Buradasınız

KÜRESELLEŞME, KÖLELEŞMEDİR! [OLCAY YAZICI]

KÜRESELLEŞME, KÖLELEŞMEDİR! 

Olcay Yazıcı'nın Röportajı1 

Globalleşme mitosu, son yıllarda ülkeleri kuşatmaya başladı. Olaya derinlemesine baktığım zaman bu işin parıltılı retoriğinin ardında sâdece yeni kolonyalizm (sömürgecilik) olduğunu görüyorum. Sınırları ortadan kaldırmaya, herkesin örf ve âdetini yok ederek, yeni bir kolonyalizm kurmaya çalışıyorlar. Milletleri bu türlü kültür erozyonuna uğrattıktan ve çok sığ bir globalleşme kültürü ile kuşattıktan sonra, bu insanları yönlendirmek ve yönetmek çok kolaylaşır. Ben buna "globalleşmenin köleleştirdiği insanlar!" diyorum. Dolayısıyla globalleşmeyi terakki addedenler, Dünyâ vatandaşı olmaya heveslenenler, büyük bir yanlış içindeler.

Takdîm

    Profesörler profesörü değerli ilim adamı Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile bilim ve teknolojiden internete, lâik ahlâktan Allāh korkusuna ve nükleer santrallere varıncaya kadar çok yönlü, çok boyutlu bir söyleşi gerçekleştirdik. Değerli bir âlim ve atom fiziği uzmanı olmanın yanında metafizik ilimler sâhasında da hayli yol alan kıymetli Hocamızın ufuk açıcı tesbitleri, ilgililerce mutlakā dikkate alınacaktır... 2000'li yıllara merhaba demeye hazırlanırken madde ve mânâ sentezini iyi kurmak zorundayız.
 
  • Sanayi devrimini vaktinde yakalayamayan ülkeler, geri kalmışlıktan kurtulamamıştı. Şimdi de Bilgi çağı ile yüz yüzeyiz. Sanıyorum, bu çağın gereklerini yerine getirmeyen bu çağa ayak uyduramayan ülkeleri daha büyük tehlikeler bekliyor. Teknolojik çağa ayak uydurabilmek ve bu sâhada geri kalmamak için şimdiden yapmamız gerekenler nelerdir?

Evvelâ şunu belirtelim ki teknolojik çağa ayak uydurabilmek ancak eğitimin kalitesini yükseltmekle mümkün olur. Yeterli eğitim olmazsa, teknolojik çağa ayak uyduramazsınız. O zaman teknoloji, eğitimi eksik kalan yarı aydınlarda bir mit yâni bir efsâne hâline gelir. Bu mitin iyi tarafı da kötü tarafı da vardır. Bu bâzen ileri dereceye vardırılır ve putlaştırılan, tapınılan bir mit hâline gelir. Bu da insanoğluna iyilikten ziyâde kötülük getirir. Bâzen de tamâmen karşı çıkılır ve aşırı bir reaksiyon gösterilir. Teknolojiden uzak durmanın bir fazîlet olduğuna inanılır hâle gelinir. Son zamanlarda bunu da iddia edenler yok değil.

  • Bildiğiniz üzere J.J.Rousseau, "Bilim ve Sanatlar Hakkında Nutuk" isimli çalışmasında özetle, bilim geliştikçe, toplumda ahlâkın gerilediğini savunur.

Hayır, ben o kanaatte değilim. Bilâkis bilim ve teknoloji ilerledikçe, bununla birlikte eğitimin de ilerlemesi gerekir. çünkü teknolojinin hangi ahlâkî ölçüde kullanılacağını eğitim gösterir.


  • Hocam, söyledikleriniz doğru da bu bir temenni. Öyle olmalı diyorsunuz fakat realite pek öyle değil. Teknik ön plânda, eşyâ ve lüks ön plânda, fakat ahlâken bir gerileme apaçık ortada.

Bu teknoloji ile doğrudan alâkalı değil bence. Teknoloji gelişse de, gelişmese de eşyâyı ön plâna çıkartanlar, onu yüceltenler her zaman olmuştur. Olacaktır. çünkü çoğu insan Dünyâ'ya ve nefsine düşkündür. Bu bir iç ahlâk meselesidir. Teknolojinin kendine mahsus bir ahlâkı vardır. Sevgili Peygamberimiz, boşuna "çocuklarınızı çağına göre yetiştirin!" dememiştir. Binâenaleyh bilim de teknoloji de bizâtihi ahlâkî tarafı olmayan bir şeydir. Bilim her müslümana farzdır. Bunu ölçü alırsanız dinî ve ahlâkî bir müeyyidesi, zarûreti vardır. Bilimin farklı bir boyutta, kendine mahsus bir ahlâkı vardır. Buna deontoloji diyoruz. Fakat kendisi bizâtihi ahlâkî normlar (ölçüler) vaz etmez. Kezâ teknoloji de bir takım ahlâkî normlar da vaz etmez. Ahlâkî normları vaz eden ya Cenâb-ı Allāh'tır ya da insanlardır. Dinî toplumlarda Allāh'ın vaz ettiği ahlâkî normlar geçerlidir. Lâdinî toplumlarda ise, insanlar bizzât örf ve âdetlerine göre, ahlâkî normları vaz ederler. Şimdi ister dinî ister lâdinî toplumlarda olsun, hiçbir ahlâk sisteminde teknolojiyi kötüye kullanmak diye bir kural olamaz. Fakat insanlar bu bilim ve teknolojiyi kötüye kullanabilirler. Bu da insanların kendi zaaflarından, eğitimsizliklerinden, nefislerinden kaynaklanır.

 

Teknolojik Rönesans


  • Yâni insanların gerekli ahlâkî donanımı sağlanmamış ise ve teknolojiyi bu yüzden kötüye kullanıyorsa, bâzı insanlık kurallarını çiğniyorlarsa, bunun suçu bizâtihi teknik mânâda teknolojiye yüklenemez, diyorsunuz?

Pek tabiî. Bugün bırakınız iyi ve kötü yönleri olan atom enerjisini ya da lazer teknolojisini, bundan yüz bin sene evvel insanlığın yapmış olduğu kesici âletlere bakalım. Kesici âletlerin bugünkü mümessili bıçaktır. Eğer ahlâkî değerlerin zayıfsa, bıçağı da kötüye kullanabilir, onunla da insanı öldürebilirsin. Atom enerjisi de böyledir. Onu insanlığın faydasına kullanabilirsin, ya da insanları imhâ için kullanabilirsin. Burada teknolojinin ahlâkî bir tercihi söz konusu değil. Eğer insan teknolojiyi iyiye kullanırsa, iyi ahlâk taşır. Kötüye kullanırsa, kötü ahlâk taşır.

Tekrar sualinize dönersek, Türk toplumunun eğitimsizliği dolayısıyla, Avrupa ile arasındaki bu teknolojik açığı yakalayabilmesi için, çok büyük bir atılım yapması lâzım. Çoğu kere biz parayı verip, teknolojinin en ileri safhalarını alabiliyoruz. Telekomünikasyonda birkaç uydumuz var. Bu uydularımız olduğu için, teknolojiye sâhib olduğumuzu zannediyoruz. Hâlbuki teknolojiye sâhib olmak, teknolojinin ürününden istifâde etmek değildir. Esas olarak teknolojiye sâhib olmak, o ürünleri yapacak bilgiye sâhib olmak demektir. Maalesef siyasîlerimizde bu kavram kargaşası var. Teknoloji ürününe sâhib olmakla, teknolojiyi üretmeyi biribirine karıştırıyorlar. Hâlbuki biz sâdece teknolojinin tüketicisi durumundayız. Mühim olan bu teknolojiye sâhib olmaktır. Teknolojiye nasıl sâhib olunur? Bunun için iki yol var. Ya işe temelden japonların yaptığı gibi kopya ederek başlar teknolojiye sâhib olur nasıl yapacağını bilirsin. Yâhut da, kopya ede ede bu işi daha içeriden anladıktan sonra, kendin yeni teknolojiyi geliştirmeye başlarsın. Türkiye'de yeni teknoloji geliştirilmiyor mu? Tabiî ki geliştiriliyor. Fakat bu devlet ve özel sektör desteğinden o kadar mahrûm ki, bunlar çok nâdirattan kalıyor. Bugün Türkiye'de siyasî irâde olmaksızın teknolojinin geliştirilmesi mümkün değil.

Bakınız meselâ, 1960'ların sonundan itibâren Türkiye nükleer enerjiye geçmek için büyük bir mücâdele verdi. Siyasîlerde hep heves vardı, fakat siyasî irâde yoktu. Ancak 1992 senesinde yumurta kapıya dayandıktan sonra, Türkiye'nin 2020 senesinde tamâmen elektriksiz kalacağı anlaşıldığından, bütün partilerde ortak bir siyasî irâde oluştu. 1996 bütçe görüşmelerinde bu siyasî irâdenin bir bütün hâlinde ortaya çıktığı görüldü. Böylece yol açıldı. Bugünlerde de, nükleer santral ihâlesi çalışmalarının son aşamasına gelinmiştir. Yakında bu ihâleyi kimin kazandığı ilân edilecek.

Türkiye'nin teknolojik geri kalmışlığının arkasında da siyasî irâde yoksunluğu var. Devlet, Türkiye'nin kalkınması için öncelikler tesbit etmek zorundadır ve bunun için de 1982'de Turgut özal zamanında başbakanın riyâsetinde, Devlet Bilim ve Teknoloji Yüksek Şûrâsı kurulmuştur. Fakat bu kurum geçen on yedi yıl süresinde ya üç ya da dört defa toplanmıştır. Son seçimde Meclis'e bir hâyli bilim adamı girdi. Belki bunlar sâyesinde Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Rönesans'ın ilk ışıklarını görmeye başlayabilir.

  • Teknoloji sürekli değişiyor. Teknolojik çağın parıltılı ürünleri nerede ise putlaştırılıyor. Fakat insanın özü, muhtevâsı, mânevî donanımı açısından bir iç sefâlet ve çölleşme söz konusu. Bu sâhadaki sağlıklı terkibimiz, ölçümüz ne olmalıdır?

Teknolojinin ürünleri insanların arasında yayıldıkça, daha fazla üretiliyor ve daha ucuza mâl ediliyor. Çocukluğumda köylerde gaz lâmbası kullanılırdı ve radyo bile yoktu. Gençliğimde elektrik ve radyo ile tanıştık. Şimdi ise elektriksiz ve televizyonsuz köyümüz yok. Refah seviyesi teknoloji sâyesinde geliştikçe, teknolojinin parıltısı insanları tembelliğe ve rehâvete düşürüyor. Bunun önü ancak insanın kendi nefsine hâkim olması ile alınabilir. İnsanın kendi nefsine sâhib olması ise ancak küçük yaştan itibâren ailesinde ve mektepte alacağı çok sağlam bir ahlâk eğitimiyle, sosyal eğitimle olabilir. Bunun temelinde de, Allāh korkusu ve dinin olması gerekir. Görüyoruz ki, Allāh korkusu ve dinin temel olmadığı lâik ahlâk anlayışı pekçok yerde iflâs etmiştir. Lâik ahlâk anlayışını küçümsemiyorum. Orada da dinî ahlâkla birleşen pek çok ahlâk kuralı, kāidesi var. Fakat gücünü semâvî, uhrevî bir varlıktan almayan ahlâk anlayışı, insanlar tarafından çok kolay değiştirilebiliyor.


Dünyevî Müeyyide Yeterli Değil

  • Yâni sâdece dünyevî müeyyideler insanı ahlâklı ve erdemli kılmaya yetmiyor.

Hayır, maalesef yetmiyor! Tabiî ki, lâik ahlâkın da kendine göre bir erdemi var. Fakat bu ahlâkın verdiği ulvî bir korku yok. Allāh korkusu ile lâik düzendeki dünyevî korku arasında çok fark var. çünkü dünyevî kānûndan kaçmak ve onu atlatmak/aldatmak her zaman mümkün. Ama Allāh'ın adâletinden kaçmak ve kurtulmak mümkün değil. Onun içindir ki, Allāh korkusu olmayan cemiyetlerde, ne kadar kuvvetli bir kānûnî sistem olursa olsun, suçlar artmaktadır.


  • İletişim teknolojisi hızla gelişiyor. İnternet kahveleri kuruluyor falan. Bu gelişmeler münâsebetiyle vasat bilgi insanlar arasında günden güne hızla yayılıyor. Ne var ki, eskiden olduğu gibi bilge insan, hikmet sâhibi insan pek yetişmiyor. Artık bilgeler çağı kapandı mı? Yoksa hâlâ bir ümit ışığı var mı?

Evet, dediğiniz gibi internetin bu derece yaygınlaşması insanları kısa zamanda bilgi sâhibi yaptı, fakat bilgin yapmadı. çünkü bilgi sâhibi olmak başka, bilgin olmak başkadır. Bilgin olmak, kendisine gelen bilgiler arasındaki organik bağları keşfederek, belirli bir metodoloji aracılığı ile bunlardan yeni neticeler çıkarmak demektir. Bilgili olmak ise bir takım enformasyonların oluşturduğu yumağı bilmek, ondan haberdar olmak demektir. İnsanın erdemli bir biçimde yaşaması ve sosyal hayatın da sağlıklı olabilmesi için mâlûmat derecesindeki bilgi de yetersizdir. Toplumda muhakkak bilgelere ihtiyaç var. Bilgeler, bilginin ve âlimin bütün elde ettikleri bilgi birikimine rağmen, onların yöntemleri ile göremedikleri hakîkatleri bulup ortaya çıkaran kimselerdir. Artık buna altıncı his mi denir, sezgi mi denir, bilemem.


  • En doğru kavram Hikmet galibā?


Evet, bilgenin karşılığı, bir nevî Hikmet sâhibi yâni hakîm kişi demek. Zâten, Kur'ân-ı Kerîm'de de Hikmet lâfı çok geçmektedir. "Allāh, dilediğine Hikmet verir" meâlindeki âyetler gösteriyor ki, Hikmet herkese verilen bir şey değildir. Yâni illâ da bir başbakanın, bir cumhûrbaşkanının, bir profesörün hattâ bir üniversite rektörünün hakîm olması beklenemez. çünkü o kimsenin elinde olan bir şey değildir. Hikmet iktisāb edilemez, kazanılamaz.  Hikmet, Allāh tarafından verilir. Bu böyle olunca hikmete teşne olanları, hikmetin peşinden koşanları teşvik edecek kurumlarımız yavaş yavaş inkırâz etti.



Cumhûriyetin kurumları içinde, gerek eğitim kurumlarımız, gerek ilmî kurumlarımız Hikmet'in değil, bilginin peşinde koşuyor. Hattâ düpedüz enformasyonun peşinde koşuyorlar, ilmin bile değil. Bunun içindir ki, üniversitelerimiz büyük bir çöküntü hâlindeler. Birer "yüksek lise" hâline gelmiş durumdalar. Bunun içindir ki, yetmişi aşkın üniversiteyi besleyecek eleman olmadığından, profesörlük, doçentlik müessesesi son derece sulandırılmış. Ve bunun içindir ki, bundan kırk sene evvelki profesör ve doçentlerin kalitesinde profesör ve doçent çok nâdir yetişiyor. Tabiî yok demiyorum. çünkü çok genç olmalarına rağmen ilmî değeri yüksek kişilerle karşılaşıyorum. Bu da, hiç şüphesiz, yeteneğe ve özel gayrete bağlı bir durum. çünkü bunların önüne kendilerine misâl olacak kimseler kalmadı maalesef. Bu münâsebetle, Türkiye'de Hikmet köşeye bucağa çekilmiş ve kendini belli etmiyor. Zaten bugün üst bilginin, Hikmet'in peşinde koşanlar, üniversitelerde okuyarak değil, fakat bu tezgâhtan geçmiş kimselerin yol ve yordamına başvurduklarından ve çoğu eski 163. maddeye ters düştüğü için, gerçekten hakîm (Hikmet sâhibi) kimseler, belki çok cesurları hâriç, çoğu kenara çekilmiştir. Umûmî bir tedrisat yapacak yerde, sâdece çok mahdut kimselere mürebbiilik etmekle, onları yetiştirmekle meşgūller.



Teknoloji ve Lâik Ahlâk


  • Yâni bu teknolojik çağın aslında ahlâkî değerlerle tanıştırılması, desteklenmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç. Batı'nın büyük kafaları da, bu tek yönlü gidişin insanları maddîleştirdiğinden, körleştirdiğinden yakınıyor. Bunu görmezden gelmek ve devre dışında bırakmak, akıl kârı değil. Hattâ bir insanlık suçu sayılabilir...

Teknoloji dâimâ lâik ahlâkın önünde giden bir şeydir. Yâni lâik ahlâk teknolojinin her geliştirilmesinden sonra, bu teknolojinin yanlış kullanılmaması için almak zorunda kaldığı kararları arkadan tâkib ediyor. Bilgisayar teknolojisine bakarsak, bu teknoloji çok gelişti ve internetle yaygınlaştı. Multimedya teknolojisi ile üretilen eserler de iyice "orta malı" oldu. İlk mektep çocukları bile kullanmaya başladı. Fakat bunların ortaya koyduğu bir takım problemler var. Ve maalesef lâik ahlâk düzeni, bu problemleri kavramakta ve bunlara yaptırım koymakta çok geç kaldı. Meselâ gerek programların, gerek CD'lerin, gerekse disketlerin haksız yere kopyalanması meselesi. Bunun da ötesinde, internet sitelerinde rezilâne tablolarla çeşitli ahlâksızlıkların sergilenmesi önlenememektedir. Yâni gelişen her teknoloji berâberinde bir takım sosyal çalkantıları da getiriyor. Ve lâik kānûnlar bunlara herhangi bir müeyyide uygulayamıyor. Fakat Allāh korkusu olan insanlar zaten internetin ahlâksız yönüne hiç dokunmuyorlar.

  • Merâk ettiğim bir şey var. Teknolojiye karşı duyulan mitik, çocukça bir ilgi ve onu yüceltme duygusu. Hâlbuki eğer sizde bilgileri toplama, analiz etme ve bir senteze varma yeteneği  yoksa o bilgiler yığınına ulaşmanın ne faydası olabilir ki?

Tabiî ki öyle. Eğer sen internette ne aradığı bilmiyorsan, siteden siteye kayıp gidiyorsan bunun sana hiç faydası olmaz. Boşu boşuna vakit öldürüyorsun demektir. Ama eğer ne aradığını biliyorsan, internet güçlü bir araç, büyük imkânlar dünyâsı.

  • Kültür ve bilgi kimliği henüz oluşmamış bir gencin, bu tür teknolojik oyunlarla karşılaşması bilgi dağınıklığına, zihin bulanıklığına ve kültürel parçalanmışlığa sebeb olmuyor mu? Binlerce bilgi yığını... İyi de, genç bunlar arasından kendisine gerekli olanı nasıl süzüp alacak?

Genç, gerek orta öğretimde, gerekse de üniversitede öğrencinin neyi istemesi, neyi araştırması gerektiği husûsunda bir bilgiye sâhib olamamışsa, o zaman internette kaybolur gider. Ama internette ne aradığını bilen kimseler, internetin karşısında altı saat oturup vakit kaybetmez, kırk beş dakîkada işini bitirir, gerekli olan bilgiyi alır.

Globalleşme Mitosu

  • Hocam, ortada dolaşan tanımlar, târifler var. Dünyâ globalleşiyor, büyük bir köy hâline geliyor. İletişim akıl almaz bir hızla gelişiyor. ânında bütün Dünyâ biribiri ile konuşabiliyor. Tabiî ki bu teknolojik gelişme berâberinde yeni bir ahlâkı da hayatımıza taşıyor. Bilgi çağı, teknolojik üstünlük falan. Bu hızlı gelişme ve değişme vasatında kendimiz olarak kalabilecek, kendi renklerimizi muhâfaza edebilecek miyiz? Yoksa herhangi bir yeryüzü ülkesi hâline mi geleceğiz? Bu kaostan nasıl sağlıklı bir şekilde çıkabileceği acabā?

Efendim, bu globalleşme hikâyesi ve mitosu, son on yıl içerisinde ülkeleri kuşatmaya başladı. Doğrusu olaya derinlemesine baktığım zaman, bu işin cafcaflı, parıltılı retoriğinin (belāgatinin) ardından sâdece ve sâdece yeni kolonyalizm (milletleri kolonileştirme hareketi, yâni yeni sömürgecilik) olduğunu görüyorum. Sınırları ortadan kaldırmaya ve herkesin örf ve âdetini silerek, yok ederek bir yeni kolonyalizm kurmaya çalışıyorlar. Milletleri bu türlü kültür erozyonuna uğrattıktan ve çok sığ bir globalleşme kültürü ile kuşattıkları insanları kendi kültürlerinden kopardıktan sonra, bu insanları yönlendirmek, yönetmek çok kolay. Hele şimdiki telekomünikasyon imkânlarıyla, bu sığ kültür her tarafa, her ülkeye yayılıyor. Medyayı da yedeğine alan bu sistem, insanları köleleştiriyor. Ben buna "globalleşmenin köleleştirdiği insanlar" diyorum. Dolayısı ile globalleşmeyi terakki addedenler, Dünyâ vatandaşı olmaya heves edenler büyük bir yanlış içindeler.

 

 

 

* * *


 



[1] İlk kez  Ayyıldız Gazetesi'nde Eylûl 1998'de ve ikinci olarak da Olcay Yazıcı, Irmaklar Sonsuza Akar – Düşünürlerle Kültür Sohbetleri, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2007, s.165-174'de yayımlanmıştır.

Tasarım & Geliştirme | kerataif