Buradasınız
ÜSKÜDAR'IN ÇOCUKLARI
ÜSKÜDAR'IN
ÇOCUKLARI
Prof.Dr.
Ahmed Yüksel Özemre
İstanbul diğer şehirlerimizden farklı
bir kültüre ve bir hayat tarzına sâhiptir. Bu kültür ve hayat tarzı
Cumhûriyet'in ilânından sonra bugüne kadar ister istemez değişikliklere
uğramıştır. Bununla beraber bu otantik kültür ve hayat tarzının belirgin, "İstanbullu" diyebileceğimiz bir vechesi
hâlâ daha bâkîdir.
Bu kültürün ve hayat tarzının içinde
çocuklar, çocukların yetişmesi ve oyunları önemli bir yer tutar ve İstanbul'un
farklı ilçelerinde de farklılıklar arz eder. Sanki her bir ilçede bu konuda o
ilçeye has bir mikrokültür oluşmuş
gibidir. Meselâ İstanbul'un sâhil ilçelerindeki çocukların yetişmesi, Dünyâ'ya
bakış açıları ve sorumluluk duygularının gelişmesi genellikle diğer
ilçelerdekilerinden farklıdır.
Denizin arz ettiği farklı temâşâ
imkânları ile tehlikeler çocukları bunlara karşı doğal olarak daha duyarlı, daha
bilgili ve daha bilinçli kılmaktadır. Buna çocukluğumdan aydınlatıcı bir örnek
olarak, balığı ancak balıkçı dükkânında
çevalyede gören Fâtih'li bir çocuk ile uskumru ile lipari arasındaki farkı
temyiz edebilen ya da lodos patladığında, kayıklarını kıyıya çekmeğe çalışan
kayıkçılara ve balıkçılara yardım etmek için mahalledeki oyununu terk edip
sâhile koşan Üsküdar'lı ya da Beşiktaş'lı bir çocuk arasındaki farkı
zikredebilirim.
Televizyonun, insanı, çevresini müşâhede etmekden alıkoyan gücünün ortaya
çıkmadığı o âsûde devirdeki 10-15 yaşlarındaki sâhil çocukları daha küçük
yaşlarından i'tibâren rüzgârların isimlerini, yönlerini, bulutların hangi
cinsinin yağmur getireceğini, fırtınadan önceki sâkin havanın neye delâlet
ettiğini, Kızkulesi ve Ahırkapı fenerlerinin ne işe yaradıklarını, ağaçların
niçin güney-batı yönüne doğru eğilip bel vermiş olduklarını, Kutup Yıldızı'nı,
Güneş batarken batıdaki ufkun kıpkızıl bir renge bürünmesinin ertesi gün nasıl
bir havaya1
delâlet ettiğini bilirlerdi.
Sâhil çocukları bütün "büyümüş de
küçülmüş" tavırlarına rağmen gene de çocuktular. Onların da oyun ihtiyâcı,
hayâlleri, özlemleri vardı. Ben burada, daha çok, yakından şâhit olduğum
Üsküdar'lı çocukların çocukluğumdaki durumlarından söz etmek
istiyorum.
Üsküdar'ın çocuklarını, ailelerinin:
1) sokakta, boş arsa ve alanlarda oyun
oynamalarına müsaade ettikleri ya da önleyemedikleri çocuklar, ve 2) evlerinden refâkatsiz sokağa çıkmalarına
müsaade etmedikleri çocuklar diye ikiye ayırmak mümkündü. Bendeniz ikinci
kategoriye mensûb olanlardandım. Birinci kategoridekilerin indinde ikinci
kategoridekiler Muhallebi çocukları,
ikincilerin indinde de birinciler Mahalle
çocukları diye adlandırılırlardı. Bu adlandırmaların her ikisinde de herbir
kategorinin diğerini hor görmeye çalışan bir nüans vardı.
İlkokula iki yıl boyunca aile içinde Kuruköfteci nâmıyla mâruf Emine hanımın
refâkatinde gidip geldim. Emine hanım Münib Paşa Konağı'nın emektarı sâdık bir
hanımdı. Önce ağabeyimi sonra da beni konakta senelerce kucağında taşımış,
dadılık etmiş, âdetâ aileden biriydi. Kendisine Nine ya da Nineciğim diye hitâb ederdim. İlkokula
giderken, ağabeyime de o refâkat etmişmiş. Gençliğinde rızkını okul kapılarının
önünde köfte-ekmek satarak çıkardığı için Kuruköfteci ama, zayıf ve esmer
olmasından dolayı da, daha samimî yakınlarınca kısaca Kurukarı diye anılırdı. Cerbezeli ama
tatlıların tatlısı bir hanımdı. Görünüşüyle bana hep Safiye Aylâ'yı
hatırlatmıştır. Kocası Bekçi Kâmil efendi ise onun aksine fevkalâde sâkin bir
adamdı. Hiç çocukları olmamıştı. Doğancılar Caddesi'nin üst kısımlarında,
İmrahor semtinde otururlardı.
Emine hanım beni sabah 7.30'da konakdan
alırdı. Üsküdar Mevlevîhânesi'nin ilerisinde Mehmet Paşa Değirmeni Sokağı'nın
köşesindeki simitçi fırınına kadar Doğancılar Caddesi'nden okula doğru
tırmanırdık. Bu cadde şimdiki gibi asfalt değil, yer yer arnavut kaldırımı ama
ekseriyetle de parke taşı döşeliydi. Hayrettir, çocukluğumun kışları da bir
şiddetli olurdu ki! Diz kapaklarıma kadar karlara bata çıka okula gittiğim
pekçok günü hatırlıyorum. O zamanlarda çocuklar da Maarif Vekâleti de bugünkü
gibi nâne-molla değillerdi. Kar yağdı diye ne okullar tâtil edilir ve ne de
kimsenin aklına okulu asmak gelirdi.
Konağın yanındaki boş arsalardan sonra
solda Arap Hoca'nın2
evini geçer, Eskihamam çeşmesi'ne bitişik kömürcü dükkânından önce gelen bakkal
Mehmet Efendi'nin dükkânının önüne geldiğimizde bâzen buradan gündelik 5 kuruş
olan harçlığımın yarısı demek olan yüz parayla bir çukulata aldığım olurdu.
Uncular Caddesi'nin bizim caddeye birleştiği yerin karşısındaki çeşmenin
ilerisinde Eskihamam'a ve onun yanındaki Yedi Deliler'in3
evine geldik miydi artık Doğancılar yokuşu başlardı. Sağda Parlak Sokak
girişinde köşede, sabah namazını edâ ettikten sonra hemen işe koyulmuş olan
seksenlik (kimilerine göre ise doksanlık) Eskici Baba'yı eski ayakkabıları tâmir
ederken görürdük.
Biraz ileride dedem Enderûnlu Ahmet
Refik beyin 6 altın lira maaşla senelerce müdürlüğünü yapmış olduğu Üsküdar
Tebhirhânesi'nin hizâsına vâsıl olduğumuzda, içimden, onun ve diğer müteveffâ
aile büyüklerimizin ruhlarına bir Fâtiha okumak âdetimdi. Tebhirhâne'nin
karşısındaki Azîz Mahmûd Hüdâyî Sokağı, Üsküdar'ın mânevî koruyucusu olarak bilinen bu zâtın
dergâhına giden yoldu. Bu yolun hizâsındayken, Emine hanım: "Yüksel'ciğim,
hadi Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin rûhuna bir Fâtiha okuyalım" diye beni îkaz
ederdi.
Ninemle bundan sonraki Fâtiha'mızı
ileride, Açık Türbe Sokağı köşesindeki çamlıyurt Eczâhânesi'nin karşısında
bulunan Üsküdar Mevlevîhânesi'nin önünden geçerken okurduk. Simitçi fırınının
yanından sağa sapınca 50 metre kadar aşağıda solda babamın arkadaşı Gāziantep'li
(ama kendisinin tâbiriyle Gāziayıntab'lı) Fehim (Patpat) amcanın 4 katlı
konağının önüne gelirdik. Bunun solundan saparsak Ayazma Karakolu'nun önünden
Enfiyehâne Sokağı'na vâsıl olunca sağa döner bu sokağın Ressam Ali Rıza Bey
Sokağı'na kavuşmasıyla da okulun cümle kapısına erişmiş olurduk. Yok eğer
konağın sağından dolanacak olursak buradan da Mehmet Paşa Değirmeni Sokağı'ndan
okulun avlu kapısına erişirdik.
İkindi vakti 15.30'da okul paydos
olduktan sonra da hemen hemen aynı yollardan geçerdik. Nâdiren arka yolları
izleyerek Eşref Saat Sokağı'ndan Rûmî Mehmet Paşa Camii'nin arkasındaki yokuşa
gelir ve o târihlerde bütün güzelliğini muhâfaza etmekte olan Mahmûd Şevket Paşa
Konağı'nın önünden geçerek Parlak Sokak'a iner ve oradan da Doğancılar
Caddesi'ne çıkarak eve vâsıl olurduk. Bâzen de Paşa'nın seksene merdiven
dayamış dul hareminin, Boğaziçi'yi mahzûn mahzûn seyreden o nûrânî yüzünü
konağın pencerelerinden birinde görmek mümkün olurdu.
üçüncü sınıftayken beni okula götürüp
getirme işini Râbia hanım devralmıştı. Râbia hanımın kocası, Kurukarı Emine
hanımın kardeşi olan suyolcu Mustafa efendiydi (aile arasındaki söylenişiyle: Mustâfendi). O zamanlarda
suyolcularının, arâzideki görevlerini yapabilmeleri için, beylik binek atları
olurdu. Mustafa efendi'nin atı da Eşref Saat Sokağı'na açılan Velioğlu
Sokağı'ndaki bir ahırda bulunurdu. Mustafa efendi bâzen beni ahırına götürürdü.
Atını tımar edişini dikkatle izlerdim. Yazları da arada sırada beni tek başıma
atına bindirir Şemsipaşa Meydanı'na götürürdü. Annem bundan tedirgin olursa,
gönlümü hoş etmek için, atını konağın Kavak İskelesi Sokağı'na açılan kapısından
bahçeye sokar; ben de atla bahçede bir müddet dolaşarak hevesimi alırdım. Ben
dizginlerle atı idâre edip dolaşırken o
da, atın herhangi bir münâsebetsiz davranışında hemen müdâhalede bulunmak üzere
tetikte, yanımda yürürdü.
Mustafa efendi bir atcambazıydı. Yâni,
kesin yasak olmasına rağmen, beylik atını Atpazarı'nda sürekli değiştirir
durur; bâzen kazık yer, bâzen de eline birkaç kuruş da avanta kalırdı. Bundan
ötürü her seferinde huyu bambaşka olan bir ata binerdim. Bir keresinde atı pek
huysuz çıkmıştı da beni Şemsipaşa Meydanı'nda sırtından fırlatıvermişti. Tabiî
bundan anneme hiç söz edilmediydi.
Okula refâkatsiz gidip gelmeme
ilkokulun dördüncü sınıfında iken ruhsat çıkmıştı. Ama Üsküdar çarşısına
refâkatsiz gitmeme ancak beşinci sınıfın sonunda müsaade edeceklerdi. Bununla
beraber, dokuzuncu sınıfının ortasına kadar yatılı okuduğum Galatasaray
Lisesi'nin Ortaköy'deki Yetiştirici sınıfına da daha sonra Galatasaray'daki
lisenin altıncı sınıfına da beni hep babam pazartesi günleri götürdü ve
cumartesi günleri almaya geldi4.
Yalnız başıma sinemaya gitmeme ve bisikletle sokaklarda gezinmeme ise ancak 15
yaşımda iken izin çıkmıştı.
Fakat hayatımdan memnûndum. Konağımız
da, bahçesi de büyüktü. Burada yalnız başıma ya da karşı komşumuz ve sınıf
arkadaşım Ahmet Taşçıoğulları ile zıpzıp, kafa-karış, kaydırak, çember çevirme,
topaç çevirme, çelik-çomak, kovboyculuk, salıncak, sobecilik, körebe, koşmaca,
atlamaca gibi oyunları oynuyor ve hattâ derme-çatma bir çadır kurup kampçılığa
özeniyor ve ayva ile zerdâli ağaçlarımız arasına iplerden köprü kurarak
cambazlıklar bile yapabiliyorduk. Ağabeyimin çocukluğundan kalan fransız mâmûlü
dört tekerlekli büyük bisikletiyle bahçede dolaşabiliyodum. Daha sonraları bu
bisiklet parçalanınca da büyük tekerleğinin biri, İstanbul'u Ahmet ile
bahçemizde hayâlen gezmeğe çıktığımız hayâlî otomobilimizin direksiyonu
vazifesini görecekti. Kışın ise ağabeyim ile olsun Ahmet ile olsun, bahçemizde
bol bol kartopu oynuyor ve devâsâ kardan-adamlar yapıyordum. Oyunlarıma set
çeken yoktu. Sürekli dergi ve kitap alıyor ve bunları büyük bir öğrenme
iştihâsıyla okuyordum. Bu konuda da herhangi bir sınırlama konulmamıştı. Ayrıca
yaz aylarında konağın bahçesine ekili sebze ve çiçekleri tulumbadan su çekerek
sulamak da benim için bir eğlence idi.
Konağın içinde de kitap ve dergi
okumadığım zamanlar vaktimi yüzden fazla kurşun askerlerimle oyun kurmakla;
gündüzleri konağın üst katından Boğaziçi'yi ve iskelelere yanaşan vapurları ve
kayıkları ya da şahnişli odadan Doğancılar Caddesi'nden geçenleri, geceleyin ise
gökyüzünü, Ramazan'larda da Emetullāh Gülnûş Vâlide Sultan Camii'nin (Yeni Câmi'nin) minâreleri arasına mahya
kurulmasını sabırla temâşâ etmekle geçirirdim.
Bunların dışında ailemle eş, dost,
akrabâ ve ehibbâyı sık sık ziyâret edebiliyor; İstanbul'un görülmeğe şâyân
yerlerini de gezebiliyorduk. Babam, diğer Üsküdarlılar gibi, yazın bizi ailece
hemen hemen her onbeş günde bir Şirket-i Hayriye vapurlarıyla Boğaz sefâsına
çıkarıyor; bütün yol boyunca kıyılardaki yalılar ve diğer yapılar hakkında bilgi
veriyor; Boğaz'ın sonuna kadar gittikten sonra dönerken Küçüksu'da birkaç
saatlik bir kır sefâsı için mola verip burada, altında gürül gürül ateşler yanan
büyük kazanlarda haşlanmış mısırlardan yiyor; daha sonra bir başka vapurla
Üsküdar'a avdet ediyorduk. Arada bir Büyük çamlıca'ya, Büyük Ada'ya ya da
Yakacık'a gittiğimiz de oluyordu. Büyük Ada'da biz çocukların en büyük sefâsı
saati 30 kuruşa tutulan semerli eşeklere binmekti.
Daha çok arkadaşlarıyla beraber
Yakacık'a kır sefâsına gitmek mûtâdı olan babam yanına beni ve ağabeyimi de
alırdı. Burada mutlakā bir fırında kâğıt kebabı yaptırılır ve yemekten sonra da
ağaçların gölgesinde, kır gazinosunun temin ettiği kilimler üzerinde şekerleme5
yapılırdı.
Günlerimin bu kadar dolu dolu geçmesi
sonucu, sokakta oynamak benim için câzib değildi. Bir de sokakta oynayan
çocukların çoğunda müşâhede ettiğim küfürlü konuşmalar ve hitab şekilleri de,
kendilerine ait olmayan bahçelerden meyva aşırmaları da bana pek kerih
gelmekteydi. Aslında onlar da benim konağın bahçesinde oynamakta olduğum
oyunların aynısını oynuyorlardı ama "uzun eşek" oynamalarına da gıbta etmiyor
değildim hani. Zîra, en az dörder kişilik iki ekip gerektiren bu oyunu bizim
bahçede yalnızca iki kişiyle oynamamız mümkün değildi.
Bu Mahalle çocukları'nda gıbta ettiğim
başka şeyler de vardı. Meselâ daha 10-12 yaşlarında iken Atlamataşı'ndaki
bisikletçi Hayri'den bisiklet kirâlayıp da sokaklarda vızır vızır dolaşmalarına,
gene aynı yaşlarda sandal kirâlayıp denize açılmalarına, yazın kendi imâlâtları
olan tahta tekerlekli arabalarla kışın da kayak ya da merdivenlerle Üsküdar'ın
yokuşlardan aşağıya delicesine kaymalarına ya da Şemsipaşa'da rengârenk
uçurtmalar uçurmalarına, doğrusu ya, özenirdim. Rahmetli babaannem nedense
uçurtmayı uğursuz saydığından ona hörmeten hiç uçurtma
uçurmadımdı.
Bütün sâhil çocukları gibi Üsküdar'ın
çocukları da denize âşıktılar; yazın Paşalimanı, Kavak İskelesi, Şemsipaşa,
Salacak ve çifte Kayalar sâhillerinin kırallarıydılar. Buralarda etraflarını
umursamaz bir neşeyle denize girer ya da ellerinde oltalarla kayabalığı
tutarlardı. Benim gibi "Muhallebi
çocukları" ise, sokağa yalnız başına çıkmalarına destûr verilinceye kadar,
Salacak Aile Gazinosu'nun altındaki Salacak Plâjı'ndan babalarının ya da
ağabeylerinin refâkatinde denize girmişlerdir.
çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar'ında
çocuklar mukaddesti. Herkes ama herkes onlara hissettirmeden onları kollar,
gözetirdi. Onun içindir ki aileler mutmain, çocuklar da
mes'uddu.
* *
*
[1]Akşam Güneş batarken batıdaki ufkun kıpkızıl bir renge bürünmüş olması
genellikle lodosa delâlet
eder.
[2]Arap Hoca’nın ve ailesinin hikâyesini Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı isimli
hâtıratımda anlatmıştım.
[3]Biribirleriyle patırtılı kavgalarından bütün mahallelinin bîzâr olduğu,
bir anne ve 6 kızının oturdukları ev.
[4]Ben de İtalyan Kız Orta Okulu'nda yatılı okuyan büyük kızım Fezâ'yı her
pazartesi okula bizzât götürdüm, çarşamba günleri ziyâret ettim ve cumartesileri
de okuldan aldımdı. O İtalyan Lisesi'ne geçip gündüzlü olunca da okula
kendisinin gidip gelmesine izin verdimdi.
[5]Şekerleme: Hafif ve kısa uyku.