Buradasınız
TÜRK TESBİHÇİLİĞİ
TÜRK
TESBİHÇİLİĞİ
Prof.Dr. Ahmed Yüksel
Özemre
İslâm âleminde tesbih, Allāh'ın
Esma'ü-l Hüsnâ'sını yâni Güzel İsimleri'ni ibâdet amacıyla ve belirli bir sayıda
zikretmek için kullanılan ve hemen hemen her sofu müslümanın cebinde taşıdığı
pratik bir araçtır. Aynı boyutları ve aynı şekli haiz 33, 99, 500 ya da 1000
adet dânenin (tânenin), en basit hâliyle, iki ucu
biribirine düğümlü bir ipe dizilmesinden oluşur. 500'lük ve
1000'lik tesbihler, eskiden tekkelerde ve daha çok toplu zikirlerde
kullanılırdı.
"Tesbih çekmek": baş ve işâret
parmaklarının orta parmak üzerine yerleştirilen tesbihin tânelerini bileğe doğru
hareket ettirmesiyle senkronize olarak Allāh'ın Güzel İsimleri'nden birini hafî
(içinden) ya da cehrî (sesli) olarak herbir tânede tekrarlamak
anlamındadır. Fakat tesbihin muhtelif parçalarının tornada çekilerek yapılmasından ötürü bu imâlât
işlemine de "tesbih çekmek" denilmektedir.
Tesbihin tâneleri genellikle kürevî (küresel, yuvarlak), beyzî (elipsoidal), şalgamî, üstüvânevî (silindirik) ve armudî olur. Çokyüzlü
kristal gibi fasetalı ya da farklı estetik biçimlerde oymalı, daha fantezi
biçimlerde olanları da vardır.
Tesbihin, tesbihçinin san'atini
sergileyen en önemli parçası tânelerin dizili olduğu ipin iki ucunun buluştuğu
yerdeki imâme'dir. Bu, tesbihin zarîf
görünmesini sağlamak üzere genellikle tânelerin uzunluğundan 4 ilâ 7 misli daha
uzun tutulan ve dönel simetriyi haiz olan bir parçadır. Boğumlarından birinde
hareket edebilen bir, iki ya da üç adet halka da bulunabilir. İmâmenin
altındaki iki delikten girip de üstündeki tek delikten çıkan tesbih ipinin iki
ucu helezonî biçimde burulur. Bu ipe birkaç adet (genellikle üç adet) küçük ve
ip üzerinde kayamayacak kadar ip deliği dar tutulmuş olan tâne daha eklenir. İki
ucu burulmuş olan ipin bittiği yere hâtime (ya da tepelik) denilen, şekli
tânelerinkinden farklı bir parça ilâve edilir. Hâtimenin üstündeki konik deliğe
tıpatıp oturan, çivi denilen ve alt tarafı aynı
konik şekli haiz olan kısım ise tesbih ipinin iki ucunun rabtedildiği kilit
noktasıdır. Zamanımızın büyük tesbihçilerinden Neyzen Niyâzi Sayın "çektiği"
bâzı tesbihlerde imâmeden sonra ve hâtimeden önce birer de Mevlevî Sikkesi şeklinde iki parça ilâve
etmektedir. Bâzı tesbihlerin ucuna ibrişimden, ipekten, gümüş ya da altın
tellerden yapılmış bir püskül takılır ki buna da kamçı denilmektedir.
Tesbihin diğer parçaları ise durak (ya da
nişâne) ve
pul'dur. Durak ya da nişâne 99'luk tesbihlerde 33. ve 66. tânelerden
sonra konulan ve tesbihin dışına doğru sarkan özel şekilli parçalardır. Bunlar
99'luk bir tesbihi 3 adet 33'lük kısma ayırırlar. Bâzen üzerilerinde hareketli
halkalar da bulunur. İşin tasavvufî derinliğine vâkıf tesbihçiler 33'lük
tesbihlerde yassı bir parça olan pulu "Pençe-i âl-i Abâ"ya yâni Hz Peygamber'in
Ehl-i Beyti'ne delâlet etmek üzere imâmeden i'tibâren her iki yanda 5., ve
99'luk tesbihlerde de "Oniki İmâm"a delâlet etmek üzere imâmeden i'tibâren her
iki yanda 12. tânelerden sonra koyarlar. Bu âdetin dışında, pulları 7. ya da 11.
tânelerden sonra koyanların sayısı fazladır.
Tesbih dizimi dahî ince bir iştir.
Tesbih ipinin iki ucunun helezonî buruluşu, uçlarının balmumulanışı,
imâmenin altındaki ve üstündeki düğümlerin atılışı herkesin kolay
kolay taklîd edemeyeceği bir mahâret ister.
çeşitli maddelerden tesviye edilmiş
olan tesbih tânelerinin çapı genellikle 4 ilâ 10 mm arasında olur. Daha büyük
çaplı tâneleri olan tesbihler de vardır ama bunların pratik bir faydası yoktur.
Ya süs için ya da kolleksiyonlar için yapılırlar. Tâneleri küçük olan
tesbihlere, halk arasında, "Zenne (ya da Kadın) Tesbihi" denir.
Tesbihçilik tıpkı hat san'ati, ebrû
san'ati gibi Türkler'in elinde ve ustalığında XIX. yüzyılda şâhikasına erişmiş
bir san'attir. Bu san'atin elimizdeki en eski örnekleri maalesef XVII. yüzyıldan
önceye ulaşmamaktadır.
Tesbihçiler arasında, bugün hepsi de
rahmetli olup da eserlerinde ustalıkları ile dillere destân olmuş olanlar
şunlardır: Tophâneli Sâdık usta, Mevlânâkapılı Mahmûd usta, Horozun Sâlih usta,
Kalafatçı Hasan usta, Yamalı Nûrî usta, Eyüplü Deli Tâhir usta, Balatlı Nûrî
usta, Fildişici Burhan usta, Kalemdar Hayri usta, Kehribarcıbaşı Ali usta,
Beşiktaşlı Sağır Rıfat usta ve öğrencisi Topuzun Halîl usta ve Tophâneli İsmet
usta. 1920'lerden sonra tesbihçilik san'ati merhûm: Hilmi efendi, Akgerdan
Mehmet Cemil bey, Edinekapılı Gâlib Başsaka efendi ile onun talebesi, Allāh uzun
ömür versin, Neyzen Niyâzi Sayın tarafından sürdürülmüştür.
Tesbihçilikde, eskiden, bir kemâne ile döndürülen, ağaçtan
yapılmış özel bir torna kullanılırdı. çargûşe denilen delici bölümle malafa denilen kalıp sol eldeki
kemâne aracılığıyla bir ileri bir geri döndürülür; puntalar arasındaki sıkıştırma sol
ayakla temin edilir; sağ el kullanılarak da
rende ve arda denilen kesici âletler
aracılığıyla tesbih parçaları çekilirdi. Bu ilkel tornalarla tânelerin
aynı boyutlarda çekilmesi büyük mahâret isterdi. Günümüzde hâlâ değerli tesbih
ustaları tesbih parçalarını elle çekmekteyseler de bâzıları da bilgisayarlı
hassas torna tezgâhlarını tercih etmekte ve eski ustaların eserlerini aynı
boyutlarda hemen kopyalayabilmektedirler. Ancak "bilgisayarlı torna tesbihçiliği" kopyacı
üretimden ileri gitmemekte ve tesbihçiliğin san'at yanını gitgide
öldürmektedir.
Tesbih parçalarının imâlâtında ise
ham madde olarak:
elmas, firûze, gümüş, kantaşı, katalin (
plâstik), lâpis lazuli, lületaşı,malekit, necef, Oltu (
Erzurum)taşı, şahçerağ, şahmaksut, yâkut,yeşim, yıldız (
kedigözü), zebercet,zümrüt, vs… gibi
mâdenî;2. deve kemiği, fil
dişi, gergedan boynuzu (
zergerdân),inci, kaplumbağa kabuğu (
bağa), mandaboynuzu, mercan, naka' (
deniz filidişi), sedef, toynak, vs… gibi hayvânî ve
3. abanoz, demirhindi,
düveydârî, gül ağacı, hindistan cevizi, kehribar, köknar, kuka, mâverd, narçıl,
öd ağacı, pelesenk, sandal ağacı, sırçalı kuka, sakız ağacı (nebik), yılan ağacı, zeytin ağacı, vs…
gibi nebâtî
çeşitli
maddeler kullanılmaktadır.
Tesbihlerin makbûl olanı tâneleri
büyüklük ve şekil bakımından aynı olanlardır. Ama eğer şu ya da bu sebebden
ötürü tâneler arasında büyüklük farkı zuhur etmişse bu takdirde bunlar en büyük
tâneden başlayarak en küçüğüne doğru dizilirler. Bu dizim şekline servi dizimi denir.
yüzyılın en büyük ebrû ustalarından biri olan Mustafa Düzgünman
tesbihlerden ve tesbihçilikden de çok iyi anlardı. Bir tesbihin
hangi maddeden yapılmış olduğunu bir bakışta isâbetle beyân ederdi.
Gençliğindenberi biriktirdiği ve çoğu nâdîde örneklerden oluşan
güzel bir tesbih kolleksiyonuna sâhipti. Bu merâkını Neyzen Niyâzi
Sayın'a da aşılamıştı, öyle ki kendisi de bir başka hezârfen olan Niyâzi
Sayın bu konuda yalnızca bir kolleksiyoncuya has bir tesbih
merakıyla
yetinmeyecek, bir müddet sonra Türkiye'nin en usta tesbihçekenlerinden biri olacaktı. Bu işden çok iyi anlayan Mustafa Düzgünman,
Niyâzi Sayın'ın o kadîm tornasından çektiği tesbih tânelerinin,
durakların, imâmelerin biçimine, zarâfetine ve simetrisine
hayrandı.
II. Mahmûd'un çuhadarbaşısı ve dedemin de dedesi olan Emin Ağa'dan
babama intikāl etmiş olan bir tesbih vardı. Bu tesbih Emin Ağa'ya bizzât
Sultân'ın hediyesi imiş. Fevkalâde parlak bir ağacı, halkalı zarif
durakları ve gene halkalı, altın süslü, nârin bir imâmesi vardı. Hakikî
bir tesbih uzmanı olan Mustafa Düzgünman bu tesbihe meftûndu. Aşınan
ipini değiştirip de yeniden dizmek gerektiği zaman, tesbihin maddî
ve bilhassa mânevî değerinin idrâkiyle bu işi büyük bir zevkle
yapard
ı.bahsini kapatırken Mustafa Düzgünman'ın san'atine hayranlık duyduğu
tesbihçi Halîl Usta (ki XX. yüzyılın ilk yarısında hâlâ hayatta imiş)
hakkında yazdığı lâtif manzûmeyi, kendi takdîmiyle, buraya almayı
münâsib gördüm. Farklı harflerle dizilen tesbihçilik tâbirleri
dışında, geçen bâzı kelimeler de ekli lûgatçede açıklanmıştır:
20
Şubat 1958 Cuma gecesi dört arkadaş (Ahmed Düzgünman, Niyâzi Sayın,
Uğur Derman, Mustafa Düzgünman) Teşvîkiye, Kalıpçı sokak, Villa
apartımanında mukıym, vâli mütekāidi Sedad (Erim) Bey'in nezdinde
mahfûz, merhûm Halîl Usta'nın tesbihlerini görmeğe gitmemiz
münâsebetiyle bir hâtıra:
Yağmurlu bir gece
idi; fırtınalı, hem soğuk,
üsküdar'dan Teşvîkiye
nâmlı semte doğrulduk.
Sokak sorup vâsıl
olduk Sedad Bey'in evine,
Karşılayıp aldı
bizi odasının birine.
Eski ahbap,
beyefendi, sevimli, hem hoş-kelâm,
Sohbetiyle etti
tenvîr, bizden ona çok selâm.
Hânesinin içi mefrûş,
eserlerle müzeyyen,
Yazı, resim, çini,
tezhip nevîlerle mülevven.
Derken hazret yan
odadan getirdi bir hazîne,
Bir de baktık,
tesbihlermiş; elhak, sanki defîne.
Aman Yârab, bu ne
san'at, bu ne eltâf dilrübâ,
Bu meşherin ezvâkına,
insan eyler iktidâ.
üstâd merhûm Halîl
yapmış, rûh-ı san'at mücessem,
Tesbihciler
kutbudur bak, âsâriyle müsellem.
Kuka, sandal, demirhindi, zergerdân, bağ, hem köknar,
Sırça kuka, zeytinağcı, kehrübâyla narçıl var.
üveydârî, ödağcıyla mâverd de var
içinde,
Oltu taşı, gümüş kamçı, hepsi başka
biçimde.
Bordo renkli,
alacalı sarı bağlar pek
enfes,
Kuka tesbih şâheserdir,
oymaları bir kafes.
İmâmeler, duraklarla tepelikler halkalı,
Oyma nakış, sâde güzel,
rengârenk, hem dalgalı,
Zeytinağcı tesbihe bak,
naka gibi
ışıldak,
Kehrübânın buzlusu da câzibeli
yuvarlak.
Altı dâne ölçüsünde imâmeler çok
güzel
Zarif hadde, ince delik, tepelikler
bîbedel.
ödâğcıyla mâverd, sandal, üveydârî pür
san'at,
Kokuları,
çekimleri hayrân eder, hem dilşâd.
Şalgamîyle beyzî şekil, uçlularla yuvarlak,
İmzâ atmış
tepeliğe, tamam olmuş san'at bak.
Uğur Bey'le Niyâzi'miz
almış ele bir kalem,
Biri çizer, biri
yazar; her birimiz bir âlem.
Halîl Usta ne
adammış, nasıl yapmış bunları,
Rûhu coşmuş, zevki
taşmış, ayân etmiş nûrları.
Tesbihlerin âmili
hiç ölmemiş de yaşıyor,
Zevk-i selîm
san'atkârı, anıp insan şaşıyor.
Rahmet olsun Halîl
Usta, şâd ettin sen bizleri
Müsterîh ol, zâil
olmaz san'atının izleri.
Dört arkadaş hayrân
olduk, sersemledik âdetâ,
Akıl serhoş, gönül
bîhûş, doymadık bu vuslata.
Şuûnât-ı İlâhî'dir,
merâyâda görünen
ârif bilir, kimdir
nakkāş; nukūşiyle övünen.
Mazâhirde sırr-ı Alî
nümâyandır, hoşca bak,
"Küntü kenzen..."
esrârıdır, hak gözüyle iyce bak.
Ehl-i Beyt'in
hürmetine, Yârab, Halîl kulunu,
Taksîrâtın afv
eyleyip, cennet eyle yolunu.
Memnûn, mesrûr,
müteşekkir, ol hânedan ayrıldık,
Avdet edip eve
geldik, dîvâneden sayıldık1
Ey Türbedâr! Fakîrâne
karaladın haylı lâf,
Hiç kıymeti yoktur
ammâ, aşk söyletti bir tuhaf...
Mustafa
DÜZGÜNMAN
27 Şubat 1958
Lûgatçe:
Mukıym: oturan. Mütekāid: emekli. Nezdinde: yanında. Mahfûz: saklı. Vâsıl olduk: vardık, kavuştuk.
Hoş-kelâm: sözü güzel. Tenvîr: aydınlatma. Mefrûş: döşenmiş. Müzeyyen: süslenmiş. Mülevven: renklenmiş. Eltâf: lûtuflar. Dilrübâ: gönlü kapan. Meşher: sergi. Ezvâk: zevkler. İktidâ: uyma. Rûh-ı san'at: san'at rûhu. Mücessem: cisimlenmiş. Kutb: bir mesleğin en yücesi.
âsâr: eserler. Müsellem: herkesçe kabul
edilen. Naka: deniz filinin dişinden
yapılan tesbih. Pür san'at: san'at dolu. Dilşâd: gönlü hoş. Ayân etmiş: meydana çıkarmış.
âmil: imâl eden, yapan. Zevk-ı selîm: doğru, sağlam zevk.
Şâd ettin: sevindirdin. Müsterih: gönlü rahat. Zâil olmaz: bitmez. Serhoş: sarhoş. Bîhûş: şaşkın. Vuslat: kavuşma. Şuûnât-ı ilâhî: ilâhî hâdiseler. Merâyâ: aynalar. ârif: ilâhî sırları bilen. Nakkāş: nakış yapan. Nukūş: nakışlar. Mazâhir: görünen şeyler. Sırr-ı Alî: Hz. Ali'nin sırrı. Nümâyan: meydanda. "Küntü kenzen...": "Ben gizli
hazîne idim, bilinmek istedim. yarattığım mahlûkatla bilindim"
meâlindeki "kudsî hadîs"in başlangıç cümlesidir ki tasavvuf
edebiyatında sıkça kullanılır. Esrâr: sırlar. İyce: iyice. Ehl-i Beyt: Hz. Peygamber'in
kızı Hz. Fâtıma, dâmâdı Hz. Alî ve iki torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Taksîrat: kusurlar. Mesrûr: sevinçli. Müteşekkir: teşekkür eden. Türbedâr: üsküdar'daki Hz. Hüdâyi
türbedârı olan Mustafa Düzgünman.