Buradasınız
"HOŞGÖRÜ" VE "EŞİTLİK" EFSÂNELERİ
"HOŞGÖRÜ" VE
"EŞİTLİK" EFSÂNELERİ
(2 Kasım 1994
târihinde MORAL FM'de Cemâl Uşşak'ın pîşekârlığında
yapılan sohbet)
C.U.: - Muhterem Hocam; 1995 yılı, Türk Hükûmetinin
önerisi doğrultusunda, önce UNESCO yâni "Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Kurumu" ve sonra da Birleşmiş Milletler tarafından "Dünya Hoşgörü Yılı"
olarak kabûl ve ilân edilmiş bulunmaktadır. "Hoşgörü" ne demektir? Türkçe'de
bununla eşanlamlı başka sözcükler de var mıdır?
A.Y.Ö.: - "Hoşgörü" dilimizde nisbeten yeni tutunmuş bir
sözcüktür. Bu sözcüğün Meydan Larousse'a göre anlamı: "Savundukları görüşler ve
açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen kimseleri sabırla karşılama,
müsâmaha"dır.
Çeşitli sözlükler müsâmaha için:
"1. Hoşgörme, gözyumma, bir suçluya karşı şiddet göstermeyip geçiverme(!); 2.
İhmâl, dikkatsizlik, gevşeklik; 3. Aldırış etmeme, kayıtsız kalma; 4.
Savsaklama" anlamlarını takdîm etmekte ve bu sözcüğün cÖmertlik, el açıklığı,
iyilikseverlik anlamlarındaki Arapça semâhat sözcüğünden türediğine de
dikkati çekmektedirler.
kullanılmakta olan Lâtin kökenli tolerans sözcüğüne gelince, bu sözcük Lâtince
tolleràre yâni (bir sıkıntıya, bir zorluğa, rahatsız edici bir şeye)
katlanmak fiilinden türetilmiştir ve, gene sözlüklere göre: "Başkalarının bizim
duygularımızla ya da fikirlerimizle uyuşmayan şeyler söylemesine ve işler
yapmasına müsaade eden ve başkalarının hatâ ve kusurlarını affeden hoşgörü
hasleti" demektir.
C.U.: - Bu tanımlar kısaca neyi ifâde ediyor?
A.Y.Ö.: - Bu tanımlar dikkatle incelendiğinde
şu tesbitlere varılmaktadır: 1) Günlük hayatta bâzen aynı kapsamda
kullanılmalarına rağmen müsâmaha, hoşgörü ve tolerans A)
hem etimolojik kökenleri açısından birbirlerinden farklıdır ve hem de B) anlam
bakımından farklı içeriklere delâlet etmektedirler. 2) Tanımları ve
nüansları ne olursa olsun, her üç sözcüğe de atfedilmek istenen anlamın delâlet
ettiği ortak kavram ise: "olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki
göstermeme hâli"ne işâret etmektedir. 3) Bu tepki göstermeme hâli,
kişiye cebren empoze edilen bir hâl değil de kişinin kendi hür irâdesi ve hür
seçimi ile takındığı bir tavırdır.
göstermeme"nin sebepleri ne olabilir ki, Efendim?
A.Y.Ö.: - Hiç kuşkusuz böyle bir "tepki
göstermeme"nin de kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen bir takım
motivasyonları olacaktır. Bunlar: 1) vurdum-duymazlık (ya da neme-lâzımcılık)
olabilir; 2) olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki gösterildiği
takdirde olumsuz ve şiddetli bir tepki ile karşılaşmakdan çekinmek olabilir; 3)
olumsuz durumun, kendisinin cesâret edemediği bir tepkiyi dile getirmiş
olmasının bahşettiği örtülü bir tatmîn olabilir; 4) olumsuz durumu temelde
tasvib etmek olabilir; 5) her çeşit olumsuz durumu tasvîb eden, kurulu düzene
itiraz etmeyi fazîlet addeden bir ruh hâleti olabilir; ve nihâyet 6) bu olumsuz durumu tasvîb etmenin kendisini
herkesden farklı bir statüye eriştirdiği zannı
olabilir.
da müsâmaha veyâhut tolerans kavramlarının acaba İslâm açısından konumları
nedir?
kavramının İslâm-dışı bir kavram olması ve Kur'ân'da bulunmaması gibi,
hoşgörü (müsâmaha) kavramı da Kur'ân'da, ve tesbit edebildiğim kadarıyla
Hadîsler'de de, yer almamaktadır. Her iki kavram da Batı Hıristiyan Medeniyetine
has paradigmalar yâni "düşünce
kalıpları"dır.
tesbit! Hâlbuki şimdilerde bu kavramlar âdetâ toplumsal hayatın düzenlenmesi
konusunda nizam koyucu kavramlar olarak ortaya atılıp propagandaları yapılmakta.
Pekiyi ama İslâm'ın toplumsal hayatın düzenlenmesi konusunda nizam koyucu temel
kavramları nedir Sizce?
düzenlenmesi konusunda nizam koyucu kavramlar olarak; adâlet, ihsân, merhamet
ve sabır kavramlarını temel olarak
almaktadır.
III/48,134,146,186 ve 200; IV/58,105-109,135; V/8; VII/29,181; VIII/48;
XI/11,115; XIII/23-24,48; XVI/90,127; XXII/35; XXVI/ 205-207; XXXI/3-5;
XXXVIII/26; XL/20; XLIII/33, XLIX/9;
LVII/25; XC/17, 18 âyetleri yeterince açıktır.
Günümüzde "eşitlik ilkesine inanmış
olmak", genellikle, "hoşgörülü olmanın" da "âdil olmanın" da, maalesef, temeli
olarak sunulmaktadır. "Eşitlik" ve "Hoşgörü"nin Hıristiyan Batı'ya has birer
kavram iken nasıl olup da hiç filtre edilmeden ve bunların İslâmî yanları olup
olmadığı araştırılmadan Türk toplumuna sızmış olması ve hattâ bu denli i'tibâr
kazanmış olması da ilgi çekicidir. O kadar ki, bugün gerek "Eşitlik" gerekse
"Tolerans (Hoşgörü)" kavramlarının İslâm-dışı kavramlar olduğu açıkça ifâde
edildiğinde pek çok hâlis ve muhterem Müslüman: "Böyle bir iddia İslâm'a karşı büyük bir
bühtândır" diyecek kadar şartlandırılmış bulunmaktadırlar. Bu da Medya
aracılığıyla yapılan propagandaların idrâki ne kadar köreltmekte olduğunun bir
başka delîlidir.
bir kavram olmadığını biraz açıklar mısınız?
deyimiyle müsâvat) hangi yaştan ve hangi toplumsal tabakadan olursa
olsun, hemen herkesin ömrü boyunca diline pelesenk ettiği; kendini ezik,
dezavantajlı ya da suçlu hissettiği her durumda sihirli etkisine sığındığı bir
sözcük olarak kendini göstermektedir. Sihri de herkesin bu sözcüğün mâhiyetine
atfettiği anlamın sübjektif, değişken ve muğlâk olmasından ileri
gelmektedir.
"Eşitlik", aslında, Fransız
İhtilâli'nin insanlığa empoze etmiş olduğu bir slogandır. "Liberté, Egalité,
Fraternité" yâni "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" (ya da Arapça-Osmanlıca
deyimiyle: "Hürriyet, Müsâvat, Uhuvvet") bu ihtilâlin gerçekleştirmeyi taahhüt
ettiği, ve bir slogan şeklinde ilân ettiği programı
idi.
"iştirâk içgüdüsü"nü tahrîk etmek, onu rasyonel düşünce ve otokontrol
sınırlarını aşmağa sevketmek, ve, sloganın sürekli tekrarıyla oluşan şartlı
refleks aracılığıyla da onda belirli bir düşünce veyâ davranışı
tetiklemektir. Slogan tek bir kelimeden, sentaksı olmayan bir kelimeler
dizisinden ya da kısa bir cümleden ibâret olabilir; genellikle bir emri ya da
bir hükmü ifâde eder; veyâhut da burada olduğu gibi, izlenmesi gereken bir dizi
ilkeyi belirtir. Bir sloganın sık ve sürekli tekrarlanması, beynin normal tefrik
ve temyiz fonksiyonlarını şartlı refleks etkisiyle uyuşturup ta'til ederek o
slogan hakkında beynin kritik bir düşünce ve analiz üretme yeteneğini
pasifleştirir. Propagandanın gücü de buradadır.
elzem olan (ve, zaman içinde, bundan ufak bir sapmanın dahî gitgide en büyük
sosyal suç olarak değerlendirildiği) kaçınılmaz bir ilke olarak, ilk
önce, Tanzimat Fermânı ile Türk-Osmanlı hayatına girmiştir. Tanzi-mat'dan beri
de Devlet'in şeklinde bir ıslahât yapmak tutkusuna kapılan herkesin olduğu
kadar, Devlet adamlarını suçlamayı marazî bir zevk hâline getiren kalem
erbâbının da diline pelesenk ederek güç kuvvet aldıkları bir ilham kaynağı
olmuştur.
"Eşitlik" bukalemun gibi kılık
değiştirici ve zeytinyağı gibi bulaşıcıdır. Bulaştığı yerden söküp atmak hemen
hemen imkânsızdır. Bütün ihtilâller, bütün hükûmet ve devlet darbeleri hep onun
hükmünü geçerli kılmak için yapılır; her baş kaldırışın, her anarşinin ilhâm
perisidir o! O kadar değerlidir(!) ki ona ulaşabilmek ve onu hükümrân kılabilmek
için fedaîleri her fedâkârlığa, ve hattâ çoğu kere, geçici bir süre ve pragmatik
amaçlarla olduğunu iddia ederek, "Eşitlik" fikrinden ferâgat etmek fedâkârlığına
bile seve seve katlanabilmektedirler.
eşittir", "İnsanlar eşittir", "İnsanlar kānûnlar karşısında eşittirler", "Fırsat
eşitliği"....ilh...gibi deyimler eşitlik kavramının girdiği çeşitli
kılıklardan ancak bâzılarına işâret etmektedir.
oldukları da aslında hiç görülmemiştir. Aynı yumurta ikizleri bile kilo ve boy
bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Ayrıca, bir çocuk koca bir servetin
doğuştan sâhibi olarak dünyâya gelirken bir diğerinin ise üzerine kundak
niyetine saracak bir bez parçası dahî bulunamayabilmektedir. Kimisi bir sultânın
çocuğu olarak doğarken kimisi de bir kölenin mecbûren köle olacak çocuğu olarak
dünyaya gelmektedir. Bu durum karşısında, Allāh'ın bilfiil bahşetmediği
eşitliğin lâfzen lûtf ve ihyâ edilebileceğini sanmak gibi bir serapla
insanların kendi kendilerini aldatıp avutmalarındaki garâbet ne kadar ibret
vericidir!
C.U.: - Kadın ve erkek eşitliği hakkında ne
diyeceksiniz?
kuruntudur. Kadın da erkek de morfolojileri bakımından olsun, yüklendikleri
görevler bakımından olsun ve kadının kānûnların önündeki çok isâbetli ve de
İslâmî Adâlet'e uygun "imtiyâzlı durumu" bakımından olsun aslâ eşit
değildirler.
C.U.: - Pekiyi ya fırsat
eşitliği?
A.Y.Ö.: - "Fırsat eşitliği" de yalnızca bir
ütopyadır. Çemişkezek ilkokulunu Millî Eğitim Bakanlığının müfredat programına
uygun olarak birincilikle bitirmiş olan bir çocuk ile İstanbul'da paralı bir
ilkokulu birincilikle bitirmiş ve son iki yılını da özel derslerle takviye
ederek Anadolu Liseleri giriş sınavına özel olarak hazırlanmış olan bir çocuğun
aynı giriş sınavına, aynı sorulara tâbi' olmaları zâhiren bir fırsat eşitliğidir
ama sınavın ilkokul müfredâtı dışından sorular da ihtivâ etmesi acaba hangi
adayın lehinedir? Ve bu durumda fırsat eşitliği korunmuş olmakta mıdır?
Uygulamada buna benzer örnekleri sonsuza dek çoğaltmak
mümkündür.
C.U.: - Ama Hocam; İnsanlar hiç değilse
kānûnlar karşısında eşittirler; değil mi?
olduğu" da objektif gerçeği yansıtmamaktadır. Bu doğru olsaydı, meselâ
milletvekillerinin ve öğretim üyelerinin, subayların ve altmış yaşının üstündeki
emeklilerin avâma nazaran hiç bir imtiyaza sâhip olmamaları gerekirdi. Ya da hiç
değilse memur, işçi ve Bağ-Kur emeklilerinin aralarında emekli maaşları ve diğer
imkânları bakımından hiç bir fark olmaması
gerekirdi.
ifâdesini bulmuş değil midir?
A.Y.Ö.: - Evet "Eşitlik İlkesi" Türk
Anayasalarının da baş tâcıdır(!); ama başımıza bir hayli dar gelen,
başımızı ağrıtan bir tâc olacak ki T.C. Anayasa Mahkemesi "Eşitlik
İlkesi"nin mâhiyeti gereği tazammun ettiği, eşyânın tabîatına aykırı bütün
saçmalıkların önünü kesebilmek için (ve "Eşitlik İlkesi"nin Anayasa'daki
ifâdesiyle açık ve mantıkî çelişki içinde olmasına da hiç aldırmadan) 29
Kasım 1966 da E.1966/11, K.1966/14 sayılı yorumu ile cesur ve sağduyulu
bir karar almak mecbûriyetinde kalmıştır; ve heyhât ki zarûretler vâsıtaları
mubah kılmaktadırlar!.
Bu karara göre:
"Kānûn karşısında eşitlik demek bütün
yurttaşların hepsinin her yönden aynı
hükümlere tâbî tutulmaları demek değildir(!). Bir takım yurttaşların
başka hükümlere bağlı tutulmaları, haklı bir nedene dayanmakta ise, böyle bir
durumda kānûn karşısında eşitlik ilkesinin çiğnenmiş olmasından söz edilemez
(Ve minel garâib!). İnsanlar
arasındaki yaratılış veyâ çalışma gücü veyâ sağlık bakımından veyâ nitelikçe
buna eşit nedenler dolayısıyla pek
çok ayırım bulunduğu apaçıktır. Örneğin bir kadın ile bir erkeğin, sakat bir
kimse ile sağlam bir kimsenin, askerlik yükümü bakımından; bir zengin ile bir
orta halli kimsenin belli bir vergi yükü bakımından (.....) başka başka
hükümlere bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırı olmaz; çünkü bu ayrı tutulma
haklı nedenlerin sonucudur."
1961 Anayasasının 12. maddesinin 1. fıkrasında: "Herkes dil, ırk,
cinsiyet, siyâsî düşünce, felsefî inanç, din ve mezheb ayırımı gözetilmeksizin
kānûn önünde eşittir" ifâdesinin ve aynı maddenin "hiç bir kişiye,
aileye, zümreye veyâ sınıfa imtiyâz tanınmayacağını" derpiş eden 2. fıkrasının
gerçekleştirilmesi mümkün olmayan doktriner ütopyasının uygulamada ortaya
koyduğu engelleri aşmak husûsunda Anayasa Mahkemesi'nin sağduyusunu ve
kararlılığını ortaya koymaktadır. Fakat, bütün gerçekçiliğine rağmen, bu yorumun
gene de Anayasa metnindeki "Eşitlik İlkesi" ile açıkça çelişik, ve bu ilkenin
mâhiyetinin reddinden başka bir şey olmadığı da gözden
kaçmamalıdır.
Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı aynı
zamanda örtülü bir biçimde, 1961 Anayasası'nı ve daha sonra da aynı ibârelerin
yer aldığı 1982 Anayasası'nı hazırlayanların: ya 1) Bu bağlamdaki "Eşitlik"
kavramını Anayasa'ya, sihrine ve câzibesine kapılarak tenkidî aklın süzgecinden
geçirmeksizin, sırf sübjektif dürtüyle dâhil etmiş olduklarını, ya da 2)
"Eşitlik" ilkesinin ne türlü iltibâsa yol açabileceğini müdrîk olmuş olsalar
bile, bunun lâfzî ifâdesini: a) hiç bir yorum gerektirmeyecek bir tarzda, b)
efrâdını câmî ve ağyârına mânî, c) açık ve seçik bir şekilde yazıya dökmekten
âciz olduklarını da ortaya koymaktadır.
uygulama açısından isâbetli, fakat mantık açısından çekişkili ibâreler ihtivâ
etmesi dolayısıyla şekil bakımından ister istemez sakat olan bu yorumuna
rağmen bu yorumdan 16 yıl sonra 1982 Anayasası'nı hazırlayanların aynı muğlâk ve
yoruma muhtaç ibâreleri bu Anayasa'nın da 10. maddesine dercetmiş olmalarındaki
ısrârı anlamak mümkün değildir.
C.U.: - Bununla beraber "Eşitlik İlkesi"
demokratik bir biçimde oylanarak kabûl edilmiş olan Anayasamızın vaz geçilmez
bir unsurudur.
demokratik bir biçimde kabûl ve tescil edilmiş bir umdesi olduğu şüphesizdir.
Ama mesele bu değil de demokrasinin sözle ya da kâğıt üzerinde değil gerçekten
de neye kaadir olduğu meselesidir.
da etkilerini idrâk edenlerin benliklerinin dışında bulunan, yâni 2) idrâk edenden de, bu idrâkten de ve bunu
idrâk etmek için yararlanılan duygular, gözlem ve ölçüm âletleri, aklın ve akıl
yürütmenin kuralları ve bunlar gibi diğer araçların tümünden de bağımsız olan,
ve 3) bunları gözleyip idrâk edebilecek akıl sâhibi tek bir varlık olmasa dahî
var olmağa devam eden nesnelerdir.
demokratik bir oylamayla değiştirmek mümkün değildir. 17. yüzyılın başında
Galileo Galilei'yi yargılayan Engizisyon Mahkemesi üyeleri Arzın sâbit, Güneşin
ise onun etrafında dönmekte olduğuna oybirliğiyle hükm ve îlân etmişlerdir. Bu
mahkemenin kararı Arzın Güneşin etrafında dolandığı gerçeğini değiştirmemiş,
yalnızca mahkemenin cehâletini ve bu cehâleti idrâk edememe bağnazlığını tescil
eden, Katolikler arasında da yüzyıllardan beridir süren bir nifâkın kaynağı
olmuştur. Çünkü ilmî gerçekleri demokratik yöntemlar aracılığıyla (meselâ
oyçokluğu ile) değiştirmek mümkün değildir. Bu kapsamda: İlimde demokrasi
yoktur! Buna tevessil edenler, din açısından ve farkında olmadan,
kendilerini Rabb'ın yerine koyan bir şirk-i hafî (gizli şirk)
sergilemektedirler. Böyle bir Rubûbiyyet Kompleksi ile (yâni kendini
âdetâ Rabb'ü-l Âlemiyn yerine koyma marazı ile) mâlûl olanlar ise hem
kendilerini ve hem de mensûb oldukları topluluğu büyük töhmet altında
bırakmaktadırlar. Semâvî dinler göz önüne alındığında ise bunların nusûsunu da
(yâni inançla ilgili dogmalarını da) parmak kaldırmak sûretiyle değiştirmek gene
muhâldir. Bu kapsamda da: Dinde demokrasi
yoktur!
C.U.: - O zaman eşitlik nedir
Hocam?
anlamlı bir kavram olarak, yalnızca matematikte ve fizikte bulunmaktadır.
İnsanlar arasında eşitlik olmadığı gibi kānûnlar karşısında insanların gerçekten
de eşit olduğu tek bir ülke bile bulunmamaktadır. Her ülkenin kānûnî mevzuâtı,
ne kadar eşitlik taraftarı olurlarsa olsunlar, her insanı aynı hükümlere tâbî
tutmamaktadır. Meselâ Türkiye'de çalışan kadınların emeklilik yaşı
erkeklerinkinden beş yıl daha azdır. Çalışan kadının kocası da çalışıyorsa vergi
indiriminden yalnızca koca yararlanmaktadır. Kadının, kocaya tanınmayan, bir
doğum-öncesi ve bir de doğum-sonrası ücretli izne hakkı
vardır.
aynı taşıma ücretini ödemiş olmalarına rağmen, herkes oturarak seyâhat
edememekte ve çoğu kimse ayakta kalmaktadır. SSK'ya ya da bankalara borcu olan
büyük sanayicilerin borçları ertelenebilmekte ve hattâ silinebilmektedir de aynı
sühûlet küçük esnafa tanınmamaktadır. Devletin büyük kurum ve kuruluşları kendi
mensuplarına masraflarının heybetli bir bölümü Devlet'in kesesinden karşılanmak
üzere lokal, lokanta, konuk evi, kamp, dinlenme yeri, lojman ve benzeri tesisler
aracılığıyla büyük imkânlar ve imtiyâzlar tanımaktadırlar; ama sâde
vatandaş bütün bunlardan mahrûmdur.....ilh...
kelimesinin bulunmamasının hiç kuşkusuz İlâhî Hikmet'e dayalı bir sebebi vardır.
Allāh, Nahl sûresinin 90. âyetinde, insanlara müsâvatı değil, Adâleti
ve İhsânı emretmektedir. Burada adâlet ve ihsânın birlikte zikredilmesinin
de büyük bir hikmeti vardır. Çünkü çoğu kere ihsânsız adâlet zulme, adâletsiz
ihsân ise nifâka sebeb olabilmektedir.
"Eşitlik" batı medeniyetinin îcâdı olan
bir düşünce kalıbı ("paradigma"sı)'dır. Türk-İslâm an'anesinin "Adâlet ve İhsân"
paradigması yerine Tanzimat'dan beri bu batı paradigmasının yerleştirilmiş
olması ve Devlet'in de, vatandaşlarına adâlet ve ihsân ile muamele etmek yerine,
kendisini ille de eşitlik çerçevesi içinde muameleye mecbur sayması herkesi
gitgide tahrîk etmiştir. Bunun sonucu olarak, insanlar kendilerinde bulunmayanı
eşitlik adına arsızca talep etmeğe başlamış ve böyle bir motivasyonla
ileri sürülen taleplerin olağanüstü bir yaptırım potansiyeline sâhip olduğunu
görmekten de büyük zevk almışlardır. O târihten bugüne kadar Türk toplumunu
sarsan, çoğunlukla da Basın'ın belirli bir kesiminin coşkuyla desteklemiş olduğu
(meselâ sayısız hükûmet darbeleri gibi) bir sürü fâhiş hatâ ve suç, anarşik
başkaldırışlar, terör (yâni eşkiyâlık) ve (meselâ lûtîlerin durumları, evlilik
müessesesinin fuzûlîliği ve kadınların ayıplanmaksızın her türlü cinsel
özgürlüğe sâhip olmaları gibi) daha bir sürü edebsizlik ve fuhşiyât ciddî ciddî
hep eşitlik adına meşrû' gösterilmeğe
kalkışılmıştır.
kadar iş başına gelmiş olan büyük Devlet adamlarımızdan çoğunun akılları hep
Fransız İhtilâli, bir kısmınınki de Komünist Rus İhtilâli ile kamaşmıştır.
Bunlar, bu ihtilâllerin fikriyât kozasını bir türlü parçalayamamışlar;
birbirlerini kopya eden kötü taklitler olmaktan kendilerini âzâd edecek geniş
görüşlülük, ilim ve dirâyeti de asla sergileyememişler; bu ihtilâle has
paradigmalara cankurtaran simidi gibi sarılmayı da ilericilik, fazîlet ve de
Türkiye'nin yegâne selâmet delîli addetmişlerdir.
de var olmayan eşitliği beşerî adâletin demokratik bir biçimde (parmak
kaldırmakla yâni çoğunluğun oylarıyla) var olarak kabul etmesi ile Engizisyon
Mahkemesi'nin astronomik bir gerçeği oybirliğiyle reddetmiş olması olgusu
arasında, idrâk ehli için, mâhiyet bakımından ne kadar ve ilgi çekici bir
paralellik bulunmaktadır! Bu açıdan bakıldığında "Eşitlik İlkesi" insanlara
Allāh'ın vermediğini vermeğe yönelik bir Rubûbiyyet Kompleksi'nin eseri imiş
gibi görünmektedir.
siyâset adamlarının, din âlimlerinin ve nihâyet yasa koyucu makāmın "Eşitlik
İlkesi" ile "Adâlet ve İhsân Emri" üzerinde objektif bir biçimde ve inceden
inceye düşünüp tahliller yapmalarının hem ibret verici ve hem de çok faydalı
sonuçlar vereceği şüphesizdir.
nasıl çeliştiğini açıklar mısınız?
karşısında olumsuz bir tepki göstermeme
hâline işâret ettiği"ni tesbit etmiştim. Olumsuz durumların İslâmdini açısından bir sınıflandırılması yapıldığında, bunlar: 1. İslâmî
nusûsa (dogmalara) aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir. 2. Şeriatın
diğer kurallarına aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir. 3. İslâm
ahlâkına ve İslâm'ın toplum anlayışına aykırı ve reaksiyoner durumlar
olabilir.
cihâd etmeyi emretmektedir. Cihâd'ın ne anlama geldiğini ise Hz. Peygamber'in şu
hadîsi açıklamaktadır:
2) Kötülüğü yasaklamak; 3) Dayanma gereken işlerde, yerlerde dayanıp sabretmek;
ve 4) Kötü kişiyi sevmeyip kötülüğünü
reddetmek".
Başka iki hadîsde
de:
"Biriniz kötü bir şey gördü müydü onu
eliyle değiştirsin; buna gücü yetmez ise diliyle o kötülüğü men etsin; buna da
gücü yetmez ise gönlüyle reddetsin onu; ve bu, îmânın en zayıf
derecesidir."
hepsinden çekinemiyorsanız, bâzı kötülüklerde bulunursanız bile kötülüğü
nehyedin."
olumsuz durumlara karşı cihâd etmenin her Müslüman’a farz olan bir sorumluluk
olduğu ve bu durumlara karşı bir Müslümanın reaksiyonsuz kalmasının, tolerans
göstermesinin ise tümüyle muhâl olduğu âşikârdır.
dolayısıyla değil, dîninin gereği olduğu için bu olumsuz durumlara karşı
cihâd etmek zorundadır. İşte bu sebepten dolayıdır ki bu olumsuz durumlara
katlanmak, tolerans (ya da höşgörü) sâhibi olmak İslâmî olmayan bir
tutumdur.
akl-ı bâliğ olmamış sübyânlar, 2) çok
yaşlı, dermansız kimseler ile 3) deliler
Şeriat'ın yüklediği sorumluluklarının dışında tutulmuşlardır. Bu bir tolerans
değildir: Çünkü Müslümanlar kendi hür irâdeleriyle bunların noksanlıklarına
göz yumuyor değildirler. Aksine bu, bunların bu doğal özürleri dolayısıyla,
Şeriat'ın sorumluluklarını yerine zâten getiremeyeceklerinin âdil, muh-sin ve
merhametli bir biçimde te'yid ve tescil edilmesidir. Bu adâlet, bu ihsân ve
bu merhamet de kişinin kendi hevâ ve hevesinden zuhur etmemekte, bilâkis
Kur'ân'da ve Sünnet'de ifâdesini bulan kuralların ifâdesini
yansıtmaktadır.
yüklediği sorumlulukların dışında tutulmuş olmasının bir tolerans olmadığını
ifâde ettik. Fakat dikkat edilmelidir ki bu, toleransın zıddı da (yâni
taassub da) değildir.
ortamların kültürü açısından toleransın olmadığı yerde taassubun bulunması belki
mantıkî bir paradigmadır. Ve belli ki, böyle bir paradigma varsa, bu iki-değerli
bir mantığa dayanan bir paradigmadır. İslâm'a, eğer, bir Hıristiyan kültürü
paradigması olan tolerans yamanmağa kalkışılırsa ortaya çıkan ucûbe kültürü,
bütün muğlak vecheleri göz ardı edilse bile, iki-değerli bir mantık çerçevesi
içinde fehmetmek imkânsızdır. Çünkü birbirlerinin zıdları olan
"toleranslı" ve "mutaassıb" değerlerinden başka bir değer ihtivâ
etmeyen iki-değerli bir mantık Kur'ân ve Sünnet'e uygun "âdil",
"muhsin", "merhametli" ve "sabırlı" değerleriyle
genişletilmiş çok-değerli bir mantığın geçerli olacağı alanı
kuşatamaz.
C.U.: - Batı'da tolerans kavramı nasıl ortaya
çıkmış ve gelişmiştir?
A.Y.Ö.: - Tolerans kavramı Batı'da Katolik
Kilisesinin bayraktarlığını yaptığı dinî taassubun kasıp kavurmuş olduğu
ülkelerde, yüzyıllar boyunca yavaş yavaş şekillenen bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Bu konuda bu dinî taassubun motive ettiği sayısız fâciadan meselâ
XIII. yüzyılın başından itibâren Fransa'da Katar'lara uygulanan "Albi Haçlı
Seferleri" gibi kanlı temizlik hareketlerini, ya da 24 Ağustos 1572 tarihli
Saint-Barthélemy katliamı gibi protestanların kütlesel katliamlara tâbi'
tutulmasını, engizisyon mahkemelerinin pek çok ülkede uyguladığı mezâlimi ve
büyücülerin ya da büyücü olarak addedilenlerin diri diri yakılmasını hatırlatmak
yeterlidir.
mensup toplulukların aynı bir devletin çatısı altında huzur içinde yaşamaları
imkânı, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin hemen akabinde yâni VII.
yüzyılın ilk çeyreğinde, İslâm'da "Medine Vesîkası" diye anılan fakat daha
ziyâde Medine şehir-devletinin anayasası mâhiyetindeki bir vesîkanın yürürlüğe
konulmasıyla (asla bir lûtuf ya da bir tolerans olarak değil, fakat) İslâm'ın
temelindeki adâlet, ihsân ve merhamet'in gereği olarak te'min ve tescil
edilmiştir.
bulundurmakta yarar vardır. Eğer tolerans ya da hoşgörü için:
"Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen
kimseleri sabırla karşılama" tanımı temel alınacak olursa sabrın zâten
gerek Kur'ân'da gerekse Sünnet'de ifâdesini bulan ve her Müslümanın, din
açısından, sâhip olması gereken bir islâmî fazîlet olduğuna da dikkati
çekmek istiyorum. Nitekim Kur'ân'da:
Allāh'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı
kederlenme; kurmakta oldukları hiyle ve tuzaklardan da kaygı duyma."(XVI/127)
şükreden herkes için alınacak ibretler vardır."
(XLII/33)
(III/48)
işlerde bulunanların mükâfâtını zâyî etmez!"
(XI/115)
canlarınızla sınanacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile
Allāh'a şirk koşanlardan da kötü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve
sakınırsanız şüphe yok ki bu yapılacak işleri en iyi şekilde yapma
kararlılığınızdandır" (III/186)
anahtarıdır..."; "Sabrederek gelişmeleri beklemek ibâdettir"; "Belâya, çileye
sabır ibâdettir" denilmektedir.
anlamında bir dinî tolerans da yok mudur?
hoşgörü) dediği, İslâm'da, kişilerin hevâ ve heveslerinin icbar ettiği
bir ilke olarak değil fakat Kur'ân'da Bakara Sûresinin 256. âyetinde: "Dinde
zorlama yoktur" şeklinde ifâdesini bulmuş olan bir İlâhî Hüküm ve Emir
olarak tezâhür etmektedir. Batı bu İlâhî Hüküm ve Emr'i, bu emrin
vahy edilmesinden yüzyıllar sonra, ilâhî yoldan değil de çekilen bir sürü
ızdırab ve çilenin sonucu, fakat menşeinden de habersiz olarak yeniden
keşfetmiştir, o kadar!
âlemi'nde sanki bu hüküm yokmuş gibi tecellî eden bazı nefsânî sapık
uygulamaların İslâm'daki bu İlâhî Hüküm ve Emrin keenlemyekûn addedilmesi
için bahâne teşkil edemeyeceğini de vicdân ve temyiz sâhiplerinin teslim etmesi
gerekir.
C.U.: - Hocam; anladığım kadarıyla İslâm
Ahlâkı'nın "Eşitlik" ve "Hoşgörü" kavramlarına göre yeniden şekillendirilmesi
husûsunda belirli mihraklarca yoğun bir propaganda yapılmakta ve de büyük bir
çaba sarf edilmekte. Böyle bir teşebbüsün gâyesi sizce ne
olabilir?
Sünnet'e göre belirlenmiş olan İslâm Ahlâkı'nı ve İslâm'ın toplumsal hayat
düzenini Batı kökenli, yâni İslâm-dışı, "Eşitlik" ve de "Hoşgörü" kavramlarını
temel alarak yeniden şekillendirmeğe tevessül etmek ya da bunun gerekliliğini
savunmak İslâm'a tümüyle aykırı bir davranıştır. İdrâk ve vicdân
sâhipleri, İslâm'ı eksik ve çağ dışı addeden ve bu vehmî motivasyonla da,
Hıristiyan pradigmalarına göre tâdil ve tağyir etmeyi amaçlayan bu türden sinsi
bir modernist ve reformist strateji tezgâhı'nı berrak bir biçimde teşhis
ve ilân etmek cesâretini göstermelidirler.
Her optik filtrenin, ardındaki fizikî
realiteyi tâdil ve tağyir ettiği bilinen bir gerçektir. Buna benzer şekilde de
Batı Kültürüne has "Eşitlik" ve "Hoşgörü" filtrelerinin ardından İslâm
Ahlâkı'nın ve İslâm'ın toplumsal hayat düzeninin nasıl göründüğüne bakmak, bu
kültürden başka kültür tanımayanlar için elbette ilgi çekici olabilir. Ama
Müslümanların ilâhî hüküm ve emirlere uyarak, Batı'nın zorla empoze etmeğe
çalıştığı "düşünce kalıpları"na (paradigma'lara) göre değil Kur'ân ve
Sünnet'de ifâdesini bulan İslâmî kavramlara göre değerlendirme yapmaları hem
isâbetli ve hem de hayırlı olurdu.
uyarılarınız için size çok teşekkür ediyoruz.
*
* *