Buradasınız
KEPLER'DE PİTAGOR-CU DÜŞÜNCENİN EVRİMİ
PİTAGOR-CU DÜŞÜNCENİN EVRİMİ[1]
Prof.Dr.
Ahmed Yüksel ÖZEMRE
*
* *
Târihte
Pitagor-culuğun Yeri
doğru Sisam adasında doğmuş olduğu rivâyet edilen Pitagor (Fisagor)'un efsânevî
şahsiyetine bağlı olarak, bir bilim olmaktan çok, murâkabeye dayanan bir mezheb
şeklinde gelişen ve yayılan Pitagor-culuğun spekülâtif vechesi MS
XVII. yüzyıla kadar zaman zaman bazı müstesnâ şahsiyetlerin yaşantılarını,
öğretilerini ve eserlerini renklendiren bir zihniyet olarak tecellî
edegelmiştir.
bu mezhebin sırlarını Filolaos'un tevdi etmiş olduğu ve ünlü filozofun
Timaios isimli eserindeki spekülâsyonların da Pitagor-cu bir
geleneği yansıttıkları bilinmektedir. Platon'un dostlarından Taranto'lu Arhitas
da özellikle mûsıkî hakkında Pitagor-cu spekülâsyonlar geliştirmiştir. MS 500
sıralarında, hayvanlar üzerindeki ilk teşrihi yapmış olduğu kaydedilen Kroton'lu
Alkmeon da Pitagor-cu düşünceyi tıbba ithâl etmiş gözükmektedir. Kezâ MS 538
sıralarında Metaponte'li Hippas'ın da aynı mezheb etrafında epeyi mürîd toplamış
olduğu bilinmektedir.
Rönesans döneminin
en ünlü iki Pitagor-cusundan biri 1445'de Umbria'da doğup 1517'de Roma'da ölen
Luca Pacioli (luka paçôli diye okunur) isimli Fransisken papazı; diğeri
ise 1493 ilâ 1541 arasında yaşamış ve Paracelsus takma adıyla daha çok tıb
alanında eserler vermiş olan Philippus Aureolus Theophrastus Bombastus von
Hohenheim'dir (filipus avreolus teofrastus bombastus fon hôhınhaym diye
okunur).
yayınladığı Kutsal Oran Hakkında isimli eseriyle yalnızca
Pitagor-culuğun özellikle geometrik şekiller üzerindeki düşüncelerini bir araya
toplamakla kalmamış, fakat bu eseriyle aynı zamanda başta Leonardo Da Vinci
olmak üzere bütün rönesans dönemi ressam ve mîmarlarının eserlerinde
kullanacakları geometrik ilkelerin de ilhâm kaynağı olmuştur.
Kepler'e gelinceye
kadar zuhur etmiş olan Pitagor-cu zevk ve meşrebi haiz ünlü kişilerden böylece
bir kaçına temas ettikten sonra şimdi de Pitagor-culuğun köken ve evrim
cihetiyle ne demek olduğuna kısaca bir göz atalım.
Pitagor-culuğun
Amacı ve Mâhiyeti
şimdiye kadar yapılan incelemelere göre, bilgiden politikaya kadar (ve bu arada:
ahlâk, din, estetik, mûsıkî, mimarî ve ilh... den geçmek sûretiyle) pek çok
alanda söz sâhibi olmak iddiasında olan bir hikmet mâhiyetindedir.
Bu hikmet, tıpkı islâmî tarîkatlarda olduğu gibi, bir
mürşid'in etrafında toplanmış olan mürîdlerin her biri
tarafından ancak uzunca süren bir seyr-ü sülûk (inisiyasyon) ile
kazanılıp gerçekleştirilebilmekteydi.
Bu inisiyasyonun ilk
kısmının iki ilâ beş yıl kadar sürdüğü tesbit edilmiş ise de, bu ilk kısmın
başarıyla tamamlanmasının peşin şartı; mürîdin belirli bir zaman süresinin
dolmasını beklemesi değil, fakat herhâlde, mürşidinden öğrendiği bilgileri
gerçekten de kendine mal edebilecek hazımlılığı gerçekleştirebilmesindeki
yeteneği idi. Nitekim inisiyasyonun bu ilk safhasında, mürîdler, mürşidlerinin
sohbetine ancak bir perdenin ardından erişebiliyorlar ve onun ne yüzünü görmeye,
ne de ona herhangi bir soru sormaya izinleri bulunuyordu.
Ayrıca, sabahın
erken saatlerinde gezinti yapmak ve dua etmek; sık sık oruç tutmak; hayvânî gıda
almamak, hiçbir sûretle kurban kesmemek ve bakla yememekle de mükellef tutulan
mürîdler, günlerini Pitagor-culuğa has bu şer'î hükümleri uygulamak ve
mürşidlerinin perde ardından eriştikleri sohbetlerinde kendilerine telkin olunan
ana temalar üzerinde murâkabeye dalmakla geçiriyorlardı.
Kabaca, bir tekke ya
da bir manastır disiplinini hatırlatan bu hayat, hem alınan gıdâlardaki protein
eksikliğinin ve hem de sık sık tutulan oruçlann da etkisiyle mürîdin: (1) arzu
ve ihtiraslarının uyartılma yeteneğinin çok zayıflamasını, (2) hareketlerinde
âhenkli ve halâvetli olmayı, (3) zihinde çağrışım mekanizmasının uyartılma
eşiğinin çok düşük seviyede tutulmasını ve, dolayısıyla, (4) mürşidin işlediği
temaları konu alan birtakım yakaza (vizyon) görme hâllerinin gerçekleşmesini
temin etmekteydi.
Bunların sonucu
olarak, gene mürşidlerinin sohbetlerinde telkin ettiği ana temalar etrafında,
mürîdin kendi nefsinde gerçekleşen murâkabe ve mükâşefeler onu, bu âlemdeki
eşyânın günlük hayatta alışılagelmiş bir idrâk ile kavranmasının çok ötesinde,
aşkın bir idrâk ve bilincini kendine mal edip özümlemesine yol
açabiliyordu.
Genellikle saflığa,
arınmışlığa delâlet eden beyaz renkte yün ya da gene beyaz renkte kenevirden
yapılmış üniformavârî bir kıyafet giydikleri rivâyet edilen Pitagor-cular,
seyr-ü sülûklarının bu ilk kısmını tamamlayıp da nefislerinde mürşid-lerinin
zuhurunu beklediği halleri ve bilinç düzeylerini gerçekleştirdikten sonra bam
başka bir ahkâma (bir şeriata) tâbi' oluyorlar; önceden
kendilerine haram olan bazı şeyler ve davranışlar helâl ve önceden kendilerine
helâl olan bazı şeyler ve davranışlar da haram kılınıyordu. Özellikle de
üzerlerinden soru sormama ve konuşmama yasağı kaldırılıyor; aksine ders vermeye
mezun sayılıyorlardı. Bu safhadaki mürîdlere matematikçiler
denilmekteydi.
Pitagor-culukta
Matematiğin Yeri ve Rolü
mürşidlerinden almış oldukları feyz ile, tabiattaki olayları tek bir
prensip açısından görmeye ve çözümlemeye gayret göstermekteydiler. Bu
mertebedeki Pitagor-cular "eşyâ sayılardan ibârettir" veyâ
"her şey sayıdır" demekle, sayıyı ilâhlaştırmamış olsalar bile,
ona bütün eşyâda tecellî eden ilâhî bir sıfat mâhiyeti atfetmekteydiler.
İzmir'li Teon'un Pitagor-cular hakkında verdiği bilgiye göre: "Pitagor-cuların
mezhebinde sayılar, bütün eşyânın ilkesi (veyâ eski, fakat semantik bakımından
daha uygun bir deyimle, ayn'ı), kaynağı ve köküdürler." Gene de
belirtelim ki bu tutum, doğrudan doğruya, mürşidlerinin sohbet ve öğretilerinde
kendilerine aşılanmış bulunan "dünya görüşü"nü yansıtmaktaydı.
Bazı bilim ve felsefe târihçileri
bu: "Her şey sayıdır" deyiminde, anlamanın ve izah etmenin her şeyden önce
ölçmek, yâni bazı şeylere (bir kere için sâbit bir şekilde kabûl edilmiş bazı
esaslar ve yol-yordama göre) sayılar tekābül ettirmek demek olan çağdaş bilim
anlayışının tohumunu görmüşler ve Pitagor'u, bu dâhiyâne sezgisi dolayısıyla,
yüceltmişlerdir. Ama bu değer yargısının sübjektif ve mübalâğalı olduğu
âşikârdır. Zirâ Pitagor'un âlemin âhenk ve nizâmına sayının (veyâ sayı olarak
tecellî eden ilâhî bir sıfatın) hâkim olduğu kanaatini izhâr etmesi keyfiyeti
ile, eşyâ ile sayılar arasında çağdaş bilim anlayışına göre bir tekābüliyetin
mevcûd olması keyfiyeti gerek psikolojik, gerekse ontolojik bakımdan çok farklı
düzeylerdedir.
kanaatine akılcı bir tümevarım veyâ bir ekstrapolâsyon yoluyla değil, fakat
mâhiyeti itibâriyle sübjektif olan murâkabe ve mükâşefe yoluyla varmıştır. Öte
yandan bu kanaatin epistemolojik bir değer kazanabilmesinin kriteri de şüphesiz
ki böyle bir tekābüliyetin topolojisinin ve yol-yordamının (algoritmala-rı'nın)
açık ve seçik bir tarzda tesbit olunabilmesidir. Oysa ki bunlar Pitagor'dan
rivâyet olunan açıklamalarda tamamen cenîn hâlinde bulunmakta olup evrensel bir
vasfı da haiz değildirler. Bütün bunlardan başka Pitagor-cuların her sayının,
her şeklin, her hacmin âlemin düzeni içinde sâhip olduğu bir nefsi, bir
ferdiyeti ve hattâ bir şahsiyeti bulunduğuna dair inanç (meselâ çift sayıların
dişi ve tek sayılann da erkek oldukları şeklinde) bâtıl birtakım îtikadlara yol
açtığı gibi, matematik alanında yapmış oldukları gerçek keşifleri dahi bu bâtıl
îtikadlardan neşet eden karanlık ve muğlâk, her hâlükârda gerçek dışı ve
dogmatik spekülâsyonların esiri kılmış; Pitagor-cu-luğun çok kere bir nevi
hurûfîliğe, bir nevi aritmolojiye dönüşüp yozlaşmasına ve hikmetinin de
unutulmasına sebep olmuştur.
Böylece ilk
sâfiyetinden ve ruhâniyetinden uzaklaşan Pitagor-culuk şer'î ve pratik
vechelerini kaybederek spekülâtif bir yobazlık şekline bürünmüştür.
Buna bir misâl
vermiş olmak için Pitagor-cuların büyük önem atfettikleri düzgün çokyüzlüleri
göz önüne alalım. Bilindiği gibi düzgün çokyüzlüler, aynı bir çokyüzlü için,
özdeş düzgün çokgenlerden oluşan yüzleri haiz cisimlerdir. Hepsi de kürenin
içine çizilebilen bu düzgün çokyüzlüler: düzgün dörtyüzlü (tetraedra), düzgün
sekizyüzlü (ortaedra), düzgün altıyüzlü ya da küp, düzgün yirmiyüzlü (ikozaedra)
ve düzgün onikiyüzlü (dodekaedra) olup toplam olarak beş tanedir. Pitagor-culuk
her bir düzgün çokyüzlüyü bir cevhere atfetmektedir. Böylece sembolik olarak
ateş düzgün dörtyüzlü ile, hava düzgün sekizyüzlüile,
toprak düzgün altıyüzlü ya da küp ile, su dadüzgün yirmiyüzlü ile gösterilmektedir. Bu dört cevheri kuşatıp birleştiren
beşinci cevher olarak kabûl edilen heyûlâ'nın sembolü ise düzgün onikiyüzlü idi.
Bu Pitagor-cu düşünce tarzının Platon'u ne derecede
etkilemiş olduğunuonun
Timaios isimli eserinde kolaylıkla görmekmümkündür.
sırlarını keşf ve idrâk etmeye yönelik bu cins bir Pitagor-cu matematik
zihniyeti matematiğin otonomi kazanmasına ve haiz olduğu imkânların bilincinin
uyanmasına yüzyıllar boyu engel olmuş ve felsefe ile metafizik arasında sıkışıp
kalan matematiğin doğal gelişim yönünü bulmasını hemen hemen Rönesans'ın sonuna
kadar kösteklemiştir
Pitagor-culukta
Fiziğin Yeri ve Rolü
mürîdlerin eriştikleri üçüncü merhale fizikçiler mertebesiydi. Bu
olgunluğa erişen mürîdler, tabîatta vuku bulan olayları ve özellikle, bu
olaylarda ilâhî bir sıfat olarak "sayı"nın nasıl tecellî ettiğini
araştırmaktaydılar. Önceleri, tamamen, bir etik'e (bir ahlâk'a) yönelik murâkabe
ve mükâşefeye dayanan bir hâl, bir mânevî zevk ve meşreb ve bir neş'e olarak
telâkki olunan bu merhale (bunun nefislerde gerçekleşip özümlenmesinin zorluğu
ve bunu gerçekleştirmede yol gösterici rol oynayan kâmil
mürşidlerin gitgide azalmaları dolayısıyla) yavaş yavaş
bozularak, ancak kolay olan tarafı, yâni lâftan ibâret olan spekülâtif tarafı
kalmış ve bu vechesiyle de kimi zaman düpe düz imanî bir umde (dogma) olarak,
kimi zaman bir bâtıl îtikad olarak ve kimi zaman da anahtarı maalesef geçmiş
yüzyılların karanlığında kaybolmuş bir hikmet ve irfandan
(gnosisden) artakalan bir kırıntı olarak rönesansın son devrelerine kadar
süregelmiştir.
Pitagor-culuğun ilk
sâfiyet devrini karakterize eden en bâriz vasıf, bunun, sayı kavramını yol
gösterici bir ilke olarak kullanarak âlemdeki Vahdânî düzenin bir bütün olarak
idrâk ve şuuruna doğru mânevî bir yükselişi gerçekleştirme gayretini yansıtan
bir hâl ve mânevî zevk mezhebi olmasıdır. Bunun gerçekleştirilmesindeki
psikolojik güçlükler ve bir de ehil olmayan mürşidler bu hâl ve mânevî zevk
mezhebinin psödo-rasyonel bir söz kalıbına, daha doğrusu spekülâtif bir nevi
hurufîlik ve aritmoloji kalıbına dökülerek
soysuzlaşmasını çabuklaştırmıştır.
Biz gene Pitagor-cu
anlamdaki fizikçilere dönecek olursak, bunların dikkatinin daha ziyade mûsıkî,
mîmarî ve astronomi konularında odaklandığını görürüz.
Mûsıkî
Pitagor-cu fizikçinin dikkati özellikle seslerin âhengi, yâni harmoni üzerinde
toplanmıştır. Âhenk, esâsında, her varlığın yapısındaki farklı ve hattâ zıt
unsurları tevhîd eden (birleştiren) bir ilkedir. Yukarıda da değinilmiş olduğu
gibi, mezhebinin öğretisi gereği âlemi vahdet (birlik) açısından algılamak
zevkinde olan gerçek Pitagor-cu için, zıtlıkları giderici her ilke ve bu ilkeden
hareket ederek zıtlıkları bağdaştırıp yüksek bir idrâk çerçevesi içinde uyumlu
kılmaya yönelik her yol-yordam (metod) mukaddestir. Mûsıkîde seslerin âhenkli
oluşu, yâni harmoni bilgisi, aslında gizli bir aritmetiğe dayanmaktadır.
Mûsıkîde, çalgılar ve ses aracılığıyla duygulara hitâb eden bu harmoni, aslında,
muhâtabı akıl olan ve sayılarda gizli kalan harmoninin bir tecellîsinden başka
bir şey değildir. Şu halde ontolojik bakımdan sayı eşyâdan ve akıl da sayıdan
önce gelmektedir.
Mûsıkîde konsonans
ve dissonansların araştırılmasının ve bunların aralarındaki aritmetik
ilişkilerinin tesbitinin, hem çeşitli çalgıların yapımında ve hem de ortaya
akustik bakımından birçok problemin çıktığı tiyatroların inşâsında önemli
gelişmelerin kaydedilebilmesi sonucunu doğurmuş olduğunu da ilâve etmek
gerekir.
Harmonik
aralık
fikri eski çağlardaPitagor-cuların etkisiyle o kadar gelişmiştir ki, bazı Grek mâbetleri bunun
taşlaşmış misalleridir. Gerçekten de, meselâ Atina'daki Partenon'un içinde
bulunan sütunlar ile binanın cephesindeki sütunları ayıran aralıklar
incelendiğinde, bunların "Pitagor gamı" ile tamâmen aynı orantıda sayılar
vermekte oldukları ortaya konulmuştur.
Böylelikle mîmarîye
de geçmiş olan Pitagor-cu gelenek, içerdiği bütün semboller ve bunların bâtınî
anlamlarıyla birlikte MÖ I. yüzyılda yaşamış olan Vitruvio'nun De
Architectura isimli eseri ile yukarıda anılmış olan Luca Pacioli'nin
Kutsal Oran Hakkında'ki eserinde bulmak mümkündür. İşte bu tür
geleneklerdir ki, sâdece, ağır ve girift bir sembolizme dayanan ortaçağ gotik
sanatının doğmasında etken olmakla kalmamışlar, hattâ rönesans mîmarîsini bile
derinden derine etkilemişlerdir.
Astronomi
Cumhuriyet isimli eserinde mûsıkî ile astronominin iki
kardeş bilim olduklarını söyler ki, bu, Pitagor-cu geleneğe uygun bir beyândır.
Nitekim Pitagor-cu geleneğe göre mûsıkîdeki âhenk göklere de
yansımaktadır.
rivâyet olunduğuna göre, Pitagor-cular için, her biri birer nefs
ve akıl sâhibi olan gezegenleri göklerde taşıyan kürelerden
Ay'ınki Arz'a en yakın olanı olup, Merkür ve Venüs'ünkiler sırayla ondan sonra
gelmektedirler. Güneş'i taşıyan küre dördüncü olup onu Mars ve Jüpiter'inkiler
izlemekte, Satürn'ünki ise yıldızlara en yakın ve en son yedinci küreyi
oluşturmaktadır.
yedi semavî küre ya da yedi kat gök, ikişer
ikişer birbirlerini ayıran aralıkların, bir oktavı oluşturan seslerin
aralıklarına tekābül etmeleri dolayısıyla(!) lîr ya da çenk denilen yedi telli
çalgının da verdiği seslere tekābül etmektedir. Bu itibârla âlem yedi
telli çenk misâli olup, Pitagor-cular için mûsıkî gamı da, aslında,
kozmik bir olgu ve astronomi de semavî bir mûsıkîden başka bir şey
değildir.
Pitagor-culukta Olgun İnsan
(İnsân-ı Kâmil) İdeali
kürelerinin kendi eksenleri etrafında dönerlerken çıkardıktan mûsıkîyi idrâk
etmek Pitagor-cu fizikçilerin en yüce ideallerinden biriydi. Ama bu
mûsıkîyi algılamak her fâniye nasip olamıyordu. Nasıl ki ormandaki bir kimse
ağaçları görmekten ormanı göremezse veyâ daha felsefî bir ifâde tarzıyla, nasıl
ki her şeyde tecellî eden âraz o şeyde gizli olan
cevhere perde olursa, Pitargor-culuğa göre, âlemi oluşturan gök
kürelerinin yedi telli çenk misâli çıkardıklan mûsıkînin bizatihi içinde bulunan
insanlar da, kendilerini, yâni duygularını ve akıllarını âlemdeki âraza
kaptırmış oldukları için, bu mûsıkîyi algılayamamaktadırlar. Böyle aşkın bir
idrâkin gelişebilmesi ve beşerin âraz ile cevherleri, ve cevherler aracılığıyla
da âlemin ve âlemdeki bütün tecellîlerin, bütün cevherlerin, bütün ârazın yegâne
kaynağı olan âlemin özünü (eski deyimiyle âlemin
zâtını) temyiz edebilmesi ve mânevî zevkine varabilmesi için de özel bir
mânevî eğitime ihtiyâç vardır.
erişmiş olan ve bir olgun mürşidin nezdinde bu gözlem ve temyiz yeteneğini
kazanmış bulunan Pitagor-cu mürîdin kendisinin de olgun mür-şidler safına
geçmeye ve âlemdeki bu ilâhî mûsıkîyi sürekli olarak dinlemeye hem yeteneği ve
hem de hakkı olmuş olur. Ancak, buradaki dinlemek fiilinin bu kapsamda haiz
olduğu semantik değerin, kulağın işitmesiyle ilgisi olmayan sembolik bir anlama
işâret edebileceğine de dikkati çekmek gerekir
.
bilim alanına yansımış olan sonuçlarının esas motivasyonları ve aslında
dinî-felsefî bir özelliği olan bu mezhebin bâtını vechesinin sırları ve amaçları
ile taşıdığı mesajın anlamı, ancak Pitagor-culuktan bu yana dünyanın çeşitli
yerlerinde ve çeşitli iklimler altında ortaya çıkmış olan bu tür düşünce
ekollerinin getirdikleri davranış ve kavramların, Pitagor-culuğunkilerle
paralel oluşlarından esinlenerek ve özellikle, bu ekollerin davranışlarını ve
getirmiş oldukları kavramları semantik bakımından ayrıntılı bir şekilde
inceleyebilmemizi mümkün kılacak tarzda elimizde daha çok belge bulunması sonucu
mümkün olabilecektir.
metodunun epistemolojik bir değeri haiz olabilmesi için şu iki varsayımdan
birine dayanması gerektiği de aşikârdır:
- ya,
Pitagor-culuktan sonra zuhur eden ve gerek bazı davranışlar gerekse bazı
kavramlar bakımından onunla benzerlikler arzeden bütün ekoller doğrudan doğruya
Pitagor-culuktan esinlenmişlerdir;
- ya da, gerek
Pitagor-culuktan gerekse ondan evvel ve sonra zuhur etmiş olan ekollerden de
bağımsız; bunların ve hattâ insan mâkûlesinin ötesinde olan) aşkın ve değişmez
tek bir gerçek, çeşitli zamanlarda ve çeşitli iklimler altında insan
mâkulesine, aşağı yukarı aynı mâhiyetteki semboller aracılığıyla
yansımış bulunmaktadır.
Kepler'deki
Pitagor-cu Mistik Şevk ve Heyecan
kısaca değinmiş olduğumuz bu tarzdaki metafizik spekülâsyonları bir yana
bırakarak, şimdi artık, davranış bakımından değil de, belirli bir irfan zevkini
aksettiren spekülatif bilgi açısından Pitagor-culuğun Johannes Kepler'in
(doğumu: Weil-der-Stadt, 27.12.1571; ölümü: Regensburg: 15.11.1630) eseri
üzerindeki yankılarını incelemeye dönebiliriz.
bakılsın, ya eserin bir boydan bir boya tümünde, ya da orasına burasına
serpiştirilmiş bazı paragraflarında Pitagor-cu mistik bir düşüncenin derin
izlerini teşhis ve tesbit etmek mümkündür.
âhenge olan derin ve mistik inancının etkisi altında 1619'da tamamlamış olduğu
Harmonices Mundi (Âlemin Ahengi) isimli eserinde Kepler,
Pitagor-cuların yukarıda mûsıkî ve astronomi ile ilgili olarak değindiğimiz
fikirlerini ele almakta ve işlemektedir. Bu eserin tamamlanmasından üç ay önce
kızı ölmüş olan Kepler, aynı târihlerde Prag arşövekinin kendi jüridiksiyonu
altındaki bölgede bir protestan mâbedini kapatıp yıktırması üzerine
protestanların imparatorluk niyâbet meclisi danışmanlarından üç kişiyi
Prag'daki Hradçani Şatosu pencerelerinden aşağıya atmalarıyla başlamış olan
kargaşalıkları da telmih ederek bu eserin bir yerinde "Arz Mi-Fa-Mi sesi
vermektedir ki biz de buradan yurdumuz üzerinde sefalet (lâtincesi: Miserere)
ve açlığın (lâtincesi: Famina) hüküm sürdüğü sonucunu çıkartabiliriz"
demektedir. Bu tarz bir zihniyetin tam anlamıyla Pitagor-cu bir zevki
aksettirmekte olduğu ise aşikârdır.
Mysterium Cosmographicum (Âlemin Sırrı), gerek 1609
târihli Astronomla Nova (Yeni Astronomi), gerek 1619 târihli
Harmonices Mundi (Âlemin Ahengi) ve gerekse 1618
ilâ 1621 arasında yayınladığı 7 ciltlik Epitome Astronomice Copernicanae
(Muhtasar Kopemik Astronomisi) isimli eserlerinde semavî düzeni keşfetme
yönündeki cehdi ve ihtirâsı apaçık bir şekilde görülen Kepler, tamamen
Pitagor-cu bir geleneğin etkisiyle, sayının âleme hükmetmekte olduğunu ve kendi
görevinin de Allāh tarafından vaz olunmuş olan harmonik oranları keşfetmek
olduğunu ve artık: "Cenâb-ı Hâlik'in yedi telli irfan çengini terennüm
ettirmek gerektiğini" beyân etmektedir.
heyecanını, meselâ Âlemin Ahengi isimli eserinde: "Hiç bir şey
bana engel olamaz! Kendimi, içimi saran kutsal ihtirâsa terk edeceğim. Eğer
sonunda affedilecek olursam sevinecek, mahkûm edilecek olursam da buna
tevekkülle katlanacağım. Çağdaşlanmın da, benden sonra gelecek olanların da
bunu okumaları beni hiç ilgilendirmiyor. Eğer Cenâb-ı Hakk bir keşif ehlinin
zuhuru için altıbin yıl beklemişse, ben de bir okurun zuhuru için pekâlâ yüz yıl
bekleyebilirim" şeklinde ve daha başka eserlerinde de meselâ: "Tek
isteğim, Zâ'tını mahlûkatın yapısında idrâkime tecellî ettiren Cenâb-ı Hakk'ı
kendi içimde de idrâk edebilmektir" ve kezâ, "Ey Sana olan hamdimizin
nûruna bize eriştirmek için, tabîatın nûru aracılığıyla, rahmetinin nûrunun
arzusunu içimizde uyandıran Rab'bım, Hâlik'im! Senin izninle kudretinin ef'alini
hayranlıkla seyrettiğim hallâkiyetinin murâkabesiyle bana lûtfetmiş oldukların
için Sana hamd olsun!" şeklinde mistik bir lirizm dolu pasajlarla dile
getirmişti.
Kepler'in
Astronomisinde Pitagor-cu Kalıntılar
25 yaşındayken yayınlamış olduğu Âlemin Sırrı isimli küçük
kitabında Pitagor-cu düşünceleri, bunlardan yeni sentezler gerçekleştirecek
derecede, iyice hazmetmiş olduğunu ortaya koymuştur.
Pitagor-cuların yukarıda sözü edilen düzgün çokyüzlüler hakkında
spekülâsyonları, diğer yandan da gezegenlerin hareket eden semavî küreler
üzerinde ve onlarla birlikte belirli bir ahenk içinde cevelân ettikleri
hakkındaki kanaatleri Kopernik sistemi ile bağdaştırma çabası içinde gözüken
Kepler, âlemin yapısını şöyle açıklamayı önermişti:
gezegenlerin, Kepler'in zamanında, en dışındaki gezegen olduğuna inanılan
Satürn'ü taşıyan küre içine çizilmiş bulunan kübün içine Jüpiter'i taşıyan küre;
onun içine de bir düzgün dörtyüzlü ve onun da içine Mars'ı taşıyan bir küre
çizilmiş bulunmaktadır. Mars'ı taşıyan kürenin içine çizilmiş olan düzgün
onikiyüzlü, Arzı taşıyan küreyi; o da Venüs'ü taşıyan kürenin içine çizilen
düzgün yirmiyüzlüyü ihtivâ etmektedir. En son olarak da Venüs'ü taşıyan kürenin
içine çizilen düzgün sekizyüzlü ve onun içine çizilmiş olan Merkür'ü taşıyan
küre gelmekte ve en ortada da Güneş bulunmaktadır.
çokyüzlü arasındaki aralıkların gezegenler arasındaki aralıklan sadâkatle
yansıtabileceği ümit edilmekteydi. Aynca gezegenlerin Güneşe en uzak konumda
bulunduklan afel noktaları ile Güneşe en yakın bulunduklan
pcrihel noktalan arasındaki uzaklık farklarını da izah edebilmek
için, gezegenleri taşıyan her bir küre yüzeyinin ihmâl edilemeyecek bir
kalınlığı olduğu kabûl edilmekteydi.
model her ne kadar Kopemik'in vermiş olduğu rakamlarla tamamen uyuşmuyorsa da,
Kepler'de Pitagor-cu geleneğin ağırlığı o derece fazladır ki, bu eserini
yayınladıktan yirmi sene sonra dahi bunu reddetmemekte ve hattâ: "Bunu bana
yazdıran, sanki semavî bir kehânetmişcesine bu küçük kitap, Allāh'ın aşikâr
bütün ef'alinde olduğu gibi derhal, bütün bölümleri bakımından mükemmel ve
baştan başa doğru olarak kabûl edildi"
diyebilmektedir.
Âlemin Ahengi adlı eserinde ifâde ettiği üçüncü kānûna yol
açan gayretin de dikkatle yürütülmüş bir tümdengelimden çok Pitagor-cu bir
sezginin sonucu olduğuna da işâret etmek gerekir.
Kepler'in
Pitagor-culuktan ayrıldığı noktalar
araştırmalarında sevk ve idare eden motivasyon, "Âlemde saklı gizli bir
sımn ve düzenin var olduğu"na dair mistik bir inanç şeklinde ortaya
çıkan Pitagor-cu bir idealdir.
hâliyle dahi Pitagor-culuğun muhayyele, murâkabe ve mükâşefeye dayanan
pasif bir zevk hâli olmasına karşılık, Kepler'de Pitagor-cu bir
temel üzerine ilâve olunan dinamik bazı hasletler ona bir ayağı
ortaçağda, diğer ayağı ise yeniçağda bulunan bir köprü vazifesi gören müstesna
bir yer atfetmektedir.
olsun, bunlann ortaya konuşu esnâsında Kepler'in takındığı tutum ve
davranıştaki dinamik elemanlar onun orijinalliğinden başka, yepyeni ve objektif
bilimsel sonuçlar elde etmesini de sağlamaktadırlar.
araştırılmaksızın gezegenlerin hareketlerini tasvirî bir şekilde yansıtan bazı
modeller vardı. Kepler olayların bu tasviri yerine, akılcı bir açıklama koymaya
teşebbüs etmiştir. Bütün bunların üstünde, presizyon merâkı bir hastalık
derecesinde gelişmiş olan Kepler, Platon ve Aristoteles'den (Aristo'dan)
itibâren Ptolemaios (Batlamyus) ve Kopernik'den geçmek sûretiyle kendisine
gelen ve "dairenin en mükemmel semavî şekil olduğu" hakkındaki önyargıyı ancak
Tycho Brahe'nin gözlemleri üzerinde yaptığı yüzlerce ve hattâ binlerce sayfa
hesap müsveddesi sonucu bir kenara itmeye mecbur kalarak gezegenlerin
yörüngelerinin daire değil de, Güneş'in odaklarından birini işgāl ettiği
elipsler olduğu sonucuna varmıştır.
yörüngeler üzerinde gezegenlerin hızlarının sâbit kalmadığını da tesbit eden
Kepler, bunun sebebini izah etmek için Güneş ile gezegenler arasında
mıknatısvârî bir çekimin mevcûd olduğu; yörüngeleri üzerinde seyrederlerken,
gezegenlerin Güneşe dost(!) ya da düşman(!) kutuplarını göstermelerine göre
Güneş tarafından çekilip ya da itilmeleri sonucu yörüngeleri üzerindeki yer
değiştirme hızlarında bir farklılık meydana geldiğini savunan bir de teori
ileri sürmüştür.
yaptığı gözlemler üzerindeki sabırlı hesapları sonunda, Ptolemaios'danberi
süregelen bir geleneği bir anda bertaraf ettirecek şekilde ortaya çıkan bir
sonucu kuru kuruya gözleyip tescil etmek yerine, bu sonucun bir de sebebini
açıklayabilmek için mâkul ve fiziksel olaylarla da uyuşan bir teori kurma
teşebbüsü işte, Kepler'i Pitagor-cu diyalektikten kopanp gerçekten de çağdaş
bilimsel diyalektiğe yönlendiren olağanüstü önemli ve karakteristik bir
davranıştır.
teorik ve mistik muhayyele zenginliği yanında imânî umdelere kuvvetli bir
inanç, diğer taraftan da kesin bir presizyon endîşesinin olayları gözlemlerden
çok, sebepleriyle idrâk ve izaha yönelik gayreti arasındaki çelişkileri,
Kepler'in, kendi nefsinde birleştirebilmiş olması da bir anlamda zıtları tevhid
etmeye yönelik Pitagor-cu idealin gene de belirli bir vüs'atte gerçekleşmesi
değil midir?
ve hayatı üzerinde derin izlerini taşıdığı bütün Pitagor-cu geleneğe rağmen
Kepler'in o çelişki ve paradoks dolu şahsiyeti zaman zaman çok berrâk kritik bir
idrâk ve görüş sâhibi olabileceğine dair misâller vermiştir. Özellikle, henüz
bir gençlik eseri olan Yeni Astronomi'nin girişinde, bilim ve
kilisenin öğretisi arasındaki çelişkileri büyük bir berrâklıkla dile getirerek
kilisenin otoriter öğretisine karşı aklın üstünlüğünü şöyle belirtmiştir:
"Tabîat bilimleri bakımından kilise azîzlerinin düşüncelerine gelince bunu
tek kelimeyle, otorite'nin ağırlığının teolojide geçerli olmasına karşılık,
felsefede sâdece aklın ağırlığının geçerli olduğunu söylemekle
cevaplandıracağım. Buna göre Arzın yuvarlaklığını inkâr etmiş olan Lactance azîz ilân
edilmiştir. Arzın yuvarlaklığını kabûl edip de antipodları reddeden Augustinus
da azîz ilân edilmiştir. Arzın küçüklüğünü kabûl edip de hareketini inkâr eden
Engizisyon Mahkemesi de kutsal ilân edilmiştir. Ama benim için, Kilisenin
allâmelerine borçlu olduğum bütün saygıya rağmen felsefeye dayanarak Arzın
yuvarlak, her tarafı antipodla dolu, ihmâl edilebilecek kadar ufak ve yıldızlar
arasında hızla hareket etmekte olduğunu ispatladığım zaman gerçek hepsinden de
daha kutsaldır."
Sonuç
özetlemek gerekirse, Kepler bütün eserlerinde ve yaşantısında Pitagor-cu bir
geleneğin zaman zaman yoğunlaşabilen etkisini yansıtmış ise de, bilhassa Uluğ
Bey'den Tycho Brahe'ye ve ondan da kendisine intikāl eden gözlem sonuçları
üzerindeki çalışmaları ve kendisinde gelişmiş presizyon fikri, Kepler'i sırf
murâkabe ve mükâşefeye dayanan Pitagor-cu diyalektikten zaman zaman
uzaklaştırarak onda, gerçekten de çağdaş anlamda bilimsel sayılabilecek
verimli bir şüpheciliğe dayanan kritik bir düşüncenin ve
kendisinden sonraki kuşaklara alem olacak verimli bir diyalektiğin oluşmasına
yol açmıştır.
* *