Buradasınız

ÜSKÜDAR'IN KUŞLARI


ÜSKÜDAR'IN

KUŞLARI


Prof.Dr.

Ahmed Yüksel Özemre



İlkokulun ilk üç yılında sabahları

öğretmenlerimiz temizlik ve bit kontrolu yaptıklarında aramızdan bitli

çıkanların evlerine gönderilmesi beni pek müteessir ederdi. II. Cihan Harbi

yıllarıydı ve ortalıkta tifüs salgını endîşesi vardı. Bu yüzden bitten ve

bitlenmekden pek korkardım. Ama hayatımda nelerden korkmuş isem genellikle hep

başıma gelmiştir. Evet, İlkokulda hiç bitlenmedim ama güvercinler ile kumruların

çatıda zuhur eden bir delikden içeri girip de Münib Paşa Konağı'nın tavan

arasını mesken tutup çoğalmaları ve bitlerinin aşağı kattaki odamın tavanındaki

ince çatlaklardan aşağıya düşmesi sonucu 1953 yazında kuş biti ile fenâ hâlde

bitlendiğimi hatırlıyorum. Bu olay bende bir hayli sıkıntıya ve konakta da epeyi

temizliğe ve tâmirâta yol açmıştı.


O târihlerde Üsküdarlılar güvercinlerle

ve kumrularla pek içiçe yaşarlardı. Bütün câmilerin avluları, İskele ve

Yeniçeşme Meydanları güvercinlerle doluydu. Zâten her selâtin câminin dış

duvarlarında muhakkak bir ya da daha fazla kuşevi1

bulunurdu. Her nedense kuşevlerini yalnızca güvercinler mesken edinirlerdi.

Güvercinlerin gulgulesi ile halkın "Üsküdar'a gidelim! Üsküdar'a gidelim" gibi

yorumladığı kumruların o edâlı terennümleri ve "Hû" çekişleri Üsküdar'a mahsûs

tabiî bir koro olarak algılanırdı.


Ayrıca, Haydarpaşa'ya marşandiz

trenleriyle gelen, çatana ve mavnalarla Sütlüce Mezbahası'na götürülmek üzere

Üsküdar'a sevk edilen koyun, keçi, öküz ve manda gibi hayvanların sürü hâlinde

geçtikleri cadde ve sokaklardaki evlerin damları da bunların geçişini

sabırsızlıkla bekleyen güvercin ve serçelerle doluydu. Sürü sokaktan geçip

gittikten sonra bu kuşlar sürünün zemine bıraktıkları, buhar tüten

kazûratlarının başına üşüşerek bunları gagalar, içlerindeki hazmedilmemiş saman

çöplerini kendilerine rızık ederlerdi.



Kara kışta serçe ve güvercilerin karın içinde rızık aramaları Üsküdarlıların

yüreklerini parçalardı. Onun için evlerin kapısının yanına, karların üzerine,

bâzen günde iki defa kuşlar için ekmek kırıntıları ya da makarna, piriç ya da

bulgur pilâvı artıkları bırakılırdı.


Kırlangıçlar yuvalarını damların altına

ya da en üst katının dama bitiştiği yerde evlerin ve konakların cephelerini

süsleyen ama, meteorolojik şartların etkisiyle artık pek okunamayan Mâşâallāh2 ya da Yâ Hafîz yazılı levhaların arkasına

kurarlardı. Mahalleli için bu yuvanın

kuruluş safhası da, bu yuvada yumurtadan çıkan yavruların cikcikleri de,

yavruların ilk uçuşları da başlıbaşına bir eğlence olurdu. İşin en hoş yanı da

kırlangıçların elektrik direkleri arasına gerili tellerin üzerinde sıralı bir

biçimde tünemelerinin arz ettiği manzaraydı. Bu manzara çocukluğumda yayınlanan Yavrutürk, çocuk

Haftası, Ateş, Ateş çocuklar İçin, Doğan Kardeş vb… çocuk dergilerinin sonbahar

nüshalarının kapaklarının vaz geçilmez motifi idi. Sonbaharda kırlangıçların

Üsküdar üzerinde büyük daireler çevire çevire toplanmaları ve sonra güney

istikāmetine doğru topluca göçe başlamaları da pekçok Üsküdarlıya, ve bu arada

biz çocuklara, sürekli göğe bakmanın bedeli olan bir ense ağrısı bahşeden farklı bir temâşâ

olurdu.


Leyleklerin gelişi de gidişi de bu

kabil bir temâşâya sahne olurdu. O zamanlarda Üsküdar'daki yüksek ağaçlar,

metrûk binâlar ya da harâbe hâlindeki mescitlerin yıkık minâreleri bunlara

mesken olurdu. Halk bunları sever, bir kısmı bunların Mekke ve Medine'den

geldiklerine inanarak leyleklere bir de hacılık izâfe ederdi. Ağabeyimin

anlattığına göre, ben doğmadan önce 1930'ların başlarında olsa gerek, bir

ağustos ayında leyleklerin İstanbul üzerinde gün ışığını karartacak kadar büyük

bir toplantısı olmuş. Bir hayli uzun süren bu toplantıdan sonra leyleklerin tümü

güney-batı istikāmetine doğru hareket etmişler. Ertesi gün leylekler ile

kartalların Balıkesir üzerinde büyük bir savaş tutmuş oldukları, Balıkesir

ovasının kartal leşleriyle dolmuş olduğu, leyleklerin zâyiatının ise az olduğu

haberi İstanbul'a ulaşmış. Birkaç gün sonra da leylekler yaralılarıyla

İstanbul'daki yuvalarına geri dönmüşler.

Halk erişebildiği yaralı leyleklere hem sağlık hem de beslenme açısından

pek yardım etmiş.


Üsküdar'daki ahşap evlerin ve

konakların cephelerindeki çürümüş bağdâdîlerinin arasında kendine mesken tutan

kuşların bir türü de baykuşlardı. Benim doğduğum Münib Paşa Konağı'nın kuzeye

bakan cephesindeki bağdâdîlerin arasına giren bir baykuşun ben doğduğum günlerde

burada yavrulamış olduğunu annem anlatırdı. Çocukluğumda el fenerimin huzmesini

geceleyin pencereden bahçemizdeki ağaçların üzerinde gezdirdiğim zaman bâzen

zerdâli ağacının üstünde bir baykuşun sfenksvârî bir durumda tünemekte olduğunu

görürdüm.


çocukluğumun ve gençliğimin

Üsküdar'ında, şimdilerin aksine, kargalar ekalliyetteydiler. Halk bu kuşları pek

sevmezdi; hattâ bunları uğursuz addedenler bile vardı. Bu antipatinin

yerleşmesinde kargaların diğer kuşlara nisbetle daha akıllı ve menfaatlerine

daha düşkün ve fevkalâde hırsız olmalarının da bir payı vardı. Tahtaboşlarda, balkonlarda, bahçelerde

kurutulan tarhanalar, kuru meyvalar ve hattâ çirozlar ile açıkta bırakılmış olan

ceviz, fındık gibi kabuklu yemişler ya da çöp tenekeleri kargaların birbiri

ardına yaptıkları pikeler sonucu hem eksilirler ve hem de civârları tam bir

mezbeleliğe dönüşürdü.


çocukluğumda Üsküdar'da şahsen hiç

yarasa ile karşılaşmadım. 1940'lı yıllara kadar Doğancılar Parkı ve civârı gibi

ağaçlıklı yerlerde yarasaların, akşam ezânından sonra ortaya çıktıkları

kulağımıza gelirdi. Yarasalarla karşılaşan çocuklar, bunların enselerine yapışıp

da kanlarını emecekleri korkusuyla yakalarını kulaklarına kadar çekerek

sokaktaki oyunlarını bırakır, alelacele evlerine

sığınırlarmış.


Paşalimanı'nda, Şemsipaşa'da,

Salacak'da tenezzühe çıkanların ya da Üsküdar İskelesi'nden vapura binenlerin

karabatakların pike yaparak denize dalıp koca bir balığı yiye yiye su yüzüne

çıkmalarının ya da yüzerken birdenbire dalıp da 300 metre uzakta zuhur

etmelerinin arz ettiği temâşâyı es geçmeleri mümkün değildi. Vapurlarda hareket

saatini bekleyen çocuklar denize dalan bir karabatağın ne kadar uzakta değil,

fakat hangi doğrultuda tekrar gözükeceğine bahse

girerlerdi.


Martılara gelince, şimdilerin iyice

besili azman martılarına nisbetle hem cüssece daha küçük ve hem de sayıca çok

daha azdılar. Nedense bugünküler kadar şamatacı da değildiler. Onlardan 20-30

kadarının iri dalgalı sâkin bir lodosta, kendileri hareket etmeksizin dalgaların

hareketiyle bir aşağıya inip bir yukarı çıktıklarını, Kuşkonmaz Câmii'nin

rıhtımının açıklarında görmek insana, nedense, derin bir sükûnet hissi telkin

ederdi.


Üsküdar'da artık yarasa, baykuş,

kırlangıç, leylek ve karabatak kalmadı. Kumrular da o kadar nâdir ki!

Güvercinler de eskisi kadar kalabalık değil. Arada sırada birkaç serçecik gene

zuhur ediveriyor; lâkin bugünün martıları hem daha besili, hem daha cüsseli, hem

felâket şamatacı ve hem de bayağı kalabalıklar.


âsârı kalmadan Üsküdar'dan gelip geçen

her çeşit kadîm âşinâ insana, büyük fransız filozof-şâiri Victor Hugo'nun

(1802-1885) şu mısraını nasıl da hatırlatıyor:



Toutes ces choses sont passées

comme l'ombre et comme le vent3!







* *

*







[1]Kuşların barınıp konaklaması amacıyla

genellikle câmilerin dış duvarlarına monte edilmiş ya da duvar etine oyulmuş

minyatür mimârî yapılar.

[2]Cumhûriyet'in ilânından sonra yapılmış olan

evlerdeki levhalarda, imlânın henüz iyi kavranılmamış olması hasebiyle, lâtin

harfleriyle ya "Maşallah", ya da "Maşa Allah" yazdığını çok gördümdü.

[3]Bütün bunlar gölge gibi, rüzgâr gibi geçip

gittiler.


Tasarım & Geliştirme | kerataif