Buradasınız

BU DA GEÇER YÂHÛ! - [TÜRKİYE HEMOFİLİ DERNEĞİ DERGİSİ]

SÖYLEŞİ: "Bu Da Geçer Yahû!"

YENİ FAKTÖR - Türkiye Hemofili Derneği Dergisi

Cilt: 7, Sayı:1 – 2, Yıl:2004

Mesut VARLIK - Türkiye Hemofili Derneği Yönetim Kurulu Yedek Üyesi

Aydın ÖZHAN - Türkiye Hemofili Derneği Yönetim Kurulu Yedek Üyesi

Cenk SAĞIROĞLU - Türkiye Hemofili Derneği Üyesi

Prof. Dr. AHMED YÜKSEL ÖZEMRE

1935'de Üsküdar'da doğmuş; 1954'de Galatasaray Lisesi'nden, 1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'nden ve 1958'de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Milli Enstitüsü'nden mezun olmuştur. Bu itibârla Türkiye'nin ilk Atom Mühendisidir.

1969 yılında Profesör olan Özemre, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü ve Matematiksel Fizik Anabilim Dalı Başkanlıklarını 11 yıl yürüttükten sonra 1984'de kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır. Ayrıca Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Bilim Kurulu Üyesi, TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi kurucu kurul üyesi, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü gibi görevlerin yanı sıra Türkiye'yi NATO Bilim Komitesi'nde, OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu'nda, CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Konseyinde ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde de yıllarca temsil etmiştir. 1998-2000 arasında Türkiye Elektrik Üretim ve İletişim A.Ş.'nin Genel Müdürü'nün "Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi" konusunda Danışmanı olarak çalışmıştır.

Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. Özemre evlidir; iki kızı ve bir de torunu vardır.

Başlarken...

Hocam, bugüne kadar başınızdan birçok hastalık geçti ve bunlardan yendikleriniz oldu. Üstesinden nasıl geldiğinizi bizlere anlatır mısınız?

Hâşâ sümme hâşâ! Ben öyle kuvvet ve kudret sahibi değilim. Bu sebepler aleminde, doktorlar yardım etti. Allah'ın lûtfu ve keremi ile bu hastalıklar da geçti ya da sürüyor. Yoksa benim öyle kendi kendime, şifa verici, iyileştirici bir hâlim yok.

İlk hastalığınız neydi, nasıl başladı, nasıl yendiniz?

İlk hastalığım bir ileus tablosu şeklinde başladı; yâni karın ağrısı. Doktorlar ilk önce teşhis edemediler. Bir böbrek taşı düşürdüğüm zannına vardılar ve, 23 Ekim 1958'de Cerrahpaşa Tıp Fakültesine kaldırıldım. Orada yapılan muayenelerden sonra bunun bir difüz peritonit olduğu anlaşıldı. İlk önce bu difüz peritonit ameliyatını oldum, İlk hastalıkların başlangıcı böyle. Ondan sonra tevalî etti. 24 Ekim 1958'den bugüne kadar 29 ameliyat oldum. Bunun 16'sı sadece sağ gözümden geçti. Şimdi 17'ncisini yani 30. ameliyatı bekliyorum. Bu arada dört kanser ameliyatı oldum. Bir metre kalın barsağımı ve üç metre ince barsağımı ameliyat masasında bıraktım. Geçirdiğim kanserlerden iki tanesi yavaş ilerleyen, iki tanesi son derece süratli ilerleyen kanserlerdi. Allanın lûtfu ve keremi ile bunlar zamanında tespit edilip, gerekli ameliyatlar yapıldı. Bundan başka hastalık koleksiyonum arasında anjina pektoris, şeker, iki defa hepatit viral. iki defa karaciğer yağlanması, yüksek tansiyon, polinevrit gibi hastalıklar da var. Bir kısmını hatırlayamadım ama bu kadarı kâfi herhalde.

""Hiç umutsuz olmadım!"

Bu hastalıklarla 'cebelleşirken', diyeyim, 'yenmek' kelimesini istemiyorsunuz, doktorların büyük faydası olduğunu söylediniz; ama bana öyle geliyor ki sizin hayata bakışınızın ya da hayatı algılayışınızın bunda çok önemli yeri var.

Hiç şüphesiz! Allah'ın lûtfu ve keremi ile Cenâb-ı Hakk'a îmanı olan bir kimseyim. Hastalıklarıma tahammül gücünü Cenâb-ı Hakk'ın verdiğinin idrâki içindeydim. Ve büyük bir sabırla bunlarla yaşadım. Ve hayatımda, bütün bu hastalıklarım esnâsında, bir kerecik olsun "Bu niye başıma geldi?" diye bir isyân içinde de olmadım. Daima tevekkül ile karşıladım. Çünkü biliyorum ki Cenâb-ı Hakk'ın bütün işlerinde, bir hayır, hikmet vardır. Biz insanlar çok kısıtlı bir akıl sahibi olduğumuz için, bu muazzam hikmeti anlayamıyoruz. Allah, lûtfederse, bu hikmetin ne büyüklükte olduğunu bâzen insanlara gösteriyor. Benim de zaman zaman bu hikmetin büyüklüğünü idrâk edebildiğim, sezinlediğim zamanlar oldu. Ve benim tabiî îmanımı daha da fazla kuvvetlendirdi. Cenâb-ı Hakk'a olan teslimiyetimi de daha arttırdı.

Hastalıklarınızın ilk baş gösterdiği dönemlerde, teşhisler konulurken neler hissettiniz? Gardınızın düştüğü hiç olmadı mı? Umutsuzluk anları...

Hayır, hiçbir zaman umutsuz olmadım: "Cenâb-ı Hakk böyle takdir etmiş, hadi bakalım hayırlısı Allah'tan; bunu da atlatırsın İnşâallah!" dedim. Böylece de geçti.

"Hakîkâtler bizden bağımsızdır!"

Bu düşüncelere sahip olmanızda, akademik hayatınızın, mesleğinizin katkıları var mı?

Allah'a îman ilmî bir şey değildir. Allah'a îman; Allah'ın insana olan bir lûtfudur. Ama şurası muhakkaktır ki ben Müslüman bir ilim adamı olarak, Hıristiyanların düşüncelerinin tersine, ilim ile din arasında en ufak bir çelişki olmadığını, bütün ömrüm boyunca (yani bu işe 11 yaşımdan itibaren başladığıma göre, aşağı yukarı 58 senedir), tahkîk etmiş, araştırmış ve konuda mutmaîn olmuş bir kimseyim. Din ile ilim arasında hiçbir çelişki yoktur. Çelişkiler insanların kavramları doğru dürüst algılayamamasından, bunlar arasındaki temyiz ve tefrik farklılıklarından ve işin kökünü idrâk edememelerinden ileri gelir. Hıristiyanlar için bu böyle değildir. Onlarda din ile ilim ayrıdır. Dinin sahası ayrıdır, ilmin sahası ayrıdır. Hâlbuki biz Müslümanlar için Allah'ın kendisine lâyık gördüğü isimlerinden biri de "İlim"dir. Allah'ın âlim olduğunu, her şeyi bildiğini, ilmi yaratan Zât olduğunu idrâk etmek gerekir. O Kendi ilmi ve vaaz ettiği gerçek din arasında hiç çelişki yaratır mı? Olacak iş değil. Hakikaten, ben de, bütün ilmî hayatım esnasında, neticeleri tam manasıyla yerine oturmuş ilmî sonuçlar ile İslâm dini arasında en ufak bir çelişkiye rastlamadım. Çelişkiler insanların kafalarındadır; idrâk bozukluklarındadır; ve yanlış kavramlar üzerinde durmalarındadır. Çok kimse işin kökünü bilemediği için birtakım senaryolara, birtakım spekülâsyonlara 'teori' adını takar; alâkası yoktur. Teori başkadır, senaryo başkadır, spekülâsyon başkadır, model başkadır. Bunları bilmeyen insan nasıl idrâk ve temyiz sahibi olabilsin, değil mi? Bir ilim adamı sadece yaptığı ilmi, meşgul olduğu ilmin bütün kenarını köşesini bilmekle mükellef değil, aynı zamanda bu ilmin nasıl geliştiğini, bu gelişmenin arkasındaki psikolojik background'u (art-alan'ı) ve aynı zamanda da epistemolojisini (bilgi felsefesi'ni) bilmek zorunda ve de o ilmin etik'ini (ahlâkını) bilmek zorundadır. Ancak böyle bir kimseye 'âlim' denilebilir. Aksi takdirde herkes, yâni bir ilmin bir kenarından tutan çok kimse, çoğu sefer bir teknisyenden başka bir şey değildir. Ama âlim olabilmek için o ilmin târihini, psikolojisini, felsefesini ve epistemolojisini bilmek lâzımdır.

Peki bunları bilebilmek için sizce Türkçe'de yeterince veriye sahip miyiz?

Bırakınız Türkçe'yi, İngilizce'de bile yeterince veriye sahip değiliz. Bunları öğrenebilen, bunlara vâkıf olabilen insanların sayısı çok azdır. Türkiye'de doğru dürüst epistemoloji bilen ancak üç dört kişi vardır, o kadar. Türkiye'de ilk "Fiziğin Epistemolojisi" dersini ben, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinde ihdâs ettim. O kadar verimli bir ders oldu ki bu derse katılanlardan iki kişi şimdi felsefe profesörü. Bir tanesi Prof. Teoman Duralı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde, ötekisi doktorasını benden yapmış olan (epistemoloji doktorası yapmış olan), Prof. Şafak Ural, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı. Benim idârem altında çok değerli bir doktora tezi hazırlamış olan bir başka epistemolog olan Prof. Dr. Yalçın Koç ise beni bu konuda yetmiş defa katladı. Uluslararası bir şöhret oldu. O da Kuvantum Mekaniği'nin tabiatı tasvir etmesi konusunda fevkalâde derin bir doktora tezi yaptı.

Ben tekrar biraz önceki sözlerinize geri dönmek istiyorum. Genelde, sizin de belirttiğiniz gibi batı kaynaklarından bilgi ediniyoruz, araştırmaları derinleştirebiliyoruz. Bu kaynaklarda gördüğümüz o ki, her zaman için ilim ve din arasında ayrım, hatta uçurum olmuştur

XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde Papa VIII.Urbano Galile'yi engizisyon mahkemesine verdi. Mahkeme Galile'nin Kopernik'in 1572'de vaz etmiş olduğu Yeni Güneş Sistemi'ni ve kendi yapmış olduğu teleskopla güneşin yüzeyinde tesbit ettiği lekelerin mevcûd olmadıklarını oybirliğiyle karara bağlayıp Galile'yi mahkûm etti. Herkes buna bir tarafı ile güler. Parmak kaldırmak sûretiyle ilmî hakikatleri de dinî hakikatleri de değiştirmek mümkün değildir. TBMM kalkıp da, mesela Nevvton'un gravitasyon kanunu 1/r2 ile orantılı değil de 1/r3 ile orantılı olduğunu kabul etse, kendi kendini rezil eder. Veyâhut devletlerden birinin parlamentosu kalkıp da "Hz. Mûsâ'nın peygamberliğini ilga ettim, ortadan kaldırdım!" dese, yine herkes buna bir tarafı ile güler. İlmî ve dinî hakikatler bizden bağımsızdır. Biz onları ancak keşfedebiliriz ya da algılayabiliriz. Başka bir şey yapamayız. Ama siyaset parmak kaldırma usulüyle, Katoliklik parmak kaldırma usulüyle her şeye karar verebilir. Şimdi 1950 senesinde Anno Santo münasebetiyle Papa XII. Pius kalktı, Hıristiyanlık amentüsüne yeni bir inanç maddesi kattı: "Hz. Meryem'in etiyle kemiğiyle göğe çekildiğine inanmayan Hıristiyan değildir" dedi. Herkes de bunu "bir tarafıyla" dinledi. Fransız ve iyi Katolik arkadaşlarıma, "Bundan haberiniz yok mu?" diye sorduğumda "Haberimiz yok" diyorlar. "Ama bunu Papa XII. Pius ilân etmiş" dediğimde de "Boş versene" diyorlar.

"Allah var, gam yok!"

Son üç-dört senedir temellendirmeye, geliştirmeye çalıştığım bir mevzu var: bildiğim kadarıyla, bugüne dek Hemofili hastaları üzerinde hiç çalışılmamış ama başka bazı hastalıklarda uygulanan "Düşünce Gücüyle Tedavi" adında bir yöntem. Benim için şimdilik, öğretisi vs. olan belirli bir yöntem değil. Daha çok kişisel gelişim ile çıktı ortaya. Hayata bakış açısının, paradigmanın değişmesiyle nelerin olabileceğini görmemi sağladı. Evet, hemofili genetik bir hastalık. Ancak, yaşadıklarımızın, kanamalarımızın... Bir kısmının aslında genetik özelliğinin dışında, psikolojik temelde olduğunu fark ettim. Moralimizin bozuk olduğu dönemlerde, dünyaya olumsuz baktığımız, suratımızın beş karış olduğu dönemlerde daha fazla kanıyor olduğumuzu fark ettim. Bunların sorgulamasına girmeye başladım. Sizin de bu anlamda yaşamış olduklarınız, kanserler, onca hastalık, 29 tane ameliyat... ve Mâşâallah’ınız var, bugün sapasağlam karşımızdasınız.

Hamdolsun Cenâb-ı Hakk'a! Hâlâ kafam işliyor ve tuvalete hâlâ yalnız gidiyorum. Bu Allah'ın büyük lûtfudur.

Bunun sırrı nedir, diye sorsam?

Güzel evlâdım, bunun sırrı îmandır! Îmanlı bir kimse "Allah var, gam yok!" der. Allah'ın saf hayr olduğuna îman etmiş bir kimse, hiçbir zaman âtiye karamsar bakmaz. Müminin âtiye, geleceğe karamsar bakması haramdır, İslâm dininde... Eğer bu türlü yetiştirilmişseniz, daima başınıza ne gelirse gelsin hep iyi tarafıyla bakarsınız. Allah muhâfaza etsin, bir kazada belâda dahi o kaza belânın 20 sene sonra sebep olacağı öyle hâdiseler vardır ki insan hayretler içinde kalır. O kaza olmasa, insanın başına o güzel hâdiseler gelmeyecektir. Şüphesiz ki bir çok hastalıklarda olduğu gibi hemofilide de mânevî güçle bu hastalığı durdurmak mümkündür. Ortadan kaldırmak mümkün değildir, ama durdurmak mümkündür. Ama bu çok nâdir kişilerde ortaya çıkar. En meşhuru da tarihte Rusya'da Çar II. Nikola'nın çocuğunun kanamalarını durduran Papaz Rasputin'dir. Bunu yapacak olan kişinin illâ Müslüman, Hıristiyan veyâ başka bir şey olması gerekmez. Bazı kimselerde bu yetenek vardır. Bu yetenek nasıl gelişir? Bilemem. Ama verilmiştir, Allah tarafından verilmiştir. O da Allah'ın enteresan bir âsârıdır, ibret alınması gereken bir âsârıdır. Yalnız kanaatimce bunun peşinden koşulması doğru değildir. Çünkü bunun objektif emâreleri bilinmediği sürece, insanın kendisini pek çok üç kağıtçıya kaptırması işten bile değildir. Onun için gene de konvansiyonel tedaviye başvurmak gerekir. Ama îmanı

da kuvvetlendirmelidir. Îman nasıl kuvvetlenir? Cenâb-ı Allah'ın saf hayr olduğuna dair îmanınız tam ise başınıza gelen bu hastalık sıkıntıları size çok fazla tesir etmez. Tabiî ızdırabını çekersiniz, benim gibi. Ben de çok ızdırap çektim. Allah düşmanıma vermesin! Ama îmanımı da bozmadım. "Bu da geçer yahu!" dedim. Eskiden zaten konaklarda "Bu da geçer yahu!" diye bir levha muhakkak bulunurdu. Konağın sahibi akşamleyin yorgun argın, sıkıntılı olarak evine gelip de hanımının yaptığı kahveyi içip sigarasını tüttürürken, karşısındaki levhaya bakar ve kendi kendine: BU DA GEÇER YAHU! derdi. Bu bir iyimserliktir. Îman sahibi, iyimser kişidir. Îman sahibinin kötümser olması mümkün değildir. Kötümserse îmanı kuvvetli değildir.

Hastalıklarda anne-babayı zora sokan durumlardan biri, hiç yapamadığı bir şey için, keşke şunu yapsaydık, diye üzülmek oluyor. Bir de geleceğe dair endîşeler tabiî, acaba sakat mı kalır, ben ölürsem çocuğuma kim bakar, ilâcını kim temin eder... bu tür şeyler hasta kadar aileyi de yıpratan şeyler. Buna nasıl bakmamız gerekiyor?

Az önce söyledim nasıl bakmamız gerektiğini, ama bunu gerçekleştirmek, tahakkuk ettirmek zor. "Allah var, gam yok!" Çocuğunuzun rızkını siz mi veriyorsunuz, Allah mı veriyor? Allah veriyor. Hepimizin rızkını Allah veriyor. Nereden geliyor, nasıl geliyor? Ezelde yazılmış bir program dâhilinde geliyor bu. Siz ölseniz çocuğunuzun rızkı kesilecek mi? Muhakkak bakan birisi olacak. Bundan dolayı niye üzülesiniz ki? Allah var, gam yok! Ben hayatımın son dönemindeyim. Bir ayağım çukurda sayılır. Başta eşim, çocuklarım olmak üzere benden istifâde eden bir sürü kimse var. "Ben ölecek olursam ne olur?" diye bir an bile düşünmüyorum. Şimdiye kadar milyarlarca insar ölmüş, arkasında kalan milyarlarca insan hayatına devam etmiş. Hepsinin de rızkı gelmiş. Niye üzüleyim? Allah var, gam yok! Allah bu mülkün, 360 bin âlemin sahibi, maliki. Bu mülkünde istediği gibi tasarruf yetkisi var. Kimseye sormadan istediği şeyi tasarruf eder. Bunu böyle yapar, şunu şöyle yapar. Bunun hikmetini biz anlayamayız, iş böyle olunca, bunun idrâkini zinde tuttuğunuz takdirde ne için üzülelim? Gayet tabiî ki insanın, mesela arabasına biri çarpsa, üzülür. Ama üzüntüsünün 20 saniyeden fazla sürmemesi lazım. En sonunda borç edecektir, harç edecektir, ya da kaskosu vardır, arabayı tamir ettirecektir. Dört beş gün arabadan uzak kalacaktır, sıkıntısını çekecektir. Alkol muayenesine girecektir, bilmem ne olacaktır. Fakat sonunda iş yürür... Üzülecek bir şey yok! Allah var, gam yok!

"Alışa, alışa yaşayacaksınız..."

Evet, arabamız kazâ geçirdiği zaman böyle bakabiliriz. Ama, hemofili hastalarının gözünden bakarak söylersek: Bir dolu geçirilen hastalıklar, kanamalar, bir-iki yaşından beri belirgin bir şekilde hayatını yöneten bir hastalık var sonuçta. Geceler boyunca süren dayanılmaz ağrılar, hastane koşturmaları, bütün ailenin gözü önünde yaşanan acılar.... gibi şeyler var.

Evlâdım, ben de bütün bu sıkıntıları kaderdaşınız Cenk Sağıroğlu ile birlikte altı senedir yaşıyorum. Her bir ânından, her bir sıkıntısından haberdarım. E ne oldu? Cenk, Mâşâallah aslan gibi. Siz de aslan gibisiniz. Bunların hepsi geçer. Eğer îman edersen, hepsi geçer. Belirli bir süre süre sonra, onun hikmetini bilemiyoruz, geçer. Eğer buna îman edecek olursan, bu da geçecek; "Allah var, gam yok!" diyecek olursan göreceksin ki daha kolay atlatır insan bu sıkıntılı şeyleri. Mübarek çocuk az mı hastanede yattı, az mı annesi babası taşındı, az mı üzüntüler, az mı gözyaşları, az mı bacak şişmeler, ağrımalar, yürüyememeler, ayakların açılamaması, kapanamaması yaşandı? Bunların hepsini birlikte yaşadık. Annesi babası yaşadı, ama bu aileyi sevdiğim için onlar kadar ben de yaşadım. Ankara'dayken her gece kaldığım misafirhanenin 511 numaralı odasının önündeki balkona çıkıyordum. Günde 14 ila 20 saat arasında bir Laptop'un karşısında, son derece gizli bir iş yapıyordum. Geceleyin bunaldığımda balkona çıkıyordum. Balkonda sâdece Cenk'i düşünüyordum. Hiç ama hiç, şu kadarcık bir şüphe dahi girmedi aklıma. "Çocuk iyileşecek, merak etmeyin, iyi olacak...." diyordum ailesine. Hamdolsun aslan gibisiniz ve böylece uzun müddet yaşayacaksınız hayrlısıyla... Ben kendi hastalıklarıma, ameliyatlarıma, sakatlıklarıma nasıl alışmışsam sizler de kendi sıkıntılarınıza alışa alışa yaşayacaksınız. Allah kimseye vermesin! Tek bir gözle hareket etmenin zorluğunu bilemezsiniz. Tek gözle sokağa çıktığım zaman kaldırımdan aşağı inerken, tek gözle görmede derinlik olmadığından bâzen ayağım boşa gidiyor ve kıç üstü yere oturuyorum. Üç gün evvel ayağım kırılıyordu. O kadar bir boşluğa bastım ki perişan oldum; etraftan koştular. O yüzden hep kolumda birisiyle çıkıyorum. Ama neşemden hiç kaybetmiyorum. Sol gözle, tek gözle 13 tane kitap, 100'e yakın makale yazdım. Eğer hayata iyicene yapışacak olursanız, hiçbir şeyiniz kalmaz. Emin olun: yapacak çok işiniz var. Sizin gibi gençlerin hem düşündüklerini yazması, hem de bir dernek içinde bunların kaynaşması, hastalığın geçmesi, unutulması ve arazın hafiflemesi bakımından son derece önemli.

Paylaşmak!

Evet paylaşacaksın. Neyi ama? Acıları paylaşarak çoğaltmayacaksın. Hastalığını da paylaşacaksın ama bu genç yaşınızda ürettiğiniz fikirleri kavga etmeksizin, sâdece hakikati aramak gayesi ile, muhabbet ile paylaştığınız takdirde hastalığınızı unutursunuz. Ben hasta olduğumu ne zaman anlıyorum biliyor musun? Bir gözümün kör olduğunu, gözlüğümü aradığım zaman anlıyorum. Eskiden şöyle bir bakar bulurdum gözlüğümü. Bazen kızımı çağırıyorum. "Rabia'cığım gel benim gözlüğümü bul!" diyorum. Bir tarafı göremiyorum. Ve görememenin öyle şeyleri var ki; bardağa su koyduğunu zannediyorsun, bütün sürahiyi masanın üstüne döküyorsun, farkında değilsin. Hüsnüniyetle yapıyorsun. Ama hüsnüniyet hiçbir şey ifâde etmiyor ki. Fransızların bir atasözü var: "Cehenneme giden yol hep hüsn-ü niyet taşları ile döşelidir". Hüsnüniyet mutlaka iz'ân ve beceri ile tahkîm edilmelidir. Bütün bunlar insanı mahcup edici şeyler. Karıma, çoluğuma çocuğuma mahcup oluyorum, böyle sakarlıklardan ötürü. Hanım da bana takılıyor: "Hadi canım senin gözün gördüğü zamanı da biz biliriz" diyor, işi biraz da matrak tarafından almak lâzım.

Bizim bir çok arkadaşımız yaşadığı bu rahatsızlıktan dolayı, dışarı çıkmaya çekiniyor, korkuyor. Sizin de biraz önce söylediğiniz gibi, herhangi bir tökezleme anında eklemde bir kanama meydana gelebileceği için...

Bak biz iki sene önce Cenk'i Almanya'ya gönderdik. Olacak iş mi bu? "Git evladım git; merak etme!" dedik. Gitti bir şey olmadan geldi.

Bunda biraz da ailenin rolü var. Aile de hasta da yaşadıklarından ötürü çekiniyor. Bu durumdan bir türlü kurtulamayan, bunu aşamayan arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?

Bir öneriyle, bu söylediğimi hazmedîp de hayata geçirmek mümkün değildir. En azından kolay değildir. Bu bir olgunlaşma sürecidir. Korkunun ecele faydası yoktur. Ecel insanı her yerde bulur. Cenâb-ı Hakk kaderi tesbit etmiştir. Alacağın hiçbir tedbir kaderin önüne geçemez. Tedbir takdiri bozmaz. Ölüm insanın başına Semerkant'ta da gelir, Dortmund'ta da gelir, Çemişkezek'te de gelir. Onu Allah biliyor. "Sen Çemizgezek'e gitme Hz. Azrail oralar da görülmüş" dense de sen Çemişkezek'e gitmeyip İstanbul'da otursan bile bu mübarek İstanbul'a da gelir. Korkuya gerek yok. Îman sahibi olan bir kimse bunları kendisine dert etmez. Başına gelecek olan gelecektir. Yeter ki gelecek olanı cesâretle karşılamasını bilesin! Geldiği zaman üzülmeyesin, sıkılmayasın! Bundan sonra da, Allah muhâfaza etsin, gene bir tarafınız şişebilir. Gene biraz sıkıntınız olacaktır. Gene ızdırabınız olacaktır. Ama bunun çâreleri var. Çârelerin mevcut olduğunu bildikten sonra, ona karşı artık mânen siz donatılmışsınız. Bu bir mânevî meseledir. Sihirli bir kelime ile, abra kadabra diyerek, insanlarda bu korkuyu, endişeyi kaldırmak mümkün değildir. .Bunu ancak çok olgun kimseler yapabilir. Kolay iş değildir bu. Herkesin mânevî kuvveti de buna yetmez. Anaların, babaların da yetmez. Onlar da insandır. Cenk'de olduğu gibi meselâ. Cenk'in çektiği sıkıntıları yalnızca ailesi yaşamadı. Aramızda kan bağı olmamasına rağmen ben de onlar gibi bu sıkıntıları yaşadım. Annesine: "Üzülme kızım! Bunların hepsi geçecektir" dedik. Ailesinin bana itimadı olduğu için, sözüme inandılar. Allah da bizi mahcub etmedi; geçti, hamdolsun. Yoksa bunun sihirli formülü falan yok.

"Fuzûlî düşünceler..."

Ailelerin korumak amaçlı, tepkisel olarak, hastayı ciddî anlamda hayattan koparan, görünmez bir fânusun içinde tutan tavırları olabiliyor...

Hiç doğru değil. O kadar korumak doğru değil. Hamdolsun, bakın Cenk fevkalâde bilinçli, ne yaptığını bilen ve kendi başına hareket edebilen bir genç oldu. Annesi ile babası Çamlıbelde'ye geçiyorlar; o rahatlıkla şehirde evde kalıyor, arkadaşlarına gidiyor vs. Bunu biz teşvik ettik. Bu çocuğu fânus içinde yaşatmanın âlemi yok. Allah'a itimat ve tevekkül edeceksin ve çocuğunun normal hayatını yaşamasını sağlayacak şartları ortaya koyacaksın. Ama anne-baba inhisarcı davranırlar da "Aman gitmesin, etmesin, onla tokalaşmasın, şöyle olmasın, böyle olmasın, şu olsun, otur, kalk, başımıza neler geldi görmüyor musun, otur oturduğun yerde, sakın ha gitme...." Derlerse o zaman bu çocukların hayatı da zehir oluyor. Doğru değil. Ama gene söylüyorum: Bu kolay bir iş değildir. Allah kimsenin başına vermesin. Anaları ve babaları da suçlamak doğru değildir. Kolay iş değil.

Anne-babaya, arkadaşlara yük olma düşüncesi oluşabiliyor hastada...

Bunlar fuzûlî düşünceler. Anne-babaya yük olunmaz. Kesinlikle! Bunu bir kere kafanızdan çıkarmanız lâzım. Ana-baba size zâten yardım etmek için, fedâkârlık etmek üzere hareket eden insanlardır. Yük olunmaz. Allah devlete millete zeval vermesin! Devletimiz bir sürü ilâçlarınızı karşılıyor. Aksi takdirde ne olurdu? Mümkün mü, haftada birkaç milyarlık ilaç kullanmak kolay iş değil. Onun için, bu düşünceleri kafadan çıkarmak lâzım. Bu gibi vehimler insanın hastalığını daha da büyütür. Çocuk anaya babaya katiyen yük değildir. Anası babası ne kadar sert ne kadar canından bezmiş dahî olsalar, yük olamazsınız.

Türkiye Yazarlar Birliği, Prof. Özemre'yi; 1996 yılında Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı isimli eseriyle Hatırat Dalı'nda ve 1998 yılında da Prof. Dr. Toshihiko Izutsu'dan çevirdiği İbn Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar (3 baskı) başlıklı çevirisiyle Çeviri Dalı'nda "Yılın Sanatçısı" ödüllerine lâyık görmüştür. Üsküdar Belediyesi ise, Prof. Özemre'nin Üsküdar'a hizmetlerinden ötürü, 2002 yılında Çengelköy'de inşâ ettirdiği bir Kültür Merkezi'ne Ahmed Yüksel Özemre Kültür Merkezi adını vermiştir.

Pozitif, sosyal ve dinî ilimler konularında 330 kadar makale ve raporu bulunan Prof. Özemre'nin halen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan: Toplam 12 cilt Fizik üzerine üniversite ders kitabı ve, aralarında Prof. Dr. Tosihiko Izutsu'dan çevirmiş olduğu İbn Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar ile Taoculuk'taki Anahtar-Kavramlar da olmak üzere, 10 cild ilmi eser tercümesi yanında:

  1. İlimde Demokrasi Olmaz;
  2. Türkiye'nin Çernobil Çilesi;
  3. İslâm'da Aklın Önemi ve Sınırı;
  4. Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı;
  5. Gel De Çık İşin İçinden;
  6. Geçmiş Zaman Olur ki...;
  7. Kâmil Mürşidin Portresi;
  8. Aklın Yolu İlimdir;
  9. Kur'ân-ı Kerim ve Tabiat ilimleri (Tenkidi Bir Yaklaşım);
  10. 50 Soruda Türkiye'nin Nükleer Enerji Sorunu;
  11. Portreler, Hâtıralar...;
  12. Din, İlim Medeniyet (Düşünceler);
  13. Ah Şu Atom'dan Neler Çektim!;
  14. Toma'ya Göre İncil ya da Hz. İsa'nın 114 Hadisi;
  15. Üsküdar, Ah Üsküdar!...;
  16. Muhabbet ve Mücadele Mektupları;
  17. Fiziksel Realite Meselesine Giriş;
  18. Kâmil Mürşidin Mirası;
  19. Çernobil Komplosu ("Kanser Artıyor!" Yalanı);
  20. Üsküdar'ın Üç "Sırlı"sı;
  21. Akademik Yıllarım (1954-1984) başlıklı telif kültür kitapları, ve;
  22. Râşid Erer'in Türklere Karşı Haçlı Seferleri ile;
  23. Fehmi Tandaç'ın Öz Söz

isimli eserlerinin kritik edisyonları bulunmaktadır. Ayrıca:

  • Doğumunun 100. Yılında Atatürk'e Armağan: istanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde Çeşitli Fen Bilimi Dallarının Cumhuriyet Dönemindeki Gelişmesi ve Milletlerarası Bilime Katkısı,
  • Sâlim Yorgancıoğlu'nun Üsküdar Dergâhları

isimli eserlerin de editörlüğünü yapmıştır.

* * *


He was born in Uskudar in 1935, graduated from istanbul University Science Faculty Department of Mathematics and Physics in 1957 and from National Nuclear Science and Technology Institute of France in 1958. He is the first nuclear engineer of Turkey. He became a professor in 1969 and headed many scientific and nuclear organizations in Turkey and abroad.

In the beginning...

You had had many illnesses before. Could you tell us how you managed them?

God forgive me! I am not that strong a man. The doctors helped me, and with the God's will, I was healed.

What was your first illness?

I had had an abdominal pain. The doctors had difficulty in diagnosis. Later, it turned out to be diffuse peritonitis and I was operated. Since then, I had had 29 operations. 16 of these operations were on my right eye. I am now waiting for the 30th. I had had 4 cancer operations. My repertoire of illnesses include angina pectoris, diabetes mellitus, viral hepatitis, fatty liver, hypertension, pyelonephritis.

You said that the doctors helped you with your illnesses. But I think that your attitude was also an important factor.

Yes, definetely. I believe in God. I realize that God gives me the power to resist these diseases. I stayed patient. I never rebelled God and said: Why does it occur to me?

Did you ever lose your hope?

No, never. I said: "God wills like this. Hope that God will give the power to overcome it also!".

Does your academic background influence your thoughts?

Believing in God is not something scientific. It is-a present from God. But all through my academic life, I have realized that science and religion do not counteract each other. There is no contradiction between them. A scientist should not just know the science itself, but should also learn all the aspects of them science, including the psychological background, epistemiology and ethics of that science. Only after you can be called a "scientist" Otherwise, you arejustatechnician.

Well, do you think that we have enough data about these?

No, not even in English. Such people are very few. I started the first "Epistemiology of Physics" lesson in Turkey. 2 of the participants of these lessons have become professors of philosophy now.

In the western literature, we always come accross to the battle of religion with science.

In the year 1601, Pope Urbano Vth put Galile on inquisition and a decision was reached by voting of the council. Of course this is funny. Scientific truthts can not be changed by voting. Scientific and religious truths are immune from us. We can only sense them or diagnose them.

I have been thinking and trying to formulate a concept for the last 3-4 years: Treatment with Thought Power. I try to apply it on hemophilia. I know that hemophilia is a genetic disease. But I realized that some of the bleedings may have a psychological basis. When we are pessimistic or depressive, we have more bleedings. What may be the basis for this?

The basis is belief. A believer should say: "There is God, there is not pessimism". In '. our religion, pessimism is forbidden. You can not foresee what a bad condition now will bring in the future. Similarly, you can slow down hemophilia by your mental power. You can not absolutely abolish it, but you can slow down it. But this happens in very few people. The most famous of these is the son of II. Nicholas in Russia. How can you gain this talent? I do not know, but it is given. It is one of the secret deeds of God. But you should not chase to obtain such talents. Therefore, you should first obtain conventional treatment. But you should also strengthen your belief. You should say, as I said in my illnesses "This also will pass!" This means optimism. A believer is an optimist.

The families are also very much affected from the disease. They blame themselves, they are curious about the future, they are concerned what will happen to the child etc. How should they manage these feelings?

As I said previously: "There is God, there is not pessimism". God gives us our food, within a program, written at creation. Therefore you should not be pessimistic. Until now, billions of people died, and billions of their successors lived. All of them had food. God gave them. Why should I worry then?

But hemophilia patients have long nights filled with pain, runs in hospitals and suffering...

I have been living with Cenk for the last 6 years. I know all of the suffering he and his family has. A time will come, when all the sgffering will end. We do not know that time. But we have to believe in that. All them have a meaning... During all my work, I have been thinking of Cenk. I always believed that he would manage his illness. Now is is quite well. I have only one eye. I can not walk in the street alone, I can not step down the stairs. But I am stil happy. With my one eye, I have written 13 books and more than 100 articles. You have to stick to life. You have lots of things to do. Your activities in the Society are very important.

Sharing!

Yes, sharing. But sharing your suffering will decrease them not increase.

Most of our friends are afraid of going out.

We send Cenk to Germany 2 years ago. I strongly encouraged him to go. He went, and came back without any problem.

Some families try to put their children in isolation...

It is not true. Overprotection is not true. You should believe in God, and provide optimal conditions for the child. When the parents try to protect their children, it has a negative effect on children. I know it is not easy...

Some patients think that they are a burden to the family and society...

Such thoughts are useless. They are not a burden. You should forget such things. Your parents' duty is to help you. Such thoughts will increase your problems.

Tasarım & Geliştirme | kerataif