Buradasınız
B) DÜCÂNE CÜNDİOĞLU'YA AÇIK MEKTUP
Üsküdar, 19 Ekim
1999
Sayın Mustafa KUTLU
Dergâh Dergisi Yazı İşleri
Müdürü
Peykhâne Caddesi, Camii Sok.
57/1
34490
Çemberlitaş/İstanbul
Faks No. 0212-516 19
21
Muhterem
Kardeşim,
Prof.Dr. Toshihiko İzutsu'dan tercüme etmiş olduğum İbn
Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar hakkında Dergâh'ın 115-116. sayısında çıkmış
olan yazısına cevâbım ilişiktedir.
görüşmemizde bu cevâbı Dergâh'da basacağınızı kabûl ve beyân etmeniz üzerine
bunu size önce faks ve kezâ bir çıktısını da APS ile
yolluyorum.
istirhâmıyla Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'den hayırlar niyâz
ederim.
Prof.Dr. Ahmed Yüksel ÖZEMRE
Dücane Cündioğlu'ya Açık
Mektup
Prof.Dr. Ahmed Yüksel
ÖZEMRE
Sevgili oğlum Dücâne Cündioğlu
beyefendi,
Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar - Kavramlar adı altında çevirdiğim eser hakkında Yeni
Şafak Gazetesi'nde Mayıs 1999 da bir, Temmuz 1999 da iki ve Dergâh Dergisi'nin
115-116. sayısında da bir yazı yazmış bulunmaktasınız.
tecellîye açık bir iştir. Rahmânî bir iştir çünkü eser verenlerin fuzûlî
böbürlenmelerine, kendilerinin âlimlerin âlimi oldukları, ele aldıkları konuda
yed-i tûlâ sâhibi ve hattâ üstâd oldukları vehmine kapılmalarına mânî olabilir.
Diğer yanı ise münekkid için azîm bir nefsânî tuzaktır.
Eğer münekkid tenkîdin sarhoş
edici câzibesinden nefsini koruyabilecek bir olgunluğa sâhip değilse nefsi
kendisine kırılması, ezilmesi gereken bir dizi put ihdâs eder. Bunlar Ali Bulaç,
Hilmi Yavuz, Ahmet Akgündüz, Ahmed Yüksel Özemre ya da başkaları olabilir.
Hakikat adına konuşabilmesinin ancak "Ben
Hakikatım" demekle mümkün olduğunu da telmîh eden (Bk.
Dücane Cündioğlu, Hakikat ve Hurafe,
s.11,ilk makāle:"Ben Hakikatım" ) bir münekkidin bu putlara Hakîkat adına
kutsal bir cihâd açması artık onun için kaçınılmaz bir vecîbe
olur.
Ancak, kendini kaptırdığı bu
put-kırıcılık (ikonoklazm) şehveti
asıl cihâd-ı ekberin, Cenâb-ı Peygamber'in işâret buyurmuş oldukları gibi, kendi
nefsinin putuna karşı olması gerektiğini teşhis, tesbit, idrâk ve temyîz
etmesine ne yazık ki engel olur. Bu engelin varlığı kendisini: 1) nefs-i emmâreye mahsûs, burcu burcu
bir kibir kokan, Hallâc-ı Mansûr özentisi bir "Ben Hakikatım" vehmi ve dâvâsı ile, ve
kezâ 2) yoğun bir asabiyyet ile
açıkça izhar eder. İnnehû lâ yuhıbbul müstekbiriyn
(Kur'ân, XVI/23).
Bu asabiyyet: 1) Cumhuriyet döneminin, sizin gibi, otodidakt bütün aydınlarına has, 2) çoğu kere pireyi deve yapan, 3) gerçeğin yalnızca kendi gerçeği
olduğuna ve hattâ kendisinin bundan dolayı da lâyuhtî olduğuna inananlarda (yâni
kendisinin aslā hatâ yapmaz ama kendisinin dışındaki herkesin câhilce hatâlarla
mülevves olduğunu vehmedenlerde) görülen bir haslettir. Bu, çoğunlukla
sistematik bir eğitimden geçmemiş ve de tevsik edilmiş bir ilmî müktesebâtı
bulunmayanların ezikliğini yansıtır. Bunun sonucu olarak, bu zevât: 1) daima teferruat ve şekil ile iştigāl
eder, 2) çok yükseklerden atar ve 3) ne kadar bilgili ve ne kadar çok
yönlü olduklarını kanıtlayabilmek için de agresif bir gayret
sarfederler.
Siz eğer Pozitif İlimler'e,
bunların felsefesine ve özellikle de epistemolojisine birazıcık olsun vâkıf
olabilseydiniz pozitif ilimlerde dahi hakikatın ne kadar izafî olduğunu hayretle
Durum böyle iken tercümanın zevk ve idrâkini de yansıtması kaçınılmaz olan
tercümede nihaî hakikatın yalnızca size ait olduğunu telmih etmeniz sâdece
komiktir. Olsa olsa bu ancak sizin zevkinizi yansıtır.
Aynı kitabın on ayrı tercümesi
olsa onu da biribirindan farklı olacaktır. Zâten bir italyan atasözü de: Traduttore, traditore yâni "tercüman demek (metne sadakat
gösteremeyen) hâin demektir" demiyor
mu? Bunu ve en iyi tenkidin "tenkide şâyân eserin yerine ikāme edilmek üzere
daha iyisini üretmek" olduğunu sizin de çok iyi bilmenize rağmen, o kadar tenkid
ettiğiniz Kur'ân tercümelerinin yerine sizinkini koyabiliyor musunuz? Fakat,
Dergâh'daki son tenkidinizden zâten Prof. İzutsu'nun söz konusu eserinin ilk beş
bölümünü tercüme etmiş olduğunuz istidlâl edilebiliyor. Tavsiyem bu tercümeyi
tamamlayıp yayınlamanızdır.
Ama sevgili Oğlum, sizi, indî
tenkidlerinizle gitgide ekşileşen, gitgide agresifleşen, gitgide ikonoklazmın
sarhoş edici tuzağına düşen, gitgide merdümgirizleşen bir münekkid olmaktan
kurtaracak ve yalnızca hayırla yâd edilmenizi sağlayacak tek şey: şimdiye kadar
onca kimsede tenkid ettiğiniz hatâların birinin bile bulunmayacağı bir Kur'ân
tercümesini gerçekleştirmenizdir. Cenâb-ı Hakk'ın bunu size nasîb etmesini samîmiyetle niyâz
etmekteyim.
Cenâb-ı Peygamber: "Ümmetimin helâki cidâl yüzünden
olacaktır" demiştir. Rahmetli pederim de cidâlde bir kıstas olmak üzere
fakîre şu vasiyette bulunmuştu: "Evlâdım;
bir kimseyle bir mesele üzerinde cidâl ediyorsan, beş sene sonrasını düşün. Eğer
beş sene sonra o zât ile karşılaştığında söz konusu meselenin zindeliğini hâlâ
muhafaza edeceğini düşünüyorsan cidâle devâm et. Ama beş sene sonra o meselenin
zindeliğini koruyamıyacağına inanıyorsan cidâle son
ver!".
Bendeniz de bu vasiyete uygun
olarak, hakkımda yazmış olduğunuz dört yazıdaki teferruat üzerinde arîz amîk
duracak değilim. Yazılarınızdaki yanlışlıkları, indî değerlendirme hatâlarını
düzeltmenin ise, içinde bulunduğunuz hâlet-i nefsâniye göz önünde tutulduğunda,
hiçbir yararı olmayacaktır. Zâten buna mecbur olmadığım gibi her önüne gelenin
iddiasını cerhetmeğe kalkışsaydım, artık bu ilerlemiş yaşımda, çok kıymetli
olmaya başlayan zamanım da hebâ olur giderdi.
Bununla beraber uslûbunuzun
altında kendini belli eden hâlet-i nefsâniyenizi tahrik eden sâiklerden gâfil olmanın mümkün olmadığına delîl olmak
üzere yalnızca birkaç noktaya temas etmek
istiyorum.
- Mayıs 1999'da tercümeme ilk defa
değinmiş olduğunuz yazınızda ismimden bahsetmemiş olmanızı tezyif ve tahkir
amacıyla değil de bendenize karşı edebinizden (!) dolayı zikretmemiş olduğunuzu
beyân eden sözleriniz beni şaşırttı. Çünkü bu, aynı yazınızda, Prof. İzutsu'nun
"God and Man" isimli eserini tercüme
etmiş olan Prof.Dr. Süleyman Ateş hocayı ismini vererek ve tercümesi için de "yeniden ve eksiksiz çevirisi şarttır"
diye tenkid etmiş olmanızla hiç de tutarlı bir beyân değildir. Bu (mefhûm-ı
muhâlifinden yola çıkılırsa) Hoca'nın sizin indinizde, bendenize gösterdiğiniz
edebden daha azına lâyık olduğu anlamına gelmez mi? Hâlbuki tekvâsıyla da
ilmiyle de Hoca elhak bendenizden kat be kat üstündür ve bilâ istisnâ herkesin
hörmetine de elyaktır.
- Dergâh'da çıkan tenkidinizde
ezcümle: "... Allah Teâlâ'nın Kur'an'da zikredilen esmâ-i hüsnâsından el-Evvel ile el-Âhir'in, İzutsu tarafından
İngilizce'ye the First ve the
Last olarak çevrilmesini anlayışla karşılayabiliriz[2]
(Aman, estağfirullah! Lûtfediyorsunuz!
Aslında zât-ı âlîlerinin, bu bağlamda, bir de Prof. İzutsu'ya usturuplu bir
tenkid döktürmeniz fevkalâde isâbetli olurdu!), lâkin sayın Özemre'nin bu
esmâ-i ilâhiyyeyi "Başlangıç olan", "Son olan" (s.118) şeklinde
Türkçeleş-tirmesini hoş görebilir miyiz?" demektesiniz.
Kur'ân ve Furkan diye büyük harflerle yazmamı dahi tenkid konusu eden sizin,
yukarıdaki alıntımda cümle başı olmayan bir fiili ("Türkçeleştirilmesi" sözcüğünü) majüskül
harfle başlatmanızdaki garâbete Türkçe'de ilk kez rastlamakta olduğuma
inanmanızı istirhâm ederim. Acaba bunu bahâne ederek sizi Türkçe imlâ câhili
diye ilân etmek doğru olur muydu? Sanmıyorum. Temkin, teenni ve edeb bunun olsa
olsa ya bir dizgi hatâsı, ya da henüz künhüne ve hikmetine vukuf kesbedememiş
olduğum bir orijinalite olduğunu telkin ederdi, o kadar! Aynı durum "Hakikat ve Hurafe" isimli
kitabınızın arka kapağında 8. satırında d ile takdir olarak yazılması gereken
kelimenin t ile taktir olarak
yazılmış olması için de geçerlidir. Bu, sizi, iftiraya varan külhânî bir edâ
ile: "Bu zât Türkçe'ye de Osmanlıca'ya da hâkim değil" diye teşhir ve tenkid
etmeme mâkul ve âdil bir mesned teşkil eder mi? İz'an, edeb ve adâlet sâhibi isem
elbette ki hayır!
bendeniz: "... Böyle olunca Hakk
"Başlangıç Olandır" (Evvel'dir) ve "Son Olandır (Âhir'dir)" demiş olmama rağmen sizin parantez
içindeki ifâdeleri okurların gözünden setretmeniz hiç de âdil olmayan çocukça
bir saptırma değil mi?
buna benzer ne kadar çok saptırmanız var! Doğrusu size bu minik tenkidçi
hiylelerini hiç yakıştıramadım.
- Tenkidlerinizde bendenizin
tasavvuf ıstılahlarına vukufiyetim olmadığını da iddia etmektesiniz.
Buna mukābil Hakikat ve Hurafe isimli kitabınızın
68. sayfasında rûhunuzu kurtarmaktan söz ediyorsunuz. Bildiğiniz gibi beşeri
eşrefü'l-mahlûkat ve insân kılan, Kur'ân-ı Kerîm'in XXXII. Secde sûresi 9. âyeti
mûcibince, Cenâb-ı Hakk'ın insâna Kendi Rûhu'ndan üflediği nefhadır. Bu itibarla
Rûh öyle bir cevher-i aslîdir ki hiçbir âraza ve etkiye mâruz kalamaz.
Dolayısıyla Rûh'un kurtarılması da, hastalığa dûçar olması da, sıkılıp üzülmesi
de tam mânâsıyla abestir. Bu bakımdan "ruh hastalığı", "ruh doktoru" ve
"Ruhbilim" galat-ı meşhur sınıfına giren kelimelerdir. Doğrusu "nefis
hastalığı", "nefis doktoru" ve "Nefisbilim" olmalıydı.
Siz burada, doğru dürüst bir
felsefe kültürüne henüz sâhip olmayanlara has
bir hatâya düşmekte ve nefis (grekçesi: psüke, lâtincesi: anima) ile Rûh (grekçesi: nous, lâtincesi: spiritus) kavramlarını
biribirine karıştırmaktasınız. Sizin durumuzda, bu doğaldır. Yalnız Tasavvuf
ıstılahlarında bu farkın çok önemli olduğunu artık idrâk ve teslîm etmelisiniz.
Bu itibarla derin felsefî eserlere bulaşmadan ve Tasavvuf lûgatlarından bir
şeyler öğrenmeye kalkışmadan önce felsefeye kavram açısından iyi bir başlangıç
yapmalısınız. Ve sizin gibi bir otodidakt da
bu eksikliğini kolaylıkla telâfi eder. Tabiîdir ki size İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nün hâlen Başkanı bulunan
Prof.Dr. Şafak Ural'a "Bilimde Basitlik İlkesi" ve Boğaziçi
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü eski Başkanı Prof. Dr. Yalçın
Koç'a da "Doğa'nın Kuvantum-Mekaniksel
Betimlemesi" başlıklarıyla Epistemoloji alanında yaptırtmış
olduğum doktora tezlerini anlayacak kadar, ya da meselâ doçentlik ve profesörlük
jürilerinin üyesi olduğum Prof.Dr. Mehmet Aydın kabilinden zevât gibi felsefe
öğrenmenizi taleb edemem. Ama, meselâ küçük kızımın bu yaz beğenerek okumuş
olduğu "Jostein Gaarder: Sofi'nin Dünyası, Pan Yayınları"
gibi bir vülgarize kitap da iyi bir başlangıç için işinize pekālâ
yarayabilir.
B. Sevgili
Oğlum,
olmayan ve gözardı edilmemesi gereken çok kıymetli bir gençsiniz. Bundan böyle
idrâk etmelisiniz ki bir olguyu lisânen ifâde etmenin yetmiş türlü yolu vardır.
Siz artık temyîz, temkin ve teennî sâhibi
olunuz da lûtfen bu yollardan edîb olanını seçiniz! Ama görünen o
ki nefsiniz bu konuda size azîm bir engel teşkil etmekte. Bununla beraber,
zâhiren ne kadar agresif olursanız
olunuz ve hâlet-i nefsâniyeniz de ne kadar terakkîye muhtac olursa olsun bâtınen
bakıldığında gene de bu Âlem'in, kemâline noksanlarınızla bile katkıda
bulunmakta olan bir rüknüsünüz. Emîn olunuz ki ilmî müktesebâtınız hâlet-i
nefsâniyenizin tezkiye ve terakkîsiyle artacaktır. Bunun için size nâçizâne
tavsiyem muhakkak bir mürşid-i kâmil bulup o zâtın rahle-i tedrîsinde sizi
etvâr-ı seb'a'nın hiylelerinden kurtaracak olan bir mânevî eğitim almanızdır[3].
Sevgili Oğlum; bu size artık son
kitabî hitâbımdır. Bununla beraber bendenizden ilmî bakımdan istifâde
etmek isterseniz kapım size gıllıgışsız olarak şefkat ve muhabbetle daimâ
açıktır.
Tekevvün etmiş ve edebilecek olan
bütün haklarımı size (Yeni Şafak'ın 14.7. 1999 târihli nüshasında özet olarak
yayınlamış olduğunuz ilk mektubumdaki gibi, bu sefer de) helâl eder; umûrunuzun
hayra tebdîlini, şunun bunun dolduruşuna getirilmemenizi, fazl-u füyûzâtınızın
tezyîdini, yüksek maddî ve mânevî mertebelere nâil olmanızı, Cenâb-ı Rabb'ü-l
Âlemiyn'den âcizâne ve fakîrâne niyâz ederim.