Buradasınız

MELÂMÎLİK ÜZERİNE

Hak'ın gizli Veli'si bir Hamzavî-Melâmî
Çocuk iken fakîre Sır'rıyla oldu hâmî.

Nâfiz nazarlarından akmakta olan himmet,
Sır'rıma nüfûz edip, oldu yüce bir ni'met.

Yıllarca sürdü gitti bu rûhânî te'sir,
Gönlüm oluncaya dek Rûhî Sultân'a esîr.

Ganiyy-i Muhtefî

MELÂMÎLİK ÜZERİNE

(Bu sohbet Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile 30 Ekim 2005 Pazar günü Hoca'nın Üsküdar'daki evinde başbaşa bir konuşma esnâsında kaydedilmiştir)

Necmettin Şahinler: Efendim hâtıra kitâplarınızda1 ismini sürekli vurguladığınız bir zâttan yâni Eşref Efendi Amca'dan sitâyişle bahseder ve sırlı bir Hamzâvî-Melâmî olan bu zâtın Siz'e her zaman muhabbetle nazar ettiğini anlatırsınız.Siz'inle şimdiye kadar pek çok konu üzerine konuştuk ama Hamzâvî-Melâmîlik konusuna hiç değinmedik. Lûtfederseniz bugün bu konu üzerine eğilelim. Nedir bu özel olarak Hamzâvî Melâmîlik veyâ genel yönüyle Melâmîlik?

Ahmed Yüksel Özemre: Evlâdım, gerçekten senin de söylediğin gibi Üsküdar'daki o mütevâzî attar dükkânının müdâvimi olan muhterem zevât içinde benim mevcûdiyetimi ve muhakkak ki hâlet-i rûhiyemi, fark eden tek zât Eşref Efendi Amca idi; zirâ gerek dükkânda gerekse dükkânın dışında karşılaştığımız zaman kendisinin o fevkalâde nâfiz ve rahmânî bakışlarını hep üzerimde hissetmişimdir. Onun bu nazarlarının ve mestûr himmetlerinin mânevî hayatıma nasıl bir istikamet vermiş olduğunu, aradan 50 yıl geçtikten sonra, bugün çok daha berrâk bir şekilde idrâk etmekteyim.

: Efendim, Eşref Efendi Amca'nın bağlı olduğu bir tarîkat var mıydı?

AYÖ:Eşref Efendi hangi tarîkata mensûb olduğu ve seyr-i sülûkunu kimin yanında tamamladığı bilinmeyen, Hamzavî-Melâmî meşrebli, belki de üveysî, Ehl-i Beyt-i Resûlullah âşığı, son derece sırlı, az konuşan, ama her beyânı inci gibi hikmet dolu olan bir zât idi. Bununla beraber ortada hakîkata aykırı bir durum var ise bunu şecaatle belli etmekden asla geri kalmayan celâlli bir tabîata da sâhipti.

: Efendim, anlaşılıyor ki Siz'in hayatınızda yansıttığınız ve bizim de yakînen gördüğümüz bu Hamzavî-Melâmî meşrebin/neş'enin kaynağında Eşref Efendi Amca var. Deyim yerindeyse Eşref Efendi Amca bir anlamda çocukluğunuzda Siz'in manevî basîretinizin ve irfânî kemâlinizin kapısını açan ilk anahtar olmuş.4 mahlâsını taşıyan Tırhalalı5 Hacı Ali Bey. Bu zât da Hamza Bâlî gibi Hüsâmettin Ankaravî'nin manevî terbiyesinden geçmiş ve sonra irşad için İstanbul'a gönderilmiştir. Mensupları dışında kim olduğu bilinmeden vefatına kadar da yaklaşık 46 yıl irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Üstelik İdrîs-i Muhtefî'nin Hamzavî Melâmîliğin son kutbu olduğuna inanılmıştır.

AYÖ: Evlâdım, İdrîs-i Muhtefî'nin ticaretle meşgul olması -mülhidlik ve zındıklık suçlamalarının yoğun olduğu bir dönemde- kendisini gizlemeyi kolaylaştırmıştır. Hâtta O, komşuları tarafından bile tanınmamıştır. Kendisini tüccâr Hacı Ali Bey diye tanıyan ve büyük saygı gösteren bir komşusunun ona: "İdris adlı birinin binlerce müslümanı sapıklığa düşürdüğünü, bu fitnenin nasıl önleneceğini" sorduğunda "O İdrîs benim, beni nasıl bilirsiniz?" dediğini, bunun üzerine komşusunun özür dileyerek kendisine intisab ettiği anlatılır. İdrîs-i Muhtefî'nin dönemi aynı zamanda önceden taşrada faâliyet gösteren Hamzavî-Melâmîliğin İstanbul'da, fütüvvet ehli esnaf arasında yayıldığı bir dönem de olmuştur. Bu devirde Fatih Kırkçeşme'de Peştamalcılar Hanı'ndaki dokumacı esnâfının Hamzavî olduğu, Sarı Abdullah Efendi'nin de Hamzavîyye'ye burada intisâb ettiği bilinmektedir. Yine İdrîs-i Muhtefî'nin âlimler, şairler ve devlet adamlarından da bir çok müridi olduğu söylenir. Kabri, Kasımpaşa'da Kulaksız Mezarlığı'ndadır.

: Efendim, Hamzavî-Melâmî kutbu İdris-i Muhtefî'den sonra bu mahlası tek kullanan ve "Nefesler" adındaki kitâbının dışında kendisi hakkında hiçbir bilgiye rastlamadığımız ama kullandığı dilin vokabülerinden çıkarttığımız kadarıyla yakın dönemde yaşamış veyâ yaşayan bir zâtta Ganiyy-i Muhtefî'dir. Fakîr O'nun Nefesler'inin VIII. Bölümünü oluşturan "Merâtib-i Tevhid Risâlesi"ni yorumlamaya çalışmış ve bu çalışma kitâp olarak 2001 yılının Temmuz'unda basılmıştı.

AYÖ: Necmettin'ciğim, bu zâttan haberim var.Anlaşılan O da mahlasına uygun olarak, tıpkı İdris-i Muhtefî gibi sırlı kalmak istemiştir. Atâî'nin İdrîs-i Muhtefî'yi tavsif ederken söylediği şu beyit bu temkîn sâhibi sırlı zât içinde geçerlidir.

Söyleyenler kendisin bilmez, bilenler söylemez.
Cûylar6 kim vardılar deryâya, hâmûş7 oldular.

: Efendim Hamzavî-Melâmîliğin son temsilcisi olarak bir de 1925 yılında Hakk'a yürüyen Seyyid Abdulkadir Belhî Efendi var. Sizden daha önce duymuştum Eyüp Nişâncası'ndaki Murat Buharî Dergâhı'nda irşada başlamış, tam 46 yıl boyunca bu dergâhtan yalnızca bir kere, o da Üsküdarlı Hafız Eşref Amca'nın ricâsıyla, Üsküdar'daki Sandıkçı Dergâhı'ndaki bir zikre katılmak için dışarı çıkmış.

AYÖ: Evlâdım, Seyyid Abdülkadir Belhî enteresan bir zâttır. Hamzavî-Melâmî meşreb olmasının gereği olsa gerek; ne kimsenin peşinden koşar ne de kimseye giderdi.8 Ziyâretinde sen de görmüşsündür, kabrinin üzerinde, hiçbir işâret, yazı, nişân yoktur. Hazret, ahirete irtihâllerinden sonra bile hırka-i melâmete bürünerek şöhretten kaçınmayı yeğlemiş, mahvîyet duygusu ile alemde gaib olmayı murad ederek mübârek mezarlarıyla bile, nam-u nişanı terk etmişlerdir.

: Efendim, kaynaklar III. Devre Melâmîlerinin pîri Seyyid Muhammed Nur'ul Arabî'nin İstanbul'a geldiğinde, Seyyid Abdulkadir Belhî'yi ziyaret ettiğinden ve aralarında geçen bir konuşmadan bahsederler. Rivâyete göre Muhammed Nur'ul Arabî, Seyyid Abdulkadir Belhî'ye hitaben: "Duyduk ki kutupluk sizde imiş. Eğer kutupluk sizdeyse, biz de size uyalım. Yok eğer kutupluk bizdeyse, o zaman siz bize uyun! Demiş. Bu sözü duyan Hazreti Seyyid Abdulkadir Belhî de derin bir müşâhâde ile muhatabını incitmeden şu cevabı vermiş: "Biz öyle şeyler bilmeyiz. Yalnızca tabîyiz!" Ardından da şu meşhur Nefes'i okumuştur. "Eller buğday, biz saman/Eller yahşî, biz yaman."

AYÖ: Evlâdım, Melâmîliğin özünde iddiâ sahibi olmamak yatar. Bu nedenle Hamzavî Melâmîler, bâtınında bir iddiâsı, zâhirinde ise yapmacıklık ve riyakârlığı olmayan kimselerdir. Onlar; evhâm ve hâyâlâttan uzak, Kerâmât-u mu'cîzât peşinde koşmayan, aşk-ı Nebî uğruna nefsini zelîl kılan, tasarruf fakîri, mahzâ kulluk hâlinde tarîk-i nâzeniynin örtülü gülleridir. Öyle kutupluk, gavslık gibi nefsi okşayan, riyâset kokan ünvânlara itibâr etmezler.

: Efendim, Melâmet kınamak anlamındaki "levm" kökünden türeyen bir deyim. Bir tasavvuf terimi olarak ise "riyâdan kaçınmak ve ihlâsı muhafaza etmek adına iyi ve olumlu yönleri saklayıp, kınanmaya konu olacak yönleri açığa çıkarmak, gösterişten, şöhretten uzak durmak" şeklinde tecelli eden bir tutum. Bu yönüyle ele alındığında bu terimin içerik olarak Kur'ânî bir karaktere sahip olduğu apaçık ortada. Aslında şunu söylemek istiyorum ki; yaşanan bu hâlin adı ne olursa olsun bir Kur'ân ahlâkının ortaya konulmasından başka bir şey değil.

AYÖ: Evlâdım, Kur'ân'da "levm" ifâdesinin geçtiği ve konumuz açısından önemli iki âyet vardır. Bunlardan birincisi Kıyâmet Sûresi'nin 2. âyetidir. Bu âyette "Nefs-i Levvâme"ye yâni "kendi kendisini kınayan nefse" yemin edilmektedir. Şunu iyi bil ki; eğer Kur'ân'da bir şey üzerine yemin ediliyorsa, bu, içinde bulunduğu silsilede o şeyin çok önemli bir değeri olduğuna işârettir. Hesâba çekilmeden önce nefsini hesâba çeken, hata ve kusurlarını idrâk eden, nefsinin hiyle ve hurdasını tesbit etme konusunda fehâmet ve temyiz sâhibi olmaya gayret eden bir insân artık Hz.Peygamber'in sık sık söylediği gibi "ene beşerün"9 noktasına yaklaşmıştır. Bu da bir Kur'ân ahlâkı olarak Melâmîliğin önemli ilkelerinden birisidir.

İkinci âyet ise Mâide Sûresi'nin 54. âyetidir. Bu âyette Allah, kendisini seven ve kendisinin de onları sevdiği müminleri zikretmekte, onların taşıdıkları özellikleri şöyle vurgulamaktadır: "...Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, hakîkati inkâr edenlere karşı onurlu; Allah yolunda üstün çaba gösteren ve kendilerini kınayabilecek kimselerin kınamasından korkmayan (insânlardır). Bu, Allah'ın dilediğine bağışladığı bir lûtufdur. Allah (lûtfunda) sınırsızdır ve her şeyi bilendir." Bu âyette de Allah'ın emirlerini yerine getirmede kınayanların kınamasından korkmayan, insânların övmesine ve yermesine aldırış etmeyen insân övülmekte, bu ahlâkın ona Allah'ın bir lûtfu olduğu tebşir edilmektedir. Bu tavır da Melâmî neş'enin en bâriz niteliklerinden birine işâret etmektedir.

Hamdun el-Kassar'ın da melâmîlik yolunun özelliği kendisine sorulduğunda verdiği cevap bu âyetin rûhuna çok uygundur. Şöyle söylemiştir: "Halk için herhangi bir hâl ile süslenmeyi terk, herhangi bir hâl veya ahlâk ile onların rızasını beklemeyi terk ve Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamaktır."

: Efendim, Melâmîliğin tarihsel seyrini gözlemlediğimizde, işâret ettiğiniz bu âyetler Melâmîliğin belki bir vechesi ile örtüşüyor. Ama zaman içinde bu meşrebin öyle farklı uygulamaları olmuş ki insân şaşırıyor. Toplum içinde dini onurlu/vakarlı/ihlâslı, olması gereken bir çizgide yaşayanları, bu yaşantılarından ötürü eğer birileri kınayacaksa ve yaşayanlar da kınayanların bu kınamalarına aldırış etmeden tavırlarını sürdüreceklerse böyle bir Melâmiliği anlamak kolaydır. Ancak görüyoruz ki bu böyle olmuyor. Melâmîliğin içine herkes kendi bildiğince veyâ keyfince bir şeyler dolduruyor/yüklüyor.

AYÖ: Necmettin'ciğim, bunu ilk defa sen keşfediyor değilsin. Meselâ Abdulkerim Kuşeyrî de Risâlesinde aynı şeyi söylüyor ve Melamiliği İstikâmet, kasd ve terk olmak üzere üçe ayırıyor. Senin söylediğin daha çok istikâmet Melâmîliği çerçevesi içinde kalıyor. Hz.Peygamber'in Kureyş müşriklerinin karşı çıkmalarına, engel olmalarına karşı amcası Ebu Talib'e söylediği sözleri bir hatırlasana. Şunları söylemişti: "Allah'a yemin olsun ki, benim bu yolu bırakmam için Güneşi sağ elime, Ay'ı da sol elime verseler, Allah'ın dinini zafere ulaştırmadıkça veya ben bu yolda harap olmadıkça bırakmam." İşte bu istikâmet Melâmîliğidir.

Kasd Melâmîliği ise farklıdır. Bir kimseyi düşün, halk arasında büyük bir makâm ve itibâr kazanmış, parmakla gösterilen bir şahsiyet hâline gelmiş. Fakat o kalbini halkın itibâr etme arzusundan tahliye ederek Hakk ile meşgul olur. Bunun yanında da dini kurallarca zararlı ve sakıncalı olmayan bazı yersiz ve olumsuz davranışlara teşebbüs etmek suretiyle halkın gözünden düşmeye çalışır. Özellikle dini şekil ve merasimlere karşı kasden lâkayt tavırlar takınır. Hatta bu konuda bazen halkın nefretini kazanacak kadar ileri gider. Sonunda halk onunla ilgilenmez, ayağının kaydığını, zühd ve takvadan ayrıldığını düşünür.

Terk Melâmîliği ise kişinin yaptığı melânetliklere melâmetlikle kılıf aramasıdır. Kısacası, dinî hükümlere uymamak için melâmeti yol ve vasıta olarak kullanır.

: Efendim, bazı kaynaklar Melâmiliğin piri olarak sahâbeden Abdullah b. Nuaym'ı gösteriyorlar ve onunla ilgili bir çok hadîs kitabında yeralan bir hikâye anlatıyorlar. Rivâyete göre Abdullah içki içermiş ve bu yüzden de sahâbeler ona eşek (hımar) derlermiş. Fakat Peygamberimiz bu Abdullah'ı çok sever, onunla sohbet etmekten hoşlanırmış. Fakat içki içerken tutulduğunda da ona ceza (had) uygulamaktan geri kalmazmış. Yine bir gün içki içme cezası uygulanırken oradaki bazı sahâbeler biraz aşırı giderek Abdullah'a lânet okuyarak ağır sözler söylemişler. Bu tavır üzerine Hz.Peygamber öfkelenerek olaya müdahale etmiş ve oradakilere: "Onu lânetlemeyin! Allah'a yemin ederim ki ben onun hakkında, Allah ve Resulünü sevmiş olmasından gayri bir şey bilmiyorum; onun için yalnız hayırlı şeyler söyleyin" demiş.

Bu hikâyeden şunu çıkarıyorlar. Hz.Peygamber ona âşık demiştir. Halbuki ötekiler onun adını eşek koymuşlar. Görülüyor ki, gönlüyle âşık mertebesine yükselen bir insân söz ve hareketleriyle eşek diye adlandırılabiliyor.

AYÖ: Evlâdım, Abdullah b. Nuaym'ı Melâmîliğin piri olarak gösteren telâkkîyi doğrusunu ararsan tasvip etmiyorum. Bu olay ekstrem bir misâl. Belki de Melâmiliğin yanlış anlaşılmasına yol açacak, günah işleyenlerin savunma mekanizmalarını geliştirecek mesajlar taşıyor içinde. Bu olsa olsa Hz.Peygamber'in müsâmahasının, adalet ve ihsân anlayışının/uygulayışının bir örneği olabilir.

: Efendim, aynı şeyi Neyzen Tevfik için de "Velâyetinin büyüklüğünü, melâmetîni büyüterek gizlemek zorunda kalmıştı" diye söylüyorlar. O da bir şiirinde Hz.Peygamber'e aşkını şöyle dile getirmiş: "Senin aşkınla gönlüm sütlimanlık ya Resûlullah/Kalın geldi fakire Müslümanlık ya Resûlullah!"

AYÖ: Evlâdım, bir kere velâyet gizlidir. Evliyâ sıfatı bir insâna izâfe edilir ama bu izâfetin hakîkati aksettirip aksettirmediği bilinemez. Bu sözlere gelince bunlar aşkla söylenmiş olabilir ama edep dışı ifâdelerdir. "Kurtarılabilecek olanı kurtarmak" adına bunlara müsâmaha edilebilir ama Melâmiliği sadece böyle bir neş'eye indirgemek nâkısa olur.

: Efendim tekrar başa dönersek, anlaşılıyor ki tasavvufun kurumlaşması kaçınılmaz bir biçimde dünyevîleşip sosyal ve psikolojik açılardan bir çok yozlaşmayı da beraberinde getirmiş. Yakın dönemde yaşamış bir Türk sûfîsi Kuşadalı İbrahim Halvetî'nin10 tekkesi yandığında: "Elhamdülillah, merâsimden kurtulduk!" sözleri boşuna değil!

AYÖ: Güzel evlâdım, bu tarihten önce de aynı yozlaşmaya işâret eden zâtlar var. Bu daha IX. yüzyılın sonu gibi erken bir dönemde kendisi de tasavvufî hayatı dolu dolu yaşayan bir ârif olan Cüneyd-i Bağdâdî'nin tekke ve zâviyelerin yozlaşmakta olduğu hakkında dostlarından birine yazmış olduğu bir mektuptan anlaşılmaktadır. Bu sekülârizasyon, tekke ve zâviyelerin yavaş da olsa sürekli bir biçimde: 1)Maddî ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara yönelmeleriyle; 2) Ritüel ve teşrîfatın, yâni işin zâhirî vechesinin, ön plâna çıkarılmasıyla; 3) Tekkelere, istidâtlarına bakılmaksızın, yeni mürîdler celb etmenin önem kazanmasıyla; 4) Dünyevî güç odaklarının güdümüne girmenin bir politika olarak kabûl edilmesiyle; 5) Yaygın olmasa bile, bazı târîkatların alenen diğerlerinden daha üstün oldukları iddiasında bulunmalarıyla; 6) Bâzı meşâyihe ya da pîrâna Cenâb-ı Peygamber'de dahi bulunmayan vasıflar izâfe edilmesiyle; 7) Bâzı kimselerin dîvanlarına ya da diğer eserlerine olması gerektiğinden fazla önem atfedilmesiyle; 8) Şeyhlik icâzetinin lâyık olmayanlara ve hattâ seyr-i sülûk dahi görmemiş kimselere "teberrüken(!)11 "dağıtılmasıyla; 9) Dervişleri maddî ve mânevî yönden istismâra kalkışan şeyhlerin ortaya çıkmasıyla; ve 10) Şeyhlik müessesesinin, çoğu tekkede, bir hânedanlık gibi babadan oğula geçmesini mümkün kılan bir an'anenin teessüsüyle gerçekleşmiştir.

Böyle bir genel gidişe karşı tepki gene Tasavvuf mensûblarından gelmiş ve Bayrâmî-Melâmîlik ile bunun tabiî uzantısı olan Hamzavî-Melâmilik, (ya da İkinci Devre Melâmîliği) özellikle Tasavvuf erbâbının dünyevî güç odaklarıyla fazlaca içli dışlı olmalarına ve tekke teşrîfâtına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Böylece 17. yüzyıldan i'tibâren tekke hayatını terkederek cemiyetin içine çekilmiş olan Hamzavî-Melâmîler, Şeyhülislâm'ın kontrolünden çıkmış olmakla, bu makamın hiddetinin de odağı durumuna düşmüşlerdir. Ama aynı zamanda, Hamzavî-Melâmîler tasavvufî bir hayatın cemiyetten kopmadan ve tekkelere bulaşmadan da var olabileceğinin müşahhas misâli olmuşlardır.

: Efendim "Şeyhülislâm kontrolü" dediniz de aklıma Şeyhülislâm İbn-i Kemâl geldi. Biliyorsunuz Kanunî Sultan Süleymân zamanında Müftü Ebu Suud Efendi ile birlikte verdikleri fetva ile bir Hamzavî-Melâmî olan "Oğlan Şeyh" lâkablı İsmâil Maşukî'yi genç yaşta idama göndermişlerdi. Hatta rivâyet ederler ki babası Pir Alî Aksarayî oğlu İsmâil Maşukî'ye "Kurbanlık kuzum, Kurbanlık İsmail'im! Şeyh baban seni bir daha zor görür. Yaşamak istiyorsan sözlerimi dinle. Va'zlarında, düşüncelerine kılıf geçirip, öylece kelimelere dök" diye nasihat etmiştir. Ama anlaşılıyor ki: "Terkedip nâm-u nişânı giy melâmet hırkasın/Bu melâmet hırkasında nice sultan gizlidir" diyen İsmâil Maşukî bu nasihate pek kulak asmamış. İşin asıl acı yanı İsmâil Maşukî'nin başı kesildikten sonra, toprağa gömülmeye lâyık görülmeyerek, bedeni ve başı ayrı ayrı denize atılmak sûretiyle o zamana kadar görülmemiş bir uygulama gerçekleştirilmiş. Şimdi düşünüyorum, ne yapmıştır bu insân da böyle bir cezaya çarptırılmıştır?

AYÖ: Evlâdım, mezhepler din yapılırsa olacağı budur. Her zaman söylerim din başkadır, diyânet başkadır. Bunların biribirlerinden iyi tefrik edilmesi gerekir. Özellikle bir mezhep, devletin resmî görüşü hâline gelmişse, o devletten beslenen ulemâ da egemen mezhebin anlayışını kuvvetlendirmek için ellerinden geleni yaparlar. Şurası bir gerçektir ki Ehl-i Sünnet'e uygun bir devlet daha yumuşak, halkın ihtiyaçlarına daha hızlı cevap verebilen ve yeni durumlara daha kolay uyabilen bir yapıya sâhiptir. Ayrıca, bu mezhebler misyoner ve yayılmacı bir rûhla hareket etmeyi bir fazîled addeden Şia'ya karşı güçlü bir müdafaa aracı olarak yararlanılmağa da müsaittir. Bütün bu avantajlarından ötürü Ehl-i Sünnet mezhepleri pekçok devlet ve bu arada Osmanlı İmparatorluğu tarafından hem kabul görmüş ve hem de her bakımdan desteklenmiştir. Ebu Suud'un vermiş olduğu fetvada "Sünnî inancı dışındaki mezhepteler ise öldürülür" ifâdesi de o devirde mezheb taassubunun geldiği noktanın vahâmetini ortaya koymaktadır. Üzülerek ifâde edeyim ki, bu talihsiz damarın uzantıları günümüzde de aynı asabiyeti göstermekte, kendi düşünceleri dışındaki kişileri mülhid, reformcu ya da kâfir ilân etme husûsunda aşırı eğilimlerini sürdürmektedirler.

Akla gelen bir başka husus da; diğer tarikatlerin sekülerleşmesi ve devlet ile kurumsal bir koalisyon içinde olması, İsmail Maşukî'nin öğretilerinin derhal ortadan kaldırılmasını gerektirmiş olabilir. Aksi takdirde diğer dergâhlar boşalacak, Osmanlı yönetimine karşı toplumsal ve sivil bir muhalefet giderek güçlenecekti. Özellikle de ekonomiyi elinde tutan esnaf sınıfı giderek güçlenecek ve Melâmîlik çevresinde kümelenecekti. Diğer taraftan bu durum askeri birliklerde de bir infiâl meydana gelecekti. Çünkü İsmail Maşukî'nin askerler ve yeniçeriler arasında bağlısı çoktu. İşte bu nedenlerden ötürü İsmail Maşukî, Osmanlı yönetimi tarafından sudan sebeplerle idam cezasına çarptırılarak ortadan kaldırılmıştır. Bu da olayın siyâsal ve sosyal bir endişe ile çözümlenmeye çalışıldığını gösterir.

: Efendim, mezheplerden bahsettiniz de dikkatimi bir şey çekti. Bir tarafta devlet mezhebi hâline gelmiş Hanefîlik, diğer tarafta da bu ekolü içtihatlarıyla oluşturmuş ve devrin halifesi Cafer Mansur'un Şeyhülislâm olma teklifini "dövülmesine, hapsedilmesine ve işkence görmesine rağmen" reddeden İmam-ı Azam lâkabı ile tanınmış Ebu Hanife. Herhâlde o zamanda hayatta olsaydı kendi mezhebinin mensuplarının düştüğü bu trajedik durumu hayretle izlerdi.

AYÖ: Evlâdım, Ebu Hanife ilim ahlâkına sahip bir zâttır. O da melâmet yolunu benimsemiş, halk ve devlet erkânı nezdinde itibâr sahibi olmaya aldanmamış ve teveccüh etmemiştir. Hattâ rivâyet ederler ki, kendi yerine kadı olan Şüreyk ile ilgisini kesmiş, bir daha onunla konuşmamıştır.

: Efendim, tüm Hamzavî-Melâmîler, Ehl-i Beyt aşkını sürekli ön plânda tutmuş ve bu aşk uğruna cemiyet içerisinde nefislerini zelîl kılmaktan kaçınmamışlardır. Bu insânlarda Ehl-i Beyt sâdakatinin bu derece yoğun bir şekilde ortaya çıkmasının nedeni nedir?

AYÖ: Necmettin'ciğim, bu sâdakat Hz.Peygamber tarafından: "1- Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır; 2) Ben ve Ali aynı nurdanız; 3) Ben kimin velisiysem, Ali de onun velisidir" sözleriyle taltif ve tebşir edilen Hz.Ali'nin tavrından kaynaklanmaktadır. O Şah-ı Velâyet dünyâ saltanatına aslâ tâlib olmadığı gibi ailesi ve sülâlesi de insânlık tarihinin en acı zulümlerine, iftira ve ıstıraplarına uğramalarına rağmen temkin ve istikametlerini hiç bozmamışlardır. Üstelik Hz.Peygamber kendi hizmeti için ümmetinden tek bir şey istemiştir. O da âyette12 geçtiği gibi Ehl-i Beytine sevgiden/muhabbetten başka bir şey değildir. Ehl-i Beyt hanedânı kadar zulüm gören, fakat aynı zamanda üstünlükleri istismar edilen ikinci bir nesli insânlık tarihi kaydetmemiştir.

: Efendim bu konuda "Üsküdar'ın Üç Sırlısı" adlı kitabınızda Eşref Efendi Amca'dan bir hatıra nakletmiştiniz. Tekrar bir lütfetseniz.

AYÖ: Bir gün Attâr Dükkânı'nda Eşref Efendi'ye: "Yâhu amcacığım! İnsanı dilhûn13 eden bu Kerbelâ vak'ası niye vuku bulmuş ki? Bunun hikmeti nedir?" diye soran Ahmed Düzgünman: "Evlâdım Kerbelâ vak'asının zuhurunun hikmeti hakîkî müslümanların sahtelerinden tefrik edilmesi içindir. Bak sen de Kerbelâ'nın bahsi geçince nasıl elem duyuyor, nasıl muzdarîb oluyorsun!" cevâbını almış.

Gene Ahmed Düzgünman, bir gün Eşref Efendi'ye: "Amcacığım, Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Ali hakkında hiç âyet var mıdır?" diye sorduğunda: "Evlâdım Mâide sûresinin 55. âyeti Hazret-i Ali hakkında inmiştir" cevâbını aldığını beyân etmektedir.15 Vâridât." sözüne bakılırsa bunlara İbn Arabî'nin Fusûs'l-Hikem'ini ve Fütuhat-ı Mekkîye'yi de ilâve edebiliriz. Fakat bir şey dikkatimi çekiyor İbn Arabî Melâmî ismini klasik Melâmî anlayışından daha geniş bir anlamda kullanıyor.

AYÖ: Necmettin'ciğim, İbn Arabî Melâmîleri sâliklerin en üst derecesine yerleştirmekte ve onları bu yolun kâmilleri kabul ederek Fütûhât'ında şöyle söylemektedir: "Eğer onlar, Allah katındaki derecelerini insânlara açıklamış olsalardı, insânlar kendilerini ilâhlaştırırlardı. Bu yol, özeldir herkes onu bilemez, sadece ehlullaha hastır." Bir başka yerde de: Melâmîlik Allah'a kurbiyet makamıdır. Bu makam, "Sonra yakınlaştı ve sarktı, iki yay arası kadar, yâhut daha da yakın oldu"16 makamıdır diyerek Melâmîliğin anlamını Hz.Peygamber'e izâfe edecek şekilde genişletmektedir.

: Efendim bu konuda Sülemi'nin Risâlet'ül Melâmiyye isimli eserinde Melâmilerle ilgili ilginç bir benzetmesi vardır. Şöyle der: "Sûfiler, Allah ile ilişkilerinde Hz. Mûsâ'ya benzerler. Hz.Mûsâ, hiç kimsenin kendine bakamayacağı Rabbiyle konuşurken bâtının tesiri, zâhirinde gözükmüştür. Allah ile ilişkilerinde Melâmîler ise, Hz.Muhammed'e benzerler. Hz. Muhammed, en ulvî dereceye nail olduğu kurbiyet ve yakınlıktan sonra bile, bâtını zâhirinde müessir olmamıştır. Halka döndüğü zaman ise, sanki onlardan biri imiş gibi dünyevî işlerinde onlarla sohbet etmiştir. İşte bu ubûdiyetteki en üstün hâldir."

AYÖ: Evlâdım boşuna söylemiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın öylesine sırlı velî kulları vardı ki Cenâb-ı Rabbü-l Âlemiyn bunları: 1) muhabbetiyle, 2) Zât'ına mahsûs tecellîleriyle, ve 3) onlara lûtfettiği hakîkî "teslimiyet libâsı"yla beşerin basarından setretmişti. Onlar ahâli arasında dolaşırlar ama, esrârlarına muhiblerinin ancak pek azını âşinâ kılarlar diye.

: Efendim çok uzattığımı biliyorum ama Siz soramadıklarımı da dikkate alarak günümüzde Melâmiliğin geldiği nokta Siz'in pencerenizden nasıl görünüyor merak ediyorum?

AYÖ: Evlâdım! Daha ne soracaksın? Herşeyi sordun işte! Melâmiliğin geldiği noktayı bırakalım da, sen bize sözünü ettiğimiz Ganiyy-i Muhtefî'nin "Melâmiler" adlı bir nefesi var, onu bir zahmet okuyuver.

NŞ: Peki Efendim.

Müstağnîdir Melâmî avâlimden, ârâzdan;
Onu Şer'i Şerîf'e hâdim kılmıştır Yezdân.

Aldırmaz gösterişe, hırkaya, posta, tâca;
Hak için hizmet eder fukarâya, muhtâca.

Kınar durur nefsini, sed çeker hevâsına;
İksîrdir Hak'kın aşkı nefsinin devâsına.

Rızk için, bir Melâmî, talepkâr olmaz halkdan;
Hiç bir şey kabûl etmez; böyledir, işte, merdân.

Nûr-i Hak mücellâdır, anlayana, vechinde;
Erimiş gibi yaşar, cemiyyetin içinde.

Apaçıktır zâhiri, hakîkatıysa mestûr!
Bâtınını sırlamak olmuştur ona düstûr.

Her işi olur onun adâletle, ihsanla;
Bundaki inceliği fehmet de iyi anla!

Ehl-i da'vâ değildir, asla, has bir Melâmî!
Hiç bir vehme hayâle kapılmaz, olmaz hâmî.

Ahlâk-ı Muhammedî olmuş onun ahlâkı;
Bu ahlâkla müstesnâ kılmış onu Hallâk'ı.

Ganiyy iken fakîrdir; râzıdır Lâyezâl'den.
"El hayru fî mâ vaka'" düstûrudur ezelden.

Mi'râcına ulaşmış, yok etmiştir nefsini;
Rûh'u Bekabillâh'da bulmuştur neş'esini.

Aldatmasın ahvâli: halkla halk, Hak'la Hak'dır.
Rûh'uyla zinde olmuş, nefsi ise helâkdır.

Hassü-l Havas'sın tavrı hiç olur mu avâmî?
Nice ulu makamın sâhibidir Melâmî.

"Fe eynemâ tuvellû..." sırrının âgâhıdır;
Vahdet neş'esinin de münîr, parlak mâhıdır.

Hüviyyetini müdrîk nâdir erdir Melâmî.
Kim bilir ki gönlünde bütün avâlim câmî?

Velhâsıl, Melâmîlik Nebî'nin meşrebidir;
Kim ki onu giyinir sanki Nebî gibidir.

NŞ: Efendim Siz'i yorduğumun farkındayım. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Allah sizden râzî olsun.

AYÖ: Senden de evlâdım!


[1]Örnek: Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı, Üsküdar'ın Üç Sır'lısı.
[2]Sohbetin bu paragrafını bilgisayara aktarırken o anda tecellî etmiş bir olayı anlatmak isterim. Bugün 3 Kasım 2005 Ramazan bayramının ilk günü olması sebebiyle bir çok dost telefonla bayram tebriki için aradı. Onlardan birisi de İstanbul'daki kardeşlerimizden Korkut Özelsü idi. Tebrikleştikten, hal hatır sorduktan sonra: "Abi! Neredeyim biliyor musun?" dedi. "Hayır" deyince: "Şimdi Eşref Efendi Amca'nın kabrinin başında niyâz etmekteyim" cevâbını verdi. Bu tevâfuk karşısında bir kez daha anladım ki: "Eşref Efendi Amca'nın rûhânîyeti bizimle ve himmeti üzerimizdedir."
[3]1460-1552
[4]ö: 1024/1615
[5]Bugün Yunanistan sınırları içerisinde bulunan bir kasaba.
[6]Nehir, akarsu, ırmak.
[7]Sessiz, susmuş, sus pus.
[8]A. Yüksel Özemre, Üsküdarın Üç Sırlı Velîsi, Kubbealtı Neşriyâtı, Seyyid Abdulkadir Belhî Efendi, s.106, İstanbul. 2004.
[9]Ben insânım.
[10]öl.1845
[11[Teberrük: uğurlu sayma. Teberrüken: uğurlu sayarak.
[12]Şûra/23
[13]Dilhûn: İçi kan ağlayan.
[14]Bu âyetin meâli: "Sizin velîniz: evvel Allah, sonra Resûl'ü, sonra o îmân etmiş olanlardır ki namaza devâm ederler ve rükû hâlinde zekât verirler " şeklindedir (Elmalılı Hamdi Yazır meâli). Abdülbâkıy Gölpınarlı Kur'ân-ı Kerîm ve Meâli (Remzi Kitabevi, İstanbul 1958) başlıklı eserinin 2. cildinin LIX. sayfasında bu âyetin açıklaması bâbında aynen şöyle yazmaktadır: "Bir gün, mescide bir yoksul gelmiş, Allah için bir şey istemişti. Namazda bulunduklarından, hiç kimse bir şey verememiş, yoksul da Ya Rabbî, Tanık ol!; Peygamber'in mescidine geldim, bana bir şey veren olmadı demişti. Bunun üzerine Ali, rükûda iken elini uzatmış; yoksul, parmağındaki yüzüğü alıp gitmişti. Bu âyet Ehl-i Beyt imâmlarına, Sa'labî'ye, Tabarî'ye Abû Bekr-al Râzî'ye göre bu olay üzerine inmiştir".
[15]Enhâr: nehirler.
[16]Necm/8

Tasarım & Geliştirme | kerataif