay önce

kızı ölmüş olan Kepler, aynı târihlerde Prag arşövekinin kendi jüridiksiyonu

altındaki bölgede bir protestan mâbedini kapatıp yıktır­ması üzerine

protestanların imparatorluk niyâbet meclisi danış­manlarından üç kişiyi

Prag'daki Hradçani Şatosu pencerelerinden aşağıya atmalarıyla başlamış olan

kargaşalıkları da telmih ederek bu eserin bir yerinde "Arz Mi-Fa-Mi sesi

vermektedir ki biz de bu­radan yurdumuz üzerinde sefalet (lâtincesi: Miserere)

ve açlığın (lâtincesi: Famina) hüküm sürdüğü sonucunu çıkartabiliriz"

de­mektedir. Bu tarz bir zihniyetin tam anlamıyla Pitagor-cu bir zevki

aksettirmekte olduğu ise aşikârdır.



Gerek 1596 târihli

Mysterium Cosmographicum (Âlemin Sırrı), gerek 1609

târihli Astronomla Nova (Yeni Astronomi), gerek 1619 târihli

Harmonices Mundi (Âlemin Ahengi) ve ge­rekse 1618

ilâ 1621 arasında yayınladığı 7 ciltlik Epitome Astro­nomice Copernicanae

(Muhtasar Kopemik Astronomisi) isimli eserlerinde semavî düzeni keşfetme

yönündeki cehdi ve ihtirâsı apaçık bir şekilde görülen Kepler, tamamen

Pitagor-cu bir geleneğin etkisiyle, sayının âleme hükmetmekte olduğunu ve kendi

görevinin de Allāh tarafından vaz olunmuş olan harmonik oranları keşfet­mek

olduğunu ve artık: "Cenâb-ı Hâlik'in yedi telli irfan çengini te­rennüm

ettirmek gerektiğini" beyân etmektedir.



Kepler bu mistik

heyecanını, meselâ Âlemin Ahengi isimli eserinde: "Hiç bir şey

bana engel olamaz! Kendimi, içimi saran kutsal ihtirâsa terk edeceğim. Eğer

sonunda affedilecek olursam sevinecek, mahkûm edilecek olursam da buna

tevekkülle katlana­cağım. Çağdaşlanmın da, benden sonra gelecek olanların da

bunu okumaları beni hiç ilgilendirmiyor. Eğer Cenâb-ı Hakk bir keşif ehli­nin

zuhuru için altıbin yıl beklemişse, ben de bir okurun zuhuru için pekâlâ yüz yıl

bekleyebilirim" şeklinde ve daha başka eserle­rinde de meselâ: "Tek

isteğim, Zâ'tını mahlûkatın yapısında idrâkime tecellî ettiren Cenâb-ı Hakk'ı

kendi içimde de idrâk ede­bilmektir" ve kezâ, "Ey Sana olan hamdimizin

nûruna bize eriştir­mek için, tabîatın nûru aracılığıyla, rahmetinin nûrunun

arzusunu içimizde uyandıran Rab'bım, Hâlik'im! Senin izninle kudretinin ef'alini

hayranlıkla seyrettiğim hallâkiyetinin murâkabesiyle bana lûtfetmiş oldukların

için Sana hamd olsun!" şeklinde mistik bir li­rizm dolu pasajlarla dile

getirmişti.


Kepler'in

Astronomisinde Pitagor-cu Kalıntılar

Kepler, henüz daha

25 yaşındayken yayınlamış olduğu Âle­min Sırrı isimli küçük

kitabında Pitagor-cu düşünceleri, bunlardan yeni sentezler gerçekleştirecek

derecede, iyice hazmetmiş olduğu­nu ortaya koymuştur.



Nitekim bir yandan

Pitagor-cuların yukarıda sözü edilen düzgün çokyüzlüler hakkında

spekülâsyonları, diğer yandan da gezegenlerin hareket eden semavî küreler

üzerinde ve onlarla birlikte belirli bir ahenk içinde cevelân ettikleri

hakkındaki kanaatleri Kopernik sistemi ile bağdaştırma çabası içinde gözüken

Kepler, âlemin yapı­sını şöyle açıklamayı önermişti:


Güneşin etrafında dolanmakta olan

gezegenlerin, Kepler'in za­manında, en dışındaki gezegen olduğuna inanılan

Satürn'ü taşıyan küre içine çizilmiş bulunan kübün içine Jüpiter'i taşıyan küre;

onun içine de bir düzgün dörtyüzlü ve onun da içine Mars'ı taşıyan bir küre

çizilmiş bulunmaktadır. Mars'ı taşıyan kürenin içine çizil­miş olan düzgün

onikiyüzlü, Arzı taşıyan küreyi; o da Venüs'ü taşı­yan kürenin içine çizilen

düzgün yirmiyüzlüyü ihtivâ etmektedir. En son olarak da Venüs'ü taşıyan kürenin

içine çizilen düzgün se­kizyüzlü ve onun içine çizilmiş olan Merkür'ü taşıyan

küre gelmek­te ve en ortada da Güneş bulunmaktadır.



Böylece bu 5 düzgün

çokyüzlü arasındaki aralıkların gezegenler arasındaki aralıklan sadâkatle

yansıtabileceği ümit edilmekteydi. Aynca gezegenlerin Güneşe en uzak konumda

bulunduklan afel noktaları ile Güneşe en yakın bulunduklan

pcrihel noktalan ara­sındaki uzaklık farklarını da izah edebilmek

için, gezegenleri taşı­yan her bir küre yüzeyinin ihmâl edilemeyecek bir

kalınlığı olduğu kabûl edilmekteydi.



Bu türlü inşâ olunan

model her ne kadar Kopemik'in vermiş olduğu rakamlarla tamamen uyuşmuyorsa da,

Kepler'de Pitagor-cu geleneğin ağırlığı o derece fazladır ki, bu eserini

yayınladıktan yir­mi sene sonra dahi bunu reddetmemekte ve hattâ: "Bunu bana

yazdıran, sanki semavî bir kehânetmişcesine bu küçük kitap, Allāh'ın aşikâr

bütün ef'alinde olduğu gibi derhal, bütün bölümleri bakımından mükemmel ve

baştan başa doğru olarak kabûl edildi"

diyebilmektedir.



Kepler'in

Âlemin Ahengi adlı eserinde ifâde ettiği üçüncü kā­nûna yol

açan gayretin de dikkatle yürütülmüş bir tümdengelim­den çok Pitagor-cu bir

sezginin sonucu olduğuna da işâret etmek gerekir.


Kepler'in

Pitagor-culuktan ayrıldığı noktalar

Kepler'i bütün

araştırmalarında sevk ve idare eden motivasyon, "Âlemde saklı gizli bir

sımn ve düzenin var olduğu"na dair mistik bir inanç şeklinde ortaya

çıkan Pitagor-cu bir idealdir.



Ancak, spekülâtif

hâliyle dahi Pitagor-culuğun muhayyele, murâ­kabe ve mükâşefeye dayanan

pasif bir zevk hâli olmasına karşılık, Kepler'de Pitagor-cu bir

temel üzerine ilâve olunan dinamik bazı hasletler ona bir ayağı

ortaçağda, diğer ayağı ise yeniçağda bulu­nan bir köprü vazifesi gören müstesna

bir yer atfetmektedir.


Eserlerinin motivasyonu ne olursa

olsun, bunlann ortaya konu­şu esnâsında Kepler'in takındığı tutum ve

davranıştaki dinamik elemanlar onun orijinalliğinden başka, yepyeni ve objektif

bilimsel sonuçlar elde etmesini de sağlamaktadırlar.


Kepler'e gelinceye kadar sebepleri

araştırılmaksızın gezegenle­rin hareketlerini tasvirî bir şekilde yansıtan bazı

modeller vardı. Kepler olayların bu tasviri yerine, akılcı bir açıklama koymaya

te­şebbüs etmiştir. Bütün bunların üstünde, presizyon merâkı bir has­talık

derecesinde gelişmiş olan Kepler, Platon ve Aristoteles'den (Aristo'dan)

itibâren Ptolemaios (Batlamyus) ve Kopernik'den geç­mek sûretiyle kendisine

gelen ve "dairenin en mükemmel semavî şekil olduğu" hakkındaki önyargıyı ancak

Tycho Brahe'nin göz­lemleri üzerinde yaptığı yüzlerce ve hattâ binlerce sayfa

hesap müsveddesi sonucu bir kenara itmeye mecbur kalarak gezegenle­rin

yörüngelerinin daire değil de, Güneş'in odaklarından birini iş­gāl ettiği

elipsler olduğu sonucuna varmıştır.



Ancak, bu eliptik

yörüngeler üzerinde gezegenlerin hızlarının sâbit kalmadığını da tesbit eden

Kepler, bunun sebebini izah et­mek için Güneş ile gezegenler arasında

mıknatısvârî bir çekimin mevcûd olduğu; yörüngeleri üzerinde seyrederlerken,

gezegenlerin Güneşe dost(!) ya da düşman(!) kutuplarını göstermelerine göre

Güneş tarafından çekilip ya da itilmeleri sonucu yörüngeleri üze­rindeki yer

değiştirme hızlarında bir farklılık meydana geldiğini sa­vunan bir de teori

ileri sürmüştür.



Tycho Brahe'nin

yaptığı gözlemler üzerindeki sabırlı hesapları sonunda, Ptolemaios'danberi

süregelen bir geleneği bir anda ber­taraf ettirecek şekilde ortaya çıkan bir

sonucu kuru kuruya gözle­yip tescil etmek yerine, bu sonucun bir de sebebini

açıklayabilmek için mâkul ve fiziksel olaylarla da uyuşan bir teori kurma

teşebbü­sü işte, Kepler'i Pitagor-cu diyalektikten kopanp gerçekten de çağ­daş

bilimsel diyalektiğe yönlendiren olağanüstü önemli ve karakte­ristik bir

davranıştır.


Bununla beraber, bir taraftan

teorik ve mistik muhayyele zen­ginliği yanında imânî umdelere kuvvetli bir

inanç, diğer taraftan da kesin bir presizyon endîşesinin olayları gözlemlerden

çok, sebeple­riyle idrâk ve izaha yönelik gayreti arasındaki çelişkileri,

Kepler'in, kendi nefsinde birleştirebilmiş olması da bir anlamda zıtları tevhid

etmeye yönelik Pitagor-cu idealin gene de belirli bir vüs'atte ger­çekleşmesi

değil midir?



Düşüncesi, eserleri

ve hayatı üzerinde derin izlerini taşıdığı bü­tün Pitagor-cu geleneğe rağmen

Kepler'in o çelişki ve paradoks dolu şahsiyeti zaman zaman çok berrâk kritik bir

idrâk ve görüş sâhibi olabileceğine dair misâller vermiştir. Özellikle, henüz

bir gençlik eseri olan Yeni Astronomi'nin girişinde, bilim ve

kilisenin öğretisi arasındaki çelişkileri büyük bir berrâklıkla dile getirerek

ki­lisenin otoriter öğretisine karşı aklın üstünlüğünü şöyle belirtmiştir:

"Tabîat bilimleri bakımından kilise azîzlerinin düşüncelerine gelin­ce bunu

tek kelimeyle, otorite'nin ağırlığının teolojide geçerli ol­masına karşılık,

felsefede sâdece aklın ağırlığının geçerli olduğunu söylemekle

cevaplandıracağım. Buna göre Arzın yuvarlaklığını inkâr etmiş olan Lactance azîz ilân

edilmiştir. Arzın yuvarlaklığını kabûl edip de antipodları reddeden Augustinus

da azîz ilân edil­miştir. Arzın küçüklüğünü kabûl edip de hareketini inkâr eden

En­gizisyon Mahkemesi de kutsal ilân edilmiştir. Ama benim için, Kili­senin

allâmelerine borçlu olduğum bütün saygıya rağmen felsefeye dayanarak Arzın

yuvarlak, her tarafı antipodla dolu, ihmâl edilebi­lecek kadar ufak ve yıldızlar

arasında hızla hareket etmekte oldu­ğunu ispatladığım zaman gerçek hepsinden de

daha kutsaldır."


Sonuç

Sonuç olarak

özetlemek gerekirse, Kepler bütün eserlerinde ve yaşantısında Pitagor-cu bir

geleneğin zaman zaman yoğunlaşabilen etkisini yansıtmış ise de, bilhassa Uluğ

Bey'den Tycho Brahe'ye ve ondan da kendisine intikāl eden gözlem sonuçları

üzerindeki çalışmaları ve kendisinde gelişmiş presizyon fikri, Kepler'i sırf

murâkabe ve mükâşefeye dayanan Pitagor-cu diyalektikten zaman zaman

uzaklaştırarak onda, gerçekten de çağdaş anlamda bilimsel sayılabilecek

verimli bir şüpheciliğe dayanan kritik bir düşün­cenin ve

kendisinden sonraki kuşaklara alem olacak verimli bir di­yalektiğin oluşmasına

yol açmıştır.





*

* *








[1]1)

Felsefe Arkivi, İst. Üniv. Edeb. Fak., cilt:21, s.55-67, 1978. 2)

Bilgi Pınarı, Sayı:1, Millî

Kütüphâne Başkanlığı, Ankara, Temmuz 1991.

Tasarım & Geliştirme | kerataif