Buradasınız

PROF.DR. MEHMET CAN'A MEKTUP

Üsküdar, 14 Ocak 2002


İki gözümün

nûru Kardeşim,



Ancak

sizin gibi ihâtası kuvvetli bir zât takdîm etmiş olduğum 57 sayfalık bir metni

60-65 dakikada okuyup anlayabilirdi. Hızlı cevabınıza teşekkür ederim.


1."Gerçek" konusu

muhâtaralı ve çoğu kimsenin, derinlemesine bilgi ve tahlîl sonucu değil de, salt

sağduyu açısından yaklaştığı bir konudur. Burada Öz Türkçe'nin akılları

karıştıran muğlâklığı da konuya sığ bir şekilde bakmayı teşvik etmektedir.

Mâlûm, "gerçek" Arapça'da "şe'niyyet"in ya da İngilizce'de

"reality"nin karşılığıdır; yâni, kısıtlı fakat çoğunluğun

fehmettiği anlamıyla, Şehâdet Âlemi'nde herkes tarafından gözlemlenebilen (bu

bakımdan da gözleyenlerin idrâklerinde aynı şekilde yansımış, ve bu vasfıyla da

objektif addedilen) olayların kategorisine verilmiş olan

isimdir. Ne yazık ki bugünkü nesil "gerçek"i çoğu kere şe'niyyet olarak değil

aynı zamanda "hakîkat" (Fransızca: la vérité, İngilizce: the

truth, Almanca: die Wahrheit) olarak da algılamaktadır.


"Gerçek"

idrâki, kendisini gerçek olarak algılayanın idrâk ve temkin düzeyine

bağlıdır.





A) Temkinsiz

pekçok kimse için yukarıdaki resimde verev doğruların

ilişkisel gerçeği

bunların yakınsak oluşudur. Oysa bunu "objektif" bir kritere göre

denetlerseniz, yâni gözleminizin isâbetliliğini test edecek bir

metodoloji demek olan doğrular arasındaki uzaklıkların ölçümüne

baş vurursanız bu uzaklıkların sâbit oldukları yâni doğruların yakınsak değil

paralel oldukları ve dolayısıyla da bunlar hakkında vermiş olduğunuz ilk hükmün

isâbetsizliği ortaya çıkar. Bu resmin: 1) "gözün algılama yeteneğine göre

gerçeği" ile 2) "daha isâbetli ve daha objektif bir metodolojinin test

edilmesine göre gerçeği" biribirinden farklıdır.


B) Kezâ

başı gergedan başı, gövdesi deve gövdesi, kuyruğu aslan kuyruğu, bacakları zebra

bacağı, ayakları da ayı ayağı olan bir hayvanı kendi muhayyelenizde

canlandırabilir; hattâ bunu rüyânızda da görebilir yâhut da bilim-kurgu türünden

bir romanın kahramanı kılabilirsiniz. Bu hayvanın ancak sizin muhayyelenize

özgü bir gerçekliği olur ama Şehâdet Âlemi'nde ontolojik bir

gerçekliği olmaz.

C) Üç

kişilik bir toplulukta iki kişi aynı anda ve içeriği de aynı olan bir yakazayı

yaşamış olsalar (söz konusu sübjektif olaya mâkul ve açıklayıcı bir sebep

izâfe edilemediği için), bu bir mûcizedir; ve bu yakazanın bu iki kişi

nezdinde kesin bir realitesi vardır. Ama bu yakaza ve bunun birden fazla kimse

tarafından yaşanmış olması Şehâdet Âlemi'nde değil Misâl Âlemi'inde vuku bulmuş

olan bir mûcizedir. Bu yakazayı yaşamamış olanın nezdinde bu olayın ne bir

realitesi ve ne de bir objektifliği olur. Bu yakazayı yaşayan iki kişi üçüncüye

bunu anlatıp da bunun muhtevâsına inanmasını isteseler, üçüncünün buna inanması

zarûrî midir?

Ç)

Fermat'nın hâlâ bütün vüs'atiyle ispatlanamamış olan son teoreminin (acaba

Fermatsche Vermutung demek daha doğru olmaz mıydı?) ifâdesinin şekil

açısından bir gerçekliği vardır ama ispatlanıncaya kadar mâhiyeti ya da medlûlü

açısından bir gerçekliğinin olduğu söylenebilir mi? Buna rağmen ve teklif

edilmiş olan kısıtlı ispat teşebbüslerinin telkini altında pekçok matematikçi bu

teoremin muhtevâsına inanmaktadırlar. Bu inanç: 1) şimdiye kadar

verilmiş ama daha sonra yanlışlıkları anlaşılmış bir sürü ispat teşebbüsünün

geçerliliğine bir kanıt olabilir mi, ve ayrıca da 2) sırf özel haller için bunun

verilmiş olan ispatlarına bakılarak Fermat'nın Son Teoremi'nin kayıtsız-şartsız

geçerliliğinin ispatının yapılmış olduğunun ve muhtevâsının da matematiksel bir

gerçeği yansıttığının kanıtı olabilir mi? (Burada inanç = îman ile

objektif bir kriter olan "ispat sonucu" arasındaki farka dikkat etmek

gerekir).

D) Atom modelleri göz önünde

tutulacak olursa atomun gerçeğini daima erişilmesi gerekli bir üst gerçeklik

katmanının bulunduğu "gerçeklik katmanları" şeklinde de telâkki etmek kābildir.

Atom modellerinde gerçeği en isâbetli yansıtan en sonuncusuna erişmek,

fotoğrafçılıkta ya da çürük diş tâmirinde olduğu gibi o zenaate mahsûs bir usûl

(ya da reçete) değil, ancak objektif ve isâbetli bir metodolojinin vaz'ıyla mümkün

olmuştur.


E) Hadîs rivâyetleri meselesine

gelince, çeşitli hadîs rivâyetleri külliyâtlarının hepsinin birden sahîh

olduğuna îman etmek ile Kur'ân'a îman etmek arasında, siz de kabûl

edersiniz ki, mâhiyet açısından pek büyük bir fark vardır:

  1. Kur'ân,

    vahy geldikçe, hem ezbere ve hem de yazıyla zabtedilmiştir. Kur'ân'ın koruyucusu

    Allāh'dır. Bu husûslarda ve Kur'ân'da

    şüphe yoktur. Bu hususta (bendeniz gibi şüphesi olmayanlar açısından) Kur'ân

    âyetlerine (4. sorunuzda ifâde ettiğiniz gibi ve sizin tâbirinizle) "sıhhat

    ölçüsü" uygulanması da isâbetsiz, abes ve insanı dininden çıkarmaya

    yönelik nefsin bir oyunudur, vesselâm!

  1. Hadîs

    rivâyetleri ise Cenâb-ı Peygamber'ın yasaklamasına rağmen, ve O'nun vefâtından

    ancak 50-100 sene sonra yazıya dökülmüştür. Bunların [Kur'ân'ın her türlü

    şüpheden berî olması (II/2) gibi] her türlü şüpheden berî olduklarına

    îman edilmesi gerektiği husûsunda ne Kur'ân'ın ne de Peygamberin bir beyânı

    vardır. Dolayısıyla bunların tümünün de sahîh olduğuna îman mecbûriyetim yoktur.

    Aksine, bu rivâyetlerden hangilerinin sahîh

    sayılabileceği husûsunda salt îmana dayanmayan, akl-i bâliğ kimselerin de

    anlayabileceği objektif delîllerle ictihâd etmeğe mecbûriyetim ve hakkım

    vardır. Hadîs rivâyetlerinin koruyucusu ise Allāh değil, bu hadîs

    rivâyetlerine îman etmenin şart olduğunu iddia eden zevâttır. Hadîs

    rivâyetlerinin bâzısına inanmak da, şüpheli oldukları husûsunda vicdânî kanaatin

    teessüs ettiği hadîs rivâyetlerini reddetmek de insanı dinden

    çıkarmaz.

  1. Hadîs

    rivâyetlerine îman etmenin şart olduğunu iddia eden zevât hadîs rivâyetlerine

    Kur'ân'a îmân eder gibi, tenkîd ve şüphe kabûl etmeyen bir imân filtresi

    ardından bakabilirler. Bu onların tercihleridir.

Bendeniz

ise bunlara Kur'ân'daki:


"İşte bu,

insanlara bir bildiridir; onunla korksunlar, kulluk edilecek tek ilâhın O

olduğunu bilsinler; ve akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler

de (ûlü-l elbâb da) düşünüp

ibret alsınlar" (XIV/52)


"
Âyetlerini

iyice düşünüp tedbir alsınlar ve akıllarını isâbetle ve dirâyetle

kullanabilenler de öğüt alsınlar diye Sana mubârek bir kitap indirdik"

(XXXVIII/29)


"... Burada

akıl sâhipleri için işâretler ve ibretler vardır" (XX/54 ve 128)


"Ve Biz

onlara sözü eriştirdik. Acabâ düşünüp de öğüt alırlar mı?"

(XXVIII/51)


"... Bütün

bunlarda akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler için ibret ve

öğüt vardır" (XXXIX/21)


"Bilin ki

Allāh arza ölümünden sonra hayat verir. Biz âyetlerimizi (İlâhî Kudret'imize

delîl olan hârikulâde olguları) aklınızla kavrayasınız diye sizlere

apaçık beyân etmekteyiz" (LVII/17)


"... Onlara

müjdeler olsun! Artık kullarımı müjdele ki onlar sözü işitir de en iyisine tâbi'

olurlar. Onlar öyle kişilerdir ki Allāh onlara hidâyet vermiştir de

akıllarını isâbet ve dirâyetle kullanabilenlerin ta kendileridir onlar"

(XXXIX/17-18)


"Onlara,

Allāh'ın indirdiğine uyun denildiğinde Hayır biz atalarımızın uymuş olduklarına uyarız

derler. İyi ama ya atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da

doğru yolu bulamamışlarsa?" (II/171)[1]


"Kâfirler

kelâmın mânâsını anlamayıp ondan yalnızca bir ses algılayan hayvanlar gibidir.

Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; ve (bu yüzden de) onlar akledip

anlayamazlar" (II/172)


"Şüphe yok ki

Biz O'nu, akledip anlayasınız diye Arapça Kur'ân olarak indirdik"

(XII/2)


"Şüphe yok

ki Biz O'nu, akledip anlayasınız diye Arapça Kur'ân olarak tertib ettik"

(XLIII/2)


"Şüphe yok

ki Biz O'nu, anlayıp üzerinde düşünsünler diye Senin lisânında

kolaylaştırdık" (XLIV/58)


muhkem

âyetlerinin ve Cenâb-ı Peygamber Efendimizin:

  • "Doğru yolu akıllıdan öğrenin! Sözüne isyân

    etmeyin! Sonra nâdim olursunuz. (Süyûtî, Câmiü-s Sagîr)

  • "Cebrâil'e insanlarda ululuğun, önderliğin neyle

    olduğunu sordum. Akılla dedi" (Abdurraûf Al Munâvî, Künûz Al Hakāyık Fî

    Hadîsi Hayr Al Halâyık)

    .

  • "Akıllıca hareket etmek her iki âlemde de işlerin

    en ulusudur" (Abdurraûf Al Munâvî, a.g.e.)


şeklindeki

Kur'ân'ın medlûlüne uygun hadîslerinin ve Hz Alî'nin de:

  • "En akıllı insan, öğütleri dinlemekden vaz

    geçmeyen insandır"

  • "En ahmak insan, kendisini herkesden akıllı

    sanandır"

  • "ihtiraslarını aklına üstün tutan rezîl

    olacaktır"


  • "İki şey var ki aslā sonuna erişilemez: İlim ve

    Akıl"

  • "Her şey akla muhtâcdır, akıl da

    eğitime"

  • "Akıl ve îman ikiz kardeşlerdir ki Allāh, birini

    öteki olmadan kabûl etmez"


şeklindeki

hikmetli sözlerinin ta'zîz ve tebcîl ettikleri Akıl'ın filtresi ardından

bakmayı yeğliyorum.


Çünkü insanı: akıl temyîze, temyîz

temkîne, temkîn i'tidâle, i'tidâl hüsn-i zanna ve hüsn-i zan da beşerî

münâsebetlerde (vehme, asabiyete, hırçınlığa, suçlamaya yâni nifâka değil)

yumuşaklığa, edebe ve sulha sevkeder. Oysa vehim su-i zanna, su-i zan tefrikaya,

ve nifâka, nifâk ise fesâda yol açar. Bütün bu beyyineler, hikmetli sözler ve

gözlemler karşısında (ve açıkça bildirilmiş olan sınırlar içinde kalmak

şartıyla) insanın ittikā endîşesiyle dahi "aklını kullanmak

farzı"ndan kaçamıyacağı anlaşılmaktadır.


İşte,

muhterem Kardeşim, bendeniz de: 1) yalnızca Kur'ân ve Peygamber'e ittibâ, ve

kezâ 2) başka herhangi bir kimseyi körükörüne taklîd etmek yerine (yâni

aklımı hadım edip de onu taklîd çengeline asmak yerine) aklı kullanmak

farzına riâyet edenlerdenim.


2.Muhterem

Kardeşim,


"Cenâb-ı Hakk'ın vaz edip

hıfzetmekte olduğu tabîat kānûnlarının, Allāh'ın yaratma irâdesini tahdid

edeceğini mi düşünürsünüz?" diye sormaktasınız.


Tabîat kānûnları, elbette ki:

1) Allāh'ın yaratma irâdesini ızhâr edip de Ezel'de Levh-i Mahfûz'a bağlı olarak

yaratmış olduğu, ve gene 2) Levh-i Mahfûz'daki hükmüne uygun olarak hıfzettiği

kānûnlardır. Yâni "Tabîat kānûnlarını halk etme irâdesi" bu hılkate takaddüm

eder. Bu durumda nasıl olur da bunlar Allāh'ın hılkatini tahdid edebilir?


Bununla beraber bu meselenin

fehâmet, idrâk ve temyizinde pekçok ihtilâf olmuştur. Bendenizin Kader'e ve

Kazâ'ya îmandan anladığımı ise takdîm etmeme müsaadenizi istirhâm ederim:


Mânevî

alanda insanın ayağını kaydıran önemli tuzaklardan biri de Akl'ın (Akl-ı Meaş'ın[2])

"Kader ve Kazâ" sırrını, gene Kader'in iktizâsı olarak, idrâk etmek için çaba

sarfetmesi fakat bu konuda vehminin esiri olmasıdır. Oysa insan "Kader ve

Kazâ"nın sırrını fehmetmekden âcizdir. Nitekim, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz de

sırf bunun için: "Bana Kader'in sırrından

sual etmeyin!" buyurmuştur.

Kader

Cenâb-ı Hakk'ın mükevvenâtı yaratmadan önce zaman içinde vuku bulacak olan her

şeyi Zât'ına has: 1) Hikmeti ve 2) Hükmü ile tesbit etmiş olmasıdır.

Kazâ ise Cenâb-ı Hakk'ın: "Ol! (Kün!)" emr-i ilâhîsiyle bu

Mükevvenât'ı ve Zaman'ı halk etmesinden sonra, bu

vuku bulacak olanların zaman içinde Kader'de tesbit edilmiş olan sıralarına göre

tecellî edip vuku bulmalarıdır.

Bu konuda

Kur'ân-ı Kerîm'den ilgili âyetler ile bir bölük hadîs "Kader ve Kazâ" faslının,

sırrının değil de, yalnızca îmânî temelinin anlaşılması için

mealleri ve yorumlarıyla birlikte aşağıya dercedilmiştir:


Âyetler:


    • ... Göklerin ve yeryüzünün ve her ikisi arasındakinin

      mülkü

      Allāh'ındır. O dilediğini

      yaratır ve Allāh her şeye kādirdir. (Mâide/6)

      .


Allāh: Mâlikü-l Mülk'tür; yâni bütün

mükevvenâtın Hâlikı ve Mâliki'dir. Mülkünde bütün tasarruf yetkisi ancak Zât'ına

mahsûstur. Dilediğini, dilediği gibi yâni bütün kader ve kazâsı ile birlikte

yaratır. Bunu tâyin etmek konusunda yegâne Yetki, Hikmet, İlim, İrâde, Hüküm,

Hilkat (Yaratma) ve Kudret'in sâhibi sâdece ve sâdece O'dur.


    • Allāh sana bir zarar verirse o zararı O'ndan başka

      giderecek yoktur ve eğer sana bir hayır verirse zâten her şeye gücü yeten de

      O'dur. O, kullarının üzerinde her türlü tasarrufa sâhip­tir. (En'am/17-18

      )


Eğer bir zarara uğradığın zehâbına

kapılırsan o zararı Allāh'dan başka giderecek bir zât yoktur. Zararını ortadan

kaldırdıklarını zâhiren

gözlediklerinin hepsi de bil ki Allāh'ın senin hakkında Ezel'de vermiş olduğu

Kader hükmüne uygun hareket etmektedirler, ve çoğu da bunun bilincinde değildir.

Görünüşe aldanma! Allāh yüce Hikmeti ile bütün mükevvenâtın Kader'ini Ezel'de

tesbit etmiştir. Görünüşün ardında, aslında, her şeyin gerçek sebebi yalnızca ve

yalnızca O'nun Hükmü'dür.


    • Şurası gerçektir ki Biz her şeyi Kader'e göre yaratırız.

      (Kamer/49)


Kader bütün bu Mükevvenât'ın ilâhî, yâni Allāh'a mahsûs olan, programı ya

da senaryosudur. Allāh, her bir nesnenin vücûd âlemindeki zuhûrunun Ezel'de

"Ol!" emriyle yaratmış olduğu bu programa, bu sanaryoya uygun olmasını İlâhî

Hikmeti'yle murâd ve takdîr etmiştir.


Dünyevî bir misâl

aracılığıyla konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacak bir mukāyese yaparsak, bir

tiyatro oyunu mutlaka bir senaryoya dayanır. Senaryosuz tiyatro

denemeleri de yok değildir ama sahneye çıkarken nasıl davranacakları, ne türlü

bir oyun sergileyecekleri hakkında aralarında en ufak bir anlaşma olmayan

aktörlerin ve figüranların plânsız programsız ve tulûatvârî (doğaçlamasına)

sergileyecekleri bir gösterinin seyircide bırakacağı intiba eninde sonunda bir

karmaşadan (kaos'tan) ibârettir. Oyuna düzen ve anlam bahşeden ancak

senaryodur. Senaryonun 1) amacı, ve 2) ele alınış biçiminin hikmeti ise

ancak yazarının peşinen bildiği, seyircilerin ise oyun bittikten sonra tahmin ya

da îman edebilecekleri

hususlardır.


Senaryo, oyunun: 1)

başını, 2) sonunu ve 3) iç dinamiğini belirler. Her bir aktörün, her bir

figüranın oyun içindeki: 1) konumunu, 2) davranışını ve 3) konuşmasını yâni,

kısacası 4) oyun içindeki kaderini tâyin eder. Buna göre her bir aktör ya

da figüran, söz konusu oyun çerçevesinde, iki türlü sorumlulukla

yükümlüdür.


Bunlardan biri

senaryoya sadâkat sorumluluğudur. Buna göre bir oyuncunun: 1) senaryonun dışına

çıkma hürriyeti yoktur, aksine 2) senaryoya cebren uymak, senaryoya

kayıtsız şartsız teslim olmak zorunluluğu vardır! Bu zorunluluk oyuncunun

uyduğu yegâne hakikî sorumluluktur. İkinci sorumluluğu ise

senaryonun kendisine yüklediği zâhirî sorumluluktur. Oyuncunun senaryoca

belirlenmiş olan bütün hareketleri ve konuşmaları (yâni rolü) gene

senaryonun çerçevesi içinde kendisine sorumluluklar yükler. Oyunda, senaryo

icâbı, meselâ birisini öldüren ya da evlilik dışı bir çocuğu olan aktör

senaryoya göre bunun maddî, mânevî ve adlî sorumluluğunu taşır ve bu sorumluluğu

üzerinden atamaz. Zâten senaryo-lar, genellikle, hep bu türden sorumluluklar

üzerine kurulmuş olur.


Bütün oyun süresince

oyuncudan beklenen ise rolünü senaryonun vaz ettiği kurallara göre: 1)

teslimiyetle ve 2) sabırla oynamasıdır.


Buna göre, bütün

mükevvenâtı oluşturan nesnelerden her biri bu senaryoda kendisine rol verilmiş

olan birer aktör ya da figüran mesâbesindedir ve de rolünü en mükemmel tarzda

(yâni İlâhî Senaryo'ya harfiyyen riâyet ederek) oynar. Kimse bu senaryonun

dışına çıkamaz. Senaryo îcabı kendisine yüklenmiş olan sorumluluklardan da

kurtulması imkânsızdır.


İdrâk sâhibi bir

aktör arada sırada kendisini sahneden tecerrüd eder de sahneyi seyircinin

sahneye bakış açısından seyredecek olursa, senaryo icâbı sergilenen oyunun

hikmetini daha iyi kavrayabilir ve bu da ona büyük bir iç huzuru bahşeder. Ama

bu, dengede tutulması zor ve ipin ucunun rahatlıkla kaçabildiği bir tavırdır.

Eğer bu tavrını bütün piyes boyunca sürdürecek olursa senaryonun kendisine doğal

olarak yüklemiş olduğu zâhirî sorumlulukları (yâni Şeriat'ı) unutabilir ve tavrı

da hakîm bir kimsenin tavrından zındık bir kimsenin tavrına

kayabilir.


    • Arzdaki her yürüyen canlının rızkının sorumluluğu yalnızca

      Allāh'ın üzerindedir. Allāh onun durduğu yeri de (sonunda) gideceği yeri de

      bilir. Bunların hepsi de apaçık bir Kitap'da kayıtlıdır. (Hûd/6)


Canlıların maddî ve mânevî rızıklarının

sorumluluğu Zât'ına Rezzâk ismini lâyık görmüş olan Allāh'a aittir. Bunların

zaman içindeki bütün durum, konum ve rızıkları Allāh tarafından tesbit edilmiş

olan Kader kitabında (Levh-i Mahfûz'da) apaçık yazılıdır. Hiç bir canlı bu

kitaptaki programın dışında hiç bir şey yapmağa kādir değildir. Onlar hakkındaki

hüküm Ezel'de her şeyi bilen ve Zât'ına Aliym ismini lâyık gören Allāh

tarafından verilmiştir. Herkes bu ilâhî senaryoda kendisine takdîr edilmiş olan

rolü Mükevvenât sahnesinde en mükemmel şekilde oynar.


    • Siz yeryüzünde de gökte de (Allāh’ı) âciz kılanlardan değilsiniz.

      Sizin Allāh'dan gayrı ne bir dostunuz ve ne de bir yardımcınız vardır.

      (Ankebût/22)


Sizler ister vehminizin, ister aklınızın

dürtüsüyle ya da Şeriat'a uygun olsun diye bilmecbûriye alacağınız tedbirlerle

Allāh'ın takdirinin önünü kesemez, Ezel'de sizin hakkınızda vermiş olduğu

hükmünün tasarrufunda O'nu âciz kılamazsınız. Aslında, bilebilseydiniz ki,

aldığınız bütün tedbirler de O'nun Ezel'deki hükmüne uygundur. Ama nefsiniz

bunun apaçık idrâkine engel olmaktadır. Ama bilin ki bu engelleme dahi sizin

hakkınızda Ezel'de verilmiş olan Kader hükmünden bir cüzdür; başka bir şey de

değildir.


    • Gaybın anahtarları O'nun indindedir, onları ancak O bilir.

      Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak

      dahi düşmez. Ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tâne bile yoktur ki, yaş

      ve kuru hiç bir şey bulunamaz ki apaçık bir Kitap'da tesbit edilmemiş olsun.

      (En'am/59)


Gayb âlemini de Şehâdet âlemini de en ince

ayrıntısına kadar bilen Allāh'dır. Çünkü her ikisinin de Hakiym ve Aliym olan

Hâlıkı O'dur. O bütün bunları Kader kitabında tesbit etmiştir. O'nun hükmünün

dışında tecellî eden hiçbir şey yoktur.


    • Ölüleri, hiç kuşkusuz, Biz diriltiriz. Onların yaptıkları

      her işi, bıraktıkları her işi yazarız. Biz her şeyi bir

      öncü'de yazmışızdır. (Yâsin/12)


Yeryüzünde insan sûretinde fakat kalpleri ölü olanların kalplerini de, bedenen

ölerek toprağa girip Cezâ Günü'nü bekleyenleri de Biz diriltiriz. "Ölmeden evvel

ölünüz!" sırrına erdirdiklerimizi huzurumuzda Hayy kılarak dirilten de Biz'iz.

Bu olacakların hepsi de mükevvenâttan önce takdîr ve tesbit etmiş olduğumuz

Kader kitabında kayıtlıdır.


    • Hiç bir şehir yoktur ki Biz o şehri Kıyâmet'ten önce helâk

      etmeyelim ya da şiddetli bir azâba uğratmıyalım. İşte bu, Kitap'da yazılmış bulunmaktadır.

      (İsrâ/58)


Biz, "Külli şey'in hâlikun illâ vechehû"

âyetinin mânâsı akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullananlar tarafından idrâk

edilsin diye, Kader kitabında, Kıyâmet'den önce her bir şehrin kendisi için

biçtiğimiz bir vakitte helâk olmasını bir kural olarak vaz

etmişizdir.


    • Bilmez misin ki Allāh gerçekten de göklerde ve yeryüzünde

      ne varsa bilir; şüphe yok ki bu, bir Kitap'da bulunmaktadır; şüphe yok ki bu,

      Allāh için pek kolaydır. (Hacc/70)


    • Gökte ve yeryüzünde hiçbir gizli şey yoktur ki apaçık bir

      Kitap'da bulunmamış olsun. (Neml/75)


    • Arzda yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne

      varse ancak hepsi de sizleri andıran topluluklardır. Biz o Kitap'da hiçbir şeyi

      eksik bırakmadık. Sonunda hepsi de haşredilip Rabb'lerinin huzûruna

      getirilirler. (En'am/38)


Ezel'den Ebed'e kadar vuku bulacak olan her

şey Bizim: Rubûbiyet'imizin, Hikmet'imizin, İlm'imizin, İrâde'mizin,

Kudret'imizin, ve Rahmet'imizin eseri olarak eksiksiz olarak hükm ve kayd

edilmiş bulunmaktadır. Görünüşe aldanarak cüz'î irâde sâhibi olduklarına îman

edenlerin ya da vehimlerinin kendilerini: "İnsan kendi kaderini kendi yaratır"

diye avuttuğu insanların Kader'in sırrı hakkındaki nasibsizlikleri de, vukuat

karşısındaki ıs-yânları da, bütün

insanların haşrı da, Cezâ Günü de hep Bizim tertib etmiş olduğumuz o Kader

Kitabı'nın (Levh-i Mahfûz'un)

iktizâsıdır.


    • Gerçekten de yeryüzünün onlardan neyi eksilttiğini Biz

      biliriz.

      (Bu bilgiler de dâhil olmak

      üzere) Her şeyi zabta geçirip koruyan Kitap ise Bizim indimizde bulunmak­tadır.

      (Kaf/4)


Sizin büyüleriniz de, fallarınız da, eşyâ ya

da hâdisâtı uğurlu–uğursuz diye sınıflandırmanızdaki vehimleriniz de hiç Bizim

indimizdeki bu kitaba te'sir edip de bu Kitab'ın sırlarını sizlere fâş edebilir

mi? Ne kadar da bâtıl îtikatlarınız var! Hiç değilse bu bâtıl îtikatların dahi

Levh-i Mahfûz'da sizin hakkınızdaki Hükmün gereği olduğunu bir idrâk

edebilseniz!


    • Yeryüzüne ya da nefislerinize gelip çatan hiç bir musîbet

      yoktur ki Biz, onları yarat­madan önce onu, bir Kitap'da tesbit etmemiş olalım.

      Şüphe yok ki bu, Allāh'a pek kolaydır. (Hadîd/22)


Yeryüzüne ya da nefsinize gelip çatan bir

musîbet karşısında haddi hudûdu aşmayın! Şeriat'ın böyle bir durumda

gerektirdiğini yapın! Ama görünen sebeplere bakıp da Allāh'ın Fâil-i Mutlak

olduğunu unutmayın! Bu musîbetler karşısında Allāh'ın takdîrine teslim olarak:

"Allāh, demek ki, böyle takdîr etmiş. Mâlikü-l Mülk O'dur. O dilediğini yapar.

Başıma bu gelen de ancak onun Fazl'ındandır" diyerek tevekkül edip Hakk'a teslim

olun; gerçek Müslümanlar'dan olun:


    • De ki: "Bize, Allāh'ın bizim için yazmış olduğundan başkası

      kesinlikle isâbet et­mez. O'dur bizim dostumuz ve inananlar da Allāh'a dayanıp

      tevekkül etmelidirler." (Tevbe/51)


    • Binlerce oldukları hâlde ölüm korkusundan dolayı

      yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allāh onlara "Ölün!" dedi...

      (Bakara/243)


İnsanların bazı olayların zuhûruna engel

olmak üzere aldıkları tedbirler o olayların zuhûruna her zaman engel olmazlar.

Eğer Allāh bir kimsenin ölümüne hükmetmiş ise ve o kimse kendi aklınca bulunduğu

şehirden çıkıp gitmenin ölüm tehlikesini izâle edeceğine inanır da o şehri

terkederse ölüm Kader'deki hükme uygun olarak onu gittiği yerde de bulur.

Nitekim bir hadîsde, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: "Allāh bir kulun bir yerde

ölmesini takdîr etmişse onun oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır"

demektedir (Tirmizî, Kader:11/C.Uşşak:660)

Hadîsler:


    • Bir kul hayrı ve şerri ile Kader'e îman etmedikçe tam îman

      etmiş olmaz. Gene, başına gele­cek olan bir şeyin mutlaka geleceğine, gelmeyecek

      olanın kat'î sûrette gelmeyeceğine inan­madıkça tam îman etmiş olmaz. (Tirmizî,

      Kader:10/C.Uşşak: 662)


    • Kader'e îman tevhîdin nizâmıdır.

      (Deylemî, Müstedrek/Câmiü's Sağîr: 1681, Yeni Asya).


    • Üç şey îmanın aslındandır: 1) "Lâ ilâhe illâllah" diyen

      kimseye sıkıntı vermemek, hiçbir günah sebebiyle onu günahla damgalamamak ve

      hiçbir amelinden dolayı onu İslâm dışına atmamak. 2) Cihâd. Allāh beni peygamber

      olarak gönderdiği günden itibâren tâ ümme­timin sonu Deccâl ile savaşıncaya

      kadar devâm edecektir. Ne bir zâlimin zulmü, ne de bir âdilin adâleti onu

      ortadan kaldıracaktır.

      3) Kader'e îman. (Ebû Dâvûd, Cihâd:

      33/Câmiü's Sağîr:1849, Yeni Asya).


    • Allāh bir kulun bir yerde ölmesini takdir etmişse onun

      oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır. (Tirmizî,

      Kader:11/C.Uşşak:660)


    • Resûlullah bir gün oturmuş ve elindeki deynekle yeri

      çiziyordu. Bir ara başını kaldırdı ve: "Sizden hiçbirisi yoktur ki Cennet ve

      Cehennem'deki yeri bilinmesin" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlar: Yâ

      Resûlullah, öyle ise niye çalışıyoruz ki? Her şeyi bir kenara bırakıp tevekkül

      etmeyelim mi?" dediler. Resûlullah dedi ki: "Hayır; çalışınız, kendinizi

      bırak­mayınız! Çünkü herkes ne için yaratılmışsa, o iş kendisine kolay hâle

      getirilir" buyurdu. Sonra da şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu:

      Muhtaç olanların hakkını veren, Allāh’dan

      korkup emir ve yasakla­rına riayet eden ve o en güzel sözü (Kelime-i Tevhîd’i) tasdik eden kimse­ye ge­lince ... Biz onu

      Cennet’e hazırlarız. Allāh’ın hakkını yoksullara vermeyen, sevâbına karşı

      ilgisiz görünen ve o en güzel sözü (Kelime-i Tevhîd’i) yalanla­yanı da en güç olana (yâni

      Cehennem’e) hazırlarız (Leyl

      Sûresi/5-10). (Buhârî, Kader:4;

      Müslim, Kader:7; Ibni Mâce, Mukaddime:10/C. Uşşak: 654)


    • ... Eğer başına kötü bir şey gelirse: "Keşke şunu

      isteseydim, şunu yapsaydım" deme! Ancak: "Allāh böyle takdîr buyurdu ve O

      dilediğini yapar" de! Çünkü "keşke" sözü

      Şeytân'ın işe karışmasına kapı açar. (Ibni Mâce, Mukaddime: 10/C.Uşşak: 656)


    • Lânet ettiğim altı çeşit kimse vardır ki onlara Allāh ve

      gelmiş geçmiş bütün pey­gam­berler de lânet etmiştir. Bunlar: 1) Allāh'ın

      kitabına ilâve yapan, 2)

      Allāh’ın Kader'ini tasdîk etme­yen,

      3) Allāh'ın alçalttıklarını yükseltmek ve yücelttiklerini de alçaltmak için

      ceberutlukla insanların başına musallat olan, 4) Mekke haremi dâhilinde yasak

      olan işleri yapan, 5) Ehl-i Beytim'e zulmeden, ve 6) benim Sünneti­mi

      terkedenlerdir. (Tirmizî, Kader: 17/C. Uşşak: 665)

      .


    • Her şeyin bir hakîkatı vardır. Kul, başına gelen bir şeyin

      mutlaka geleceğine, gel­meyen şeyin de gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe

      îmanın hakîkatına erişemez. (Ebû Dâvûd, Sünnet:16/Câmiü's Sağîr: 1346, Yeni

      Asya).


    • Bir kişi Resûlullah'a gelerek: "Yaptırdığımız

      muskaların,tedâvîde kullandığımız ilâçların ve yaptığımız perhizlerin Allāh'ın

      kaderinden gelecek herhangi bir şeyi geri çevireceği görüşünde misiniz?" diye

      sordu. Resûl-i Ekrem: "Onlar da Allāh'ın

      Kader'indendir" buyurdu. (Tirmizî,

      Kader: 2/C.Uşşak: 667).


    • Adak Allāh'ın insanoğlu için takdîr ettiğinden başkasını

      yaklaştırmaz

      (yâni hükmet­tiği kaderi

      değiştirmez). Fakat adak bazan Kadere uygun düşer de bu da cimrinin vermek is­teme­diği

      malı vermesine sebep olur. (Müslim, Nezir:7/Câmiü's Sağîr:1227,Yeni Asya).


    • Allāh tarafından takdîr edilene râzî olması insanoğlunun

      mutluluğundan ve Allāh'dan hayır dilemeyi terketmesi de bedbahtlığındandır.

      Gene, Allāh tarafından kendisine takdîr edilene karşı şikâyetçi olması

      insanoğlunun bedbahtlığındandır. (Tirmizî, Kader: 15/C.Uşşak:664)


    • Allāh'dan (bir

      işin) hayırlısını dilemesi insanoğlunun iyi olduğunun işâretidir. Allāh'ın

      tak­dîr ettiğine rızâ göstermesi insanoğlunun iyi olduğunun işâretidir.

      Allāh'dan (bir işin) hayırlısını

      dilememesi insanoğlunun kötü olduğunun işâretidir. Allāh'ın takdîrine

      hoşnutsuz­luk göstermesi de insanoğlunun kötü olduğunun işâretidir. (Müslim,

      Müsned:168, Tirmizî, Kader:15, Müslim, Hac:402).


    • Allāh bir kulu hakkında bir şey takdîr etmişse, bu

      takdîrini hiç bir şey geri çevire­mez. (İbni Kânî'den/Câmiü's Sağîr: 958, Yeni

      Asya)

      .


Allāh bir kulun

Kader'inde kendisi için bir şeye hükmetmişse O'nun bu hükmünü dua da, adak da,

Şeriat'a uygun ya da Şeriat-dışı tedbirler de değiştiremez. Bunların Allāh'ın

hükmü üzerinde hiç ama hiçbir tesiri yoktur. Bununla beraber kul, Allāh'ın

takdîrinin nasıl tecellî edeceğini bilmediği için, ekseriyetle kendi nefsine hoş

gelecek bir beklenti içindedir ve dua ve niyâzları da daha çok nefsini tutmin

edecek bir tecellînin vuku bulması yönünde olur (Aslında onun bu beklentisi de,

ve dua ve niyâzları da gene Allāh'ın kendisi için Kader'ine yazmış olduğu

hükümlerinden başka bir şey değildir). Hâlbuki yukarıdaki bir başka hadîsde de

belirtilmiş olduğu vechile bir insan: 1) bir işin hayırlısını dilemek ve 2) Allâh'ın kendisi için takdîr etmiş

olduğu şeyin vukuunda da bu takdîre rızâ

göstermek mecbûriyetindedir. Bu konuda belki de her şartta geçerli

olabilecek, efrâdını câmî' ve ağyârına mânî' olan bir dua: "Yâ Rabbi! Bildiğim

ya da bilmediğim her türlü şerden Sana sığınır, bildiğim ya da bilmediğim her

türlü hayrı Sen'den niyâz ederim" şeklinde olmalıdır.


    • Fazla kaygılanma! Senin için takdîr edilen olur, rızık

      olarak yazılan gelir. (Beyhakî’nin Şaâbü-l Îman’ından/Câmiü’s Sağîr:3873, Yeni

      Asya).


İnsanın vukuat

karşısında ya da beklediği rızık bakımından kaygılanması kendi nefsinin doğal

bir tepkisidir. Ancak, insan nefsine hâkim olarak bu konuda aşırıya

kaçmamalıdır. İnsanın, Allāh'ın Ezel'de kendisi için vermiş hükümden başka bir

şeyin aslā vuku bulamayacağının ve takdîr edilmiş olan rızıktan da başka bir

rızka aslā nâil olamayacağının idrâkini zinde tutarak Rabb'ine teslim olması

kendisi için daha hayırlıdır.


    • Kuş dahi Kader'le uçar. (Ömer Fevzi Mardin,

      Hadîs-i Şerifler, s.101).


    • Muhtac olduğunuz şeyleri (yüz suyu dökmeden, zillete düşmeden)

      izzet-i nefis ile is­teyiniz. Zîrâ umûrun kâffesi Allāh'ın takdîri ile cereyân

      eder. (a.g.e.,s.102)

      .


    • Üç huy vardır ki onlar kimde bulunursa o, Allāh'ın sevgili

      has kullarından olur. Bu üç huy: 1)

      Kader'in hükmüne râzî olmak, 2)

      Allāh'ın haram kıldığı şeylere karşı sabretmek, 3)

      (sâdece) azîz ve celîl olan Allāh'ın

      zâtı için öfkelenmek. (Deylemî'nin Müs­nedü-l Firdevs'inden/Câmiü's Sağîr: 1835,

      Yeni Asya)

      .


    • Şunlar îmanın zayıflığındandır: 1) Allāh'ı kızdırmak

      bahâsına insanları râzî etmen, 2) Allāh'ın verdiği rızıktan dolayı insanları

      övmen, 3) Allāh'ın sana vermediği rızıktan do­layı insanları kötülemen. Bir

      kimse ne kadar şiddetle isterse istesin, Allāh'ın nasîb etmediği şeyi sana

      getire­mez. Hiç kimsenin hoşnutsuzluğu da Allāh'ın sana verdiği­ni geri alamaz.

      Allāh, hik­metiyle ve büyüklüğüyle, huzur ve ferahı: 1)

      Kader'e rızâ'ya, ve 2) kuvvetli

      îmana; kaygı ve üzüntü­yü de: A) şüpheye, ve B) "kaderine itiraz etme"ye

      yerleştir­miştir. (Ebû Nuaym'ın Hılye'si ve Bey­hâkî'nin Şi'bü-l

      Îman'ından/Câ-miü's Sağîr: 1389, Yeni Asya)

      .


Bu âyet ve

hadîslerden anlaşılmaktadır ki eğer bir kimse bir hâcet için dua eder de o

duanın muhtevâsı bi hikmet-i Hudâ

gerçekleşecek olursa bu duanın, o kimsenin nefesinin kuvvetinin bir emâresi

ya da Kader'ini değiştirmiş bir dua olarak değil de: 1) onun, ezelde Cenâb-ı

Hakk'ın tâyin ve takdîr etmiş olduğu hükme (zâhirde) tesâdüfen paralel düşmüş

bir duası, ve kezâ 2) gene ezelde, o kimse için takdîr edilmiş olan hükmün

gereği olarak kabûl edilmesi gerekir.


Kazâ
'nın zâhirine bakıp da işin

aslında bir sebeb-sonuç ilişkisinin mevcûd olduğunu vehmetmek vahim bir hatâdır.

Cenâb-ı Hakk, Ezel'de, Zât'ını bir sebeb-sonuç ilişkisiyle kayıt altına

almaksızın Kader'i tâyin etmiştir. Kader'de, yalnızca, Cenâbı Hakk'ın

(hikmeti sâdece ve sâdece Zâtı'na mâlûm

olan) Hükmü vardır. Bu Hüküm ise: 1)

"sebeb-sonuç ilişkisi"nden bağımsızdır; ve 2) bu ilişkinin, insanın

nefsinin kendi hayâlinde tahrik ettiği, vehmî zuhûruna da takaddüm eder. Beşerin

Akl-ı Meâş'ının kendisine telkîn ettiği sebeb-sonuç ilişkisi Kader'in

halkedilmesinin temelinde yoktur. Bu ilişki ancak, Kazâ'nın zuhurunda, olayların

zaman içinde bir silsile teşkil etmesinin mâkûlemizde (gene de Ezel'deki Kader

hükmüne uygun olarak) ihdâs ettiği bir vehimden ibârettir.


Hiç bir

işin Kader hükmünün dışında vuku bulmadığı ve kimsenin Kader'in hükmünü

değiştiremeyeceği idrâki dâimâ zinde tutulmalıdır.


Bu

i'tibârla, bâzı hareket ve davranışların "uğurlu" ya da "uğursuz" olduğu

vehmine, yâni nefsin insana, açık ya da kapalı bir biçimde, telkin ettiği "Kader'in hükmünü değiştirebileceği vehmi"ne

kapılmamak gerekir. Bu kabil bir inanç bir tür şirk-i hafî'den başka bir şey

değildir. İnsan bir takım hareket ve davranışlarla ya da mezarlardan,

meczublardan, falcı ve cincilerden meded umarak Kader'i değiştiremez. Başına ne

gelecekse gelecektir.


Bu anlamda

uğurlu sayılabilecek tek şey insanın

kendi nefsinin hiyle ve oyunlarını teşhis ve tesbit etmek hususunda irâde ve

idrâk sâhibi olmasıdır. Ayrıca unutulmamalıdır ki Cenâb-ı Peygamber Efendimiz:

"El hayru fi mâ vak'a" yâni: "Vu-ku

bulanda hayır vardır" ve gene "Bir işin

sonunu sabırla beklemek ibâdettir" demiştir. O

hâlde vuku bulanın hayrının tecellî etmesini sabırla ve îmanla beklemek mahzâ

edeb ve ibâdet olmaktadır. Böyle bir fırsat, ele

geçtiğinde, aslā hebâ edilmemelidir.


Beşer,

herhangi bir hususta: 1) Şeriat'a, 2) Akl'a ve 3) İlm'e uygun olan bütün gerekli

tedbirleri eksiksiz almakla yükümlüdür. Bu tedbirler alınmaksızın Kader'in

hükmüne teslimiyet göstermek ise: 1) isâbetli de değildir, 2) Peygamber'in

sünnetine uygun bir tavır da değildir.


İnsan

Kader'in kendisi hakkındaki nihaî hükmünü (yâni Dünyâ'daki

hayâtında kazandığı sevab ve günahlar yüzünden Cennet'e mi Cehennem'e mi

gideceğini) remil atarak da, zâiçe çıkartarak da, fal açarak da, medyumlar ya da

cinler ...vb vâsıtasıyla da bilemez. Bununla beraber, insanın Dünya hayatındaki

fiilleri Kader'in kendisi hakkındaki nihaî hükmünün ne olacağının şaşmaz bir

göstergesidir. Eğer bir insan bütün hayâtında emr-i bi-l mâ'rûf ve nehy-i ani-l

münker'e uygun hareket ederse bu onun Kader'inde tesbit edilmiş olan

nihaî yerin Cennet olduğunun işâretidir.


3.Müşâhede, ilim ve sağduyu ancak ve ancak

bunların sınırlarını ve güvenilirliklerini test edebilecek imkânlarla mücehhez

iseniz güvenilir mihenkler olabilirler. Bunun için de Epistemoloji denilen ilim

dalını ve bunun künhünü iyi bilmeniz gerekir.


4."Tanımladığınız objektifliğe bağlı kalınırsa,

koyduğunuz sıhhat ölçülerinin, "âyetlerin sıhhati" için uygulanmasına engel

nedir?" diye soruyorsunuz.


İtiraf etmem gerekir ki bu

sualinizi ilk okuduğumda üzüntüyle "Fesubhâ-nallāh!" diye reaksiyon gösterdim.

Üzüntüm, sualinizin, size takdîm etmiş olduğum iki dokümanın tarafınızdan

tetkikinin dahi sizde fakîrin îtikadım hakkında kesin bir

kanaatten ziyâde medyatik bâzı İlâhiyat Profesörleri'nin izhâr ettikleri tutuma

benzer çağırışımlar uyandırmış olduğunu telkîn eder mâhiyette olmasından

kaynaklanmaktadır.

Bu hususta

size takdîm ettiğim "Kur'ân-ı Kerîm Ve Tabîat İlimleri (Tenkidî Bir

Yaklaşım) başlıklı kitabımın IV. Bölüm: Vahiy Akıl İlişkisi'nin şu

satırlarını mânâsına nüfûz ederek okumak kâfîdir:


Vahy'in ve Akl'ın

mâhiyetleri hakkında kesin (yakîn) ve objektif bir bilgi edinmeye yönelik

bir gayretin herkesi tatmin edebilecek sonuçlar vermesi mümkün görünmemektedir.

Buna karşılık, bunların ortaya koydukları sonuçlar hakkında tefekkür etmek daha

temkinli ve daha isâbetli bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Biz de bu

bölümde, rivâyetlere (yâni hadîslerin ve

tasavvufî çevrelerin bu konudaki haberlerine) îtibar etmeksizin, yalnızca

Kur'ân çerçevesi içinde kalarak vahyin epistemik değerini ortaya koymağa

çalışacağız. Bu bağlamda, Kur'ân'ın ortaya koyduğu Vahiy kavramı ile

Yahudilik'te ve Hıristiyanlık'ta teessüs etmiş olan Vahiy kavramları arasındaki

farklara da temas edecek değiliz. Aslında Kur'ân'daki Vahiy-Akıl ilişkisinin

sağlıklı ve sağlam bir biçimde teşhis ve tesbit edilmesi yalnızca İslâm Âlemi

için değil fakat, kanaatimizce, tüm insanlığın geleceği için de hayatî bir önem

taşımaktadır.


Vahiy, Cenâb-ı

Rabbü'l-Âlemiyn'in: 1) emir ve 2) haberlerini (III/44) mahlûkāta[3] iletme

tarzıdır. Vahyin sonucu: "Rabb'den

iletilen bir bilgi"dir. Bu bilgi diskürsif yâni tartışma yoluyla elde

edilen ve Akl'a dayanan bir bilgi değil fakat zaman zaman "Akl'ın isâbetle ve dirâyetle

kullanılmasını" da tavsiye eden bir bilgidir. Kur'ân'ın dayandığı Vahiy

Akl'a hitab etmekte ve onu aslā bir rakib ya da bir muhâlif unsur olarak telâkki

etmemektedir. Vahiy bir bilgi iletme tarzı

olduğundan iletilen bilginin kaynağı değil yalnızca

aracısıdır. Bu bilginin kaynağı bizzât, Alîm ismini zâtına lâyık görmüş olan

Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'dir.


Beşer söz konusu olduğunda

böyle bir bilgi, Vahiy yoluyla, ya 1) bir perde ardından[4],

ya da 2) Rabb'in irsâl ettiği bir resûl

aracılığıyla iletilir (XLII/ 51). Fakat Rabb: Gökler'e de (XLI/12),

Arz'a da (XCIX/5), meleklere de (VIII/ 12), Hz. İsâ'nın Havârîler'ine de

(V/111), Hz. Mûsâ'nın annesine de (XX/38) ve bal arısına da vahyetmiştir

(XVI/68) ...


Vahyedildiği esnâda Vahy'in

muhâtabı olan Vahy'in muhtevâsını tebliğ etmedikçe bir üçüncü şahıs bu

muhtevânın ne olduğunu bilemez; yâni Vahiy, Rabb ile kulu arasında ve muhtevâsı

açısından (eğer Vahy'i getiren melek varsa, onun dışında) bir üçüncü şahsın bu

iletişimi paylaşmasına imkân vermeyen bir gizlilikte cereyân eder. Bundan

dolayıdır ki Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'in emir ve haberlerini mahlûkāta iletme

tarzı olan Vahiy, paylaşılması mümkün olmayan sübjektif bir hâdisedir. Bu hâdiseyi

yaşamamış bir kimsenin Vahy'in realitesini ya da Vahy'in taşıdığı bilgilerin

menşeini kabûl ya da reddetmesinin objektif bir dayanağı bulunmaz. Bununla

beraber Vahy'in varlığına ve bu kanalla gelen bilginin doğruluğuna îman her

müslümana farzdır.


Vahy'in muhâtabı, eğer bunun

Vahiy olduğunu idrâk etmişse, bunun sâdık bir bilgi iletim tarzı olduğunun, yâni

Allah'ın mekrinin (Mekrullah'ın)

dışında bulunan bir sürece tâbî olduğunun da, idrâkindedir. Bu bakımdan Vahiy

ilâhî bilginin en emîn, ve en sâdık aktarım tarzıdır. Ayrıca Vahiy de, ve her

şeyi bilen (yâni Alîm olan) Rabb'ın kuluna Vahiy yoluyla ilettiği bilgi de

kaderin kapsamı dışında değildir (LIV/49, XI/6, XXVII/75).


Bu açıdan bakıldığında Vahiy

olgusu da aktardığı bilgi de, beşer için, yalnızca bir inanç meselesidir;

bunların kendilerini bizzarûre kabûl ettirtmek gibi bir vasıfları yoktur.

Nitekim Hz. İsâ'ya gelen Vahy'i Yahudiler, Hz. Muhammed'e gelen Vahy'i de

Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müşrikler reddetmişlerdir. Kur'ân (XVIII/ 57'de)

Rabb'in âyetleri kendisine hatırlatıldığı hâlde

onlara sırt çevirenlerden daha zâlim kimse olmadığını beyân etmektedir.

Beşerin bu zâlimliği kendi nefsinden kaynaklanmaktadır. Çünkü nefis kötülüğü emreder

(XII/53).


Nefis sâhibi kimselerden

ancak kendisine hidâyet lûtfedilmiş olanlar Vahy'i tasdîk edip muhtevâsına

uyarlar. Rabb'ın "Âdem'e secde

edilmesi" hakkındaki emri İblîs'e erişince o, bunun apaçık bir Vahiy

olduğunu idrâk etmemiş olduğu gibi bu emre icâbet de etmemiştir.


Ezeldenberi,

kendisine apaçık Vahiy geldiği hâlde buna icâbet etmeyen ve baş kaldıran tek

fert İblîs olmuştur. Hiçbir peygamberin, hiçbir meleğin, diğerlerinin ve bal

arısının Rabb'in Vahyi'ne icâbet etmediği görülmemiştir.


Vahy'in Rabb'den kuluna bir

Rabbânî bilgi iletim tarzı olmasına

karşılık Akıl kulun kendi kendine (beşerî ) bir bilgi edinim vâsıtasıdır. Beşer: 1) Vahiy söz konusu olduğunda mef'ul

(edilgen), 2) Akıl söz konusu

olduğunda ise fâildir (etkendir). Akıl: 1) vehim, 2) hayâl, ve 3) mantık'a yataklık eden bir substratum'dur; yâni bu üç unsuru tahrik

ve koordine eden bir çeşit heyulâ'dır.


Akıl bu üç unsur

aracılığıyla (eşyâ, kavram, his gibi) her türlü nesne ve bu nesnelerin zihnimizde teşekkül eden

temsilleri arasında: 1) seçim, 2) sıralama, 3) yön, 4) boyut, 5) terkîb, 6) tahlîl esaslarına, ve 7) mantık kurallarına göre kategoriler

ihdâs etmek ve bu kategorileri yeni nesneler olarak idrâk etmek yoluyla bilgi

üretir; üretmiş olduğu bilgilerden hareketle de çeşitli yöntemler ihdâs edip

bunları uygulayarak yeni bilgiler üretir. Bu bir ontolojik süreçtir. Üretilen

bilgilerin gerçeğe uygun olup olmamaları ise, burada değinmeyecek olduğumuz,

yaklaşılması da çözümü de çok daha zor olan epistemolojik bir

meseledir.


Bütün bunlar ilâhî menşeli bilgi

iletim tarzı olan Vahiy ile beşerî menşeli bilgi

edinim vâsıtası olan Akl'ın: 1) mâhiyetlerinin, 2) tezâhürlerinin ve 3) ilettikleri bilgilerin menşelerinin

ne kadar farklı olduğuna ve Vahiy ile Akl'ın hiçbir şekilde özdeş ya da

eşanlamlı (müterâdif) olarak alınamıyacağına ve özellikle de "Vahy'i veren de alan da Akıl'dır" gibi bir iddianın aslā

gerçeği yansıtmadığına[5]

yeterince ışık tutmaktadır. İslâm Âlemi'nde târih boyunca zuhur etmiş olan

itikādî inhirafların önemli bir bölümü Vahiy ile Akıl arasındaki farkın teşhis

ve temyiz edilememesinden ya da Akl'ın bir rüchâniyete sâhip olduğunun

vehmedilmesinden kaynaklanmıştır.


Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn: "Ve andolsun ki Biz, eğer dilersek, sana

vahyet-tiğimizi izâle etmeğe de muktedîriz; sonra Biz'e karşı kendine bir vekîl

de (yardımcı da) bulamazsın" (XVII/86) beyânıyla 1) Hz. Peygamber'e vahyettiğini

kendisine unutturmağa da muktedîr olduğunu, ve 2) unutulan vahyedilmiş bilgiyi

Peygamber'in ihyâ ve ibkā etmesi için kendisine Akıl

dâhil hiçbir şeyin yardımcı olamıyacağını îkaz etmektedir. Bu âyet

vahyedilen bilgiye Akıl yürütmek yoluyla denk olacak

bir bilgi elde etmenin mümkün olmadığının da

delîlidir.


Kur'ân-ı Kerîm'de Akl'ın: 1) düşünmek için, 2) ibret almak için, 3) öğüt almak için, 4) hidâyete ermek için, 5) cehâlette kalmamak için, 6) (gönül yönünden) kör, sağır ve

dilsiz olmamak için, ve özellikle de 7)

Kur'ân'ın mânâsının anlaşılması için ne kıymetli ve olmazsa-olmaz bir yardımcı olduğuna dair

pekçok âyet vardır. (Meselâ, bakınız: XIV/52, XXXVIII/29, XX/54 ve 128,

XXVIII/51, XXXIX/21, LVII/ 17, XXXIX/17-18, II/171-172, XII/2, XLIII/2,

XLIV/58). Bütün bu âyetler

Akl'ın önemini vurgulamaktadırlar.


Gerçekten de Rabb'ü-l Âlemiyn'e lāyıkı

vechile kulluk edebilmek için Kur'ân'ın ne buyurduğunu bilmek, neleri yapmak ve

nelerden kaçınmak gerektiğini anlamak ve temyiz etmek gerekir. Bu idrâk ve

temyiz ise yalnızca Akl'ın aracılığıyla olur. Şu hâlde bütün bu âyet-i

kerîmelerden: "Kur'ân'ı tetkik ederken

Akl'ını kullanmak her müslümana farzdır" sonucu çıkmaktadır. İslâm Âlemi'nin

tüm târihinde bu farza gerektiği gibi icâbet edilmiş olduğunu savunmak, ne

yazıktır ki, mümkün değildir.


Ancak şuna dikkat etmelidir

ki Akıl, şeytânî ve rahmânî olmak üzere, iki türlü kullanılabilir. Biri insanı

hatâlara ve felâkete, diğeri ise hakikatların keşfine sevkedebilir. Eğer insan

Akl'ını, onun her şeyden üstün ve her şeyin Akl'a musahhar olduğu vehmiyle

kullanırsa bu vehimdeki gizli şirk ona felâket getirir. Eğer Akl'ını usûlüne ve

Kur'ân'ın rûhuna uygun olarak "Akl'ın

aslā hükümrân olmadığı, aksine, Hakk'ı (Gerçeği) fehm, idrâk, temyiz ve teslim

etmek yönünden ancak ve ancak hâdim olabileceğinin idrâki" ile kullanırsa,

bu da onu hakîkatların keşfine sevkedebilir. Bu hususda dindar kişiyi temkine

sevkeden rehberlerden birisi de: "Onlar (yâni insanlar) O'nun (yâni Allah'ın) ilminden ancak O'nun izin

verdiği kadarını ihâtâ ederler" (II/255) âyet-i kerîmesi olmalıdır. Aslında

Akl'ı bu kabil bir fehâmet ve idrâk ile kullanmak herkese nasîb olmayan ilâhî

bir lûtuftur; ve kezâ tıpkı usturanın keskin kenarı üzerinde yürümek kadar da

zordur.


Kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmâre'nin) tahrikiyle vehim ve

hayâli azan beşerin bir bölümü her şeyi aklîlik (rasyonalite) çerçevesi içinde görmek

marazına kolayca kapılabilmekte ve her şeyi sınırsızca sorgulayabilmektedir.

Dindarların da ate'lerin de

tutumlarını zâhiren aklîlik çerçevesinde savunabilmeleri ise Akl'ın her iki zıt

tutuma da kolaylıkla yataklık edebildiğini göstermektedir.


Bu açıdan bakıldığında, Akl'ı vahşî ve serâzat bir küheylâna

benzetebiliriz. Bu küheylân kendisine

gem ve semer vurmadan bineni, onun istediği yöne değil kendi istediği yöne çeker

götürür; ve bir müddet sonra da sırtından fırlatıp atar. Ama bu küheylânın

azgınlığı eğer Kur'ân'ın gemi ve Sünnet'in de eğeriyle zabt-ü rabt altına

alınırsa, o zaman bu vahşî at ehlileşerek binicisini, ister istemez, onun

istediği yöne götürür.


Kur'ân âyetlerini

aklîleştirdiklerini ve bilimsel yorumunu

yaptıklarını vehmeden bazı modern müfessirler (!) bu bağlamda azîm

hatâlar yapmışlardır[6].


Bir kere daha vurgulamam

gerekirse:


Kur'ân, vahy geldikçe,

hem ezbere ve hem de yazıyla zabtedilmiştir. Kur'ân'ın koruyucusu

Allāh'dır. Bu husûslarda ve Kur'ân'da

şüphe yoktur. Bu hususta (bendeniz gibi şüphesi olmayanlar açısından) Kur'ân

âyetlerine (sizin tâbirinizle) "sıhhat ölçüsü" uygulanması da

isâbetsiz, abes ve insanı dininden çıkarmaya yönelik nefsin bir oyunudur,

vesselâm!


Hadîs

rivâyetleri ise Cenâb-ı Peygamber'ın yasaklamasına rağmen, ve O'nun vefâtından

ancak 50-100 sene sonra yazıya dökülmüştür. Bunların [Kur'ân'ın her türlü

şüpheden berî olması (II/2) gibi] her türlü şüpheden berî olduklarına

îman edilmesi gerektiği husûsunda ne Kur'ân'ın ne de Peygamberin bir beyânı

vardır. Dolayısıyla bunların tümünün de sahîh olduğuna îman mecbûriyetim yoktur.

Aksine, bu rivâyetlerden hangilerinin sahîh sayılabileceği husûsunda salt îmana

dayanmayan, akl-i bâliğ kimselerin de anlayabileceği objektif delîllerle ictihâd

etmeğe mecbûriyetim ve hakkım vardır. Hadîs rivâyetlerinin koruyucusu ise Allāh

değil, bu hadîs rivâyetlerine îman etmenin şart olduğunu iddia eden zevâttır.

Hadîs rivâyetlerinin bâzısına inanmak da, şüpheli oldukları husûsunda vicdânî

kanaatin teessüs ettiği hadîs rivâyetlerini reddetmek de insanı dinden

çıkarmaz.



Muhterem Kardeşim,


Tek gözümle bilgisayar başında bu 18

sayfalık mâruzâtımı bir gecede hazırlayıp size takdîm husûsundaki şevkimin

yalnızca ve yalnızca size muhabbet ve hizmet etme arzusunun eseri olduğuna

inanmanızı istirhâm ederim. Bu fakîrü-l hakîr ağabeyinize gönlünüze göre hayr

duada bulunmanız ümidiyle ve muhabbetlerimle gözlerinizden öperim.



Prof.Dr. Ahmed Yüksel ÖZEMRE




[1]Bu âyet ile Cenâb-ı Hakk elbette

indirdiği nass'lara uyulmasını emretmekte, Allāh'ın indirmediği fakat (meselâ

hadîs rivâyetlerinin tümüne uyulmasını gibi) insanlar tarafından nass

mertebesinde telâkki edilenlere uyulmamasına ve bu tefrikin de ancak akıl

yoluyla yapılabileceğine dikkatimizi çekmektedir.

[2]Akl-ı Meâş ve Akl-ı Meâd

arasındaki fark için İslâm'da Aklın Önemi ve Sınırı başlıklı

kitabıma bakınız. (Kırkambar Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998, s.

333-337)

[3]Parantez içindeki romen

rakkamları sûrelerin ve diğer rakkamlar da âyetlerin sayısına işâret

etmektedir.

[4]Bu incelemede, sözün başında

çizilmiş olan çerçevenin dışına çıkmamak için, "perde" semantik olarak

incelenmekden imtinâ

edilmiştir.

[5]Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Abant

Toplantıları 1/İslâm Ve Lâiklik, Editörü: Mehmet Gündem, s. 84, İstanbul

1998.

[6]Hans von Ajberg müstear adıyla yazan kişi ile Ahmet

Hulûsi'nin ve Halûk Nurbaki'nin kitaplarında sergiledikleri tavırlar bunlara iyi

bir örnektir.

Tasarım & Geliştirme | kerataif