Buradasınız

TARİHİN EN BÜYÜK NÜKLEER KAZÂSI VE ETKİLERİ

TARİHİN EN BÜYÜK NÜKLEER KAZÂSI VE ETKİLERİ



(5,12 ve 19 Nisan 1995 târihlerinde MORAL FM'de Cemâl Uşşak'ın pîşekârlığında yapılmış olan sohbetler)


C.U.: - Hocam; gene bir Nisan ayına girmiş bulunuyoruz. Bildiğiniz gibi 26 Nisan 1986 târihinde Ukrayna'da Kiev'e 130 km uzaklıkta ve Propiyat nehri üzerinde bulunan Çernobil nükleer santralinin 4. ünitesinde büyük bir nükleer kazâ vuku bulmuştu. O esnâda siz de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı idiniz. Ve bu niteliğinizle de, bu kazâyı izleyen günlerde ve hattâ yıllarda pekçok tenkid, hücum ve iftirâlara mâruz kaldınız. İşin bu vechesinden önce, sayın dinleyicilerimize bu kazânın niçin ve nasıl vuku bulmuş olduğunu açıklar mısınız?

A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; Çernobil nükleer santrali Rusya'da ucuz elektrik ve ucuz plütonyum üretebilmek üzere devreye sokulmuş olan ve her biri 1000 MWelektrik gücünde dört nükleer reaktörün oluşturduğu dev bir santraldir. Yapımında, mâliyetini düşürmek için, nükleer güvenlik önlemleri olabildiğince sınırlı tutulmuştur.

Bu nükleer reaktörlerin muhtemel bir soğutucu kaybı kazâsında nasıl davranacaklarını araştırmak üzere Nisan 1986'da Moskova'dan buraya bir ekip gönderilmişti. Bu ekip, Moskova'da Rusya Atom Enerjisi Kurumu uzmanlarınca tasarlanan bir "kazâ senaryosu"nu 4 no.lu reaktörde tatbik mevkiine koymak ve reaktörün bu senaryoya göre davranışının parametrelerini tesbit etmek üzere 26 Nisan 1986 günü saat 01.00 sıralarında deneye başlamıştı. Ancak bu ekipin reaktörün fiziksel özelliklerini yeterince tanımaması sonucu yapılan bir hatâ bu kazâ senaryosunun gidişatını gerçek bir nükleer kazâya dönüştürüverdi ve reaktör 01.26 da ambale oldu; ve ânî güç artışı yüzünden reaktörün kalbi eriyiverdi.

Reaktör "Batı Anlamındaki Nükleer Güvenlik Felsefesi"ne göre inşa edilmemiş olduğundan koruyucu, ve açığa çıkan radyasyonu sâbit bir hacım içine hapsedici bir güvenlik kabuğu ihtivâ etmemekeydi. Bunun sonucu olarak reaktör kalbinin erimesiyle açığa çıkan tüm radyasyon atmosfere yayıldıydı.


C.U.: - Hocam; "Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Felsefesi"nden söz ettiniz. Bu nedir?



A.Y.Ö: - Târih'in ilk önemli nükleer kazâsı İngiltere'nin kuzeyindeki Windscale nükleer reaktöründe 1957 yılında vuku bulmuştur. Bu kazâ sonucu atmosfere bol mikdârda radyoaktif madde yayılmış ve bu maddeler reaktörün civârına bulaşmıştır. Radyoaktif maddelerin bulaşıklığına "radyoaktif kontaminasyon" denir. Bu nükleer kazâda kimse öldürücü mikdârda radyasyon dozu almamıştır ama bu kazâ serinkanlı ingilizleri bile paniğe sevketmiştir.



Bu kazâ, nükleer reaktör yapımcılarını mümkün kazâ senaryoları üzerinde derin inceleme ve araştırmalar yapmağa, her bir reaktör tipi için en muhtemel kazâ senaryolarını üretmeğe, böyle kazâlarda vuku bulabilecek maksimum radyasyon dozlarını teorik olarak tesbit etmeğe ve bu kazâlardan en az zararla nasıl çıkılabileceğini tahlil etmeğe yönlendirmiştir.



Bütün bu araştırmalar bugün, nükleer santrallerin inşâında, "Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Felsefesi" adı verilen bir dizi normların oluşturduğu bir doktrinin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Buna göre bir nükleer reaktörde beklenebilecek en muhtemel kazânın reaktör kalbini soğutarak, üretilen ısı enerjisini kalbin dışına taşıyan soğutucu sıvının kaybı ile ilgili kazâ olduğu anlaşılmıştır. Buna nükleer mühendislikde kısaca ingilizce soğutucu kaybı kazâsı anlamındaki "Loose Of Coolant Accident" ibâresinin baş harflerinden oluşan LOCA (lôka diye okunur) kazâsı denilmektedir. Çernobil kazâsı da bir LOCA kazâsı idi.



Böyle bir kazânın etkilerini azaltmak için tasarlanan ilk önlem reaktörün soğutucu sıvısını taşıyan boruların, bunlardan biri şu ya da bu sebepden dolayı patladığı zaman soğutucu sıvının kaybolmaması için, mükerreren takviyeli eşeksenli bir boru sistemiyle donatılmasıdır. Bu, boru sayısıyla birlikte, tabiîdir ki nükleer reaktörün mâliyetini de arttırır. Bir diğer önlem ise, her şeye rağmen, reaktörün kalbi erir ve muazzam bir radyasyon mikdârı açığa çıkacak olursa bu radyasyonun reaktör binâsının dışına yayılmamasını temin etmek üzere reaktör ve soğutucu sistemin bunu sağlayan koruyucu bir betonarme kabuk içine oturtulmasıdır.



C.U.: - Bu koruyucu kabuğun özellikleri nedir?



A.Y.Ö.: - Bu, yüksek nötron yutma özelliğine sâhip baritli çimento ihtivâ eden, ve Richter ölçeğine göre 10 şiddetindeki bir depreme dahi dayanabilen ön gerilimli bir betonarmedir. Üzerine 13 km yükseklikden bir jumbojet yolcu uçağı düşse dahi kırılmaz, çatlamaz. Terorist baskınlarında kullanılması mûtad silâhların hiç birinden etkilenmez.



C.U.: - Hocam; birkaç sorum birden olacak. 1) Batı anlamındaki nükleer güvenlik felsefesi önlemleri bir nükleer santralin mâliyetini ne ölçüde arttırır? 2) Bu kabil önlemlerle donatılmış bir nükleer santral gerçekten de bir nükleer kazâya uğrarsa bu önlemler ne derecede etkili olabilmektedirler? 3) Türkiye nükleer enerjiden elektrik üretmeye başlarsa bunu temin edecek olan reaktörleri bu güvenlik felsefesine uygun olacak mıdır?



A.Y.Ö.: - Hemen cevap vereyim, Cemâl'ciğim:



Batı anlamındaki nükleer güvenlik felsefesine uygun güvenlik önlemleriyle donatılmış olarak inşâ edilen bir nükleer santralin mâliyeti yaklaşık % 66 daha yüksek olur. Başka bir tâbirle bu önlemler genel mâliyetin yaklaşık % 40 kadarını oluşturur. Meselâ 1985 yılında yapılması düşünülüp de sonra gerçekleşemeyen nükleer santralimizin mâliyeti 3 milyar dolar civarındaydı ve bu meblâğın % 40 ı olan 1.200.000.000,-$ kadarı emniyet tedbirleri için sarf edilmiş olacaktı.



Bu güvenlik felsefesine uygun olarak A.B.D.’nde inşâ edilmiş olan Three Miles Island nükleer santrali 1979 yılında, gene bir insan hatâsı sonucu, tıpkı Çernobil santrali gibi ambale oldu. Ancak reaktör personeli hemen binâyı terk edip kapıları kapatınca eriyen reaktör kalbinden açığa çıkan bütün radyasyon söz konusu betonarme güvenlik kabuğu içinde hapsedilmiş olarak kaldı. Hâlen de öyledir. Bu kazâda radyasyondan dolayı kimse ölmedi.



Türkiye Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nın ve onun bir alt kuruluşu olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın bir üyesidir; ayrıca "Nükleer Silâhların Yayılmasını Önleme Antlaşması"nı da imzâlamıştır. Bu bakımlardan Türkiye hem Ajans'ın nükleer enerji ile ilgili normlarını ve hem de bu normlara uygunluğun Ajans tarafından denetlenmesini kabûl etmiştir. İşte bu sebeplerden ötürü Türkiye'de inşâ edilecek olan bütün nükleer reaktörler Ajans'ın tasvib ettiği bütün güvenlik önlemleriyle donatılmış olacaklardır.



C.U.: - Pekiyi Hocam; Çernobil nükleer kazâsına bütün Dünyâ'nın ve de özellikle Türkiye'nin tepkileri ne oldu?



A.Y.Ö.: - Ruslar, bu büyük kazânın verdiği şaşkınlıkla, 26 Nisan'da vuku bulan bu kazâyı Dünyâ kamuoyundan 29 Nisan akşamına kadar sakladılar. Böyle bir nükleer kazânın vuku bulmuş olduğunu ise ilk önce İsveç idrâk etti. 28 Nisan sabahı Forsmark nükleer santralinde tesisin dışında çalışan personelin, normal radyasyon denetimi esnâsında, iş elbiselerinde anormal düzeyde yüksek radyasyon tesbit edildi. Bunun üzerine İsveçli yetkililer önce bir başka İsveç nükleer santralinde bir radyasyon sızıntısı olup olmadığını araştırdılar. Böyle bir durumun mevcûd olmadığı anlaşılınca da son günlerde İsveç üzerinde egemen olan hava akımlarının meteorolojik kökenini araştırdılar. Bütün Avrupa'ya şâmil rüzgâr haritalarını Şerlok Holmes'vârî bir tarzda inceleyen İsveç Atom Enerjisi Kurumu sonunda bu radyasyonun kökeninin Ukrayna olması gerektiğine hükmetti. İsveç Hükûmeti bu hükme uyarak Rusya Hükûmetini sıkıştırınca, Rusya Çernobil kazâsının vukuunu açıklamak zorunda kaldı.



Bu durum Avrupa'da paniğe, Türkiye'de ise endîşeye sebep oldu. Kazâ sonrasında atmosfere yayılan radyasyon, o günlerdeki meteorolojik şartlara tâbi' olarak, hava akımlarıyla Romanya, Yugoslavya, Macaristan, Avusturya, Polonya, Almanya ve Baltık ülkelerini büyük ölçüde etkilemişti. Türkiye ise radyasyonun bu ilk dalgasından masûn kalmıştı. Avrupa ve özellikle de Yeşiller denilen müfrit çevrecilerin bulunduğu Almanya alınacak önlemler konusunda çocukça bir panik sergilemekteydi.



Bu arada radyasyonludur diyerek Almanya'da her türlü gıda maddesi bilinçsizce imhâ edilmeğe başlamıştı. Kazâyı izleyen ilk ay zarfında yalnızca Bavyera Eyâleti'nde imhâ edilmiş olan et, süt, meyva ve sebzelerin pazar fiyatları tutarının 330.000.000,-DM olduğu yâni 1995 Nisanı parasıyla 10 trilyon TL olduğu açıklanmıştı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ise meteorolojik şartların değişmesiyle Türkiye'yi de mutlaka etkisi altına alacak olan radyasyonu soğukkanlılıkla ama gerekli önlemleri da alarak beklemekteydi.



C.U.: - Hocam; Çernobil radyasyonu bu yaygınlığıyla bir doğal âfetti. Buna karşı ne önlem alınabilirdi ki? İnsanları yaygın bir radyasyondan koruyabilecek gerçekten de etkili tedbirler var mıdır?



A.Y.Ö.: - Şüphesiz ki atmosfere yayılmış olan bir radyasyonu bir bölgeden uzak tutmak imkânı yok. Eğer gelen radyasyon çok yakında patlamış bir atom bombasından çıkmışsa o zaman nükleer sığınaklarda uzun süre barınmak sûretiyle bunun etkisinden kurtulmak mümkündür. Oysa Çernobil kazâsı bir atom bombası değildi. Üstelik Türkiye'den 950 km uzakta vuku bulmuştu. Ve ilk radyasyon bulutu da Türkiye'yi etkilemeden başka istikāmetlere yönelmişti. Bizim için problem: "Bu radyasyon bulutu dönüp dolaşıp Türkiye'yi etkilerse, en karamsar değerlendirmeyle, Türkiye ne vüs'atte etkilenir? Bu etkilenme hayâtî bir tehlike arz eder mi, yâni bu etkilenmenin rizikosu nedir?" problemiydi.



Buna göre de önce Türkiye'nin neresinin bu radyasyon bulutundan etkileneceği ve sonra da ne kadar etkilenmiş olacağının önlemlerini almamız gerekmekteydi. Ve ne yazık ki o sıralarda Türkiye'de bir "Radyasyon Erken-Uyarı Sistemi Ağı" (RESA) yoktu. Bu sistem radyasyonun ülkenin içine nasıl nüfûz ettiğinin ve şiddetinin ânında izlenmesini mümkün kılan bir sistemdir. Böyle bir sistem Çernobil kazâsının akabinde benim tarafımdan önerilmiş ve cihazları da temin edilmiştir. Şimdi ikisi Kuzey Kıbrıs'da olmak üzere Türkiye 44 adet otomatik radyasyon ölçüm istasyonun oluşturduğu bir ağ ile kaplanmış durumdadır. Bu sisteme kısaca RESA denilmektedir.

Gelen resmî haberler Çernobil santralinde kazâ sonrası çıkan grafit yangınını söndürmek özere reaktörün çatısına zorla çıkartılan 28 itfâiyecinin ölümcül radyasyon almış oldukları, fakat buna karşılık reaktör operatörleri dâhil diğer santral personelinin almış oldukları radyasyon dozunun ölümcül olmadığı merkezinde idi. Nitekim söz konusu 28 itfâiyeci âmirlerinin bu kör cehâleti yüzünden çok kısa bir müddet sonra öleceklerdi. Ayrıca, personelden bir kişi kalp sektesinden ve iki kişi de fırlayan makine aksâmının sadmesinden ölmüştü. Çernobil'in civârında ölümcül bir doz alan kimse olmadığına göre Avrupa'da da Türkiye'de de ölüm beklenmiyordu. Ama Türkiye'de bir kişinin ortalama mâruz kalacağı bir yıllık radyasyon dozunun bir radyasyon hastalığı ve özellikle de kansere sebep olması ihtimâli ne kadardı? Mesele bunun değerlendirilmesiydi. Bu husûsdaki bütün bilimsel kıstaslar ve normlar Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin tesbit ettikleri idi.

Avrupa ve Türkiye kökenli meteoroloji rapor ve haritalarının Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Radyasyon Sağlığı ve Güvenliği Dairesi tarafından değerlendirilmesi ilk radyasyon vurgununu yiyecek olan yörenin Edirne ve civârı olacağını telkîn ettiğinden, biz de 1 Mayıs 1986'da, yapacakları işin ayrıntılı tâlimâtıyla donatılmış 6 gezici radyasyon ölçüm ekibimizi Edirne'ye göndererek olacak olanları sabır ve sükûnetle beklemeğe başladık. Gerçekten de Edirne üzerine havada süspansiyon hâlinde 3 Mayıs günü erişmiş olan radyoaktif zerreler aynı günün akşamı Edirne ve civârına yağan gök gürültülü bir sağanak sonunda toprağa intikāl ederek o yöreyi kontamine ettiler.



C.U.: - Pekiyi Hocam; bu durumu yöre halkına açıkladınız mı?



A.Y.Ö.: - Gâyet tabiî, Cemâl'ciğim. Zamanın Edirne Vâlisi Enver Hızlan bey bu husûsda fevkalâde yüksek bir vazife bilinciyle hareket etti. Bizim kendisine ilettiğimiz halka mahsûs önlemleri hem gerek Edirne'nin içinde gerekse bütün köylerinde hoparlörlerle sürekli anons etti ve hem de uygulanmalarını sağladı.

C.U.: - Hocam; bu önlemler nelerdi?



A.Y.Ö.: - Bu önlemler Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olarak benim 3 Mayıs 1986 gecesi ve ertesi gün bütün gün Türkiye radyolarından ve Televizyonu'ndan halka mükerreren duyurmuş olduğum resmî bildirinin öngördüğü önlemlerdi.



Bu bildiride Çernobil kazâsı sonucu oluşan radyasyon bulutunun Edirne ve civârını etkisi altına almış olduğunun tesbit edildiği, paniğe kapılmak için tehlikeli bir durumun mevcûd olmamakla birlikte ikinci bir bildirimize kadar bâzı husûslara dikkat edilmesi gerektiği ifâde edildikten sonra: 1) mümkün olduğu kadar yağmur altında kalınmaması, 2) şu ya da bu şekilde çamurlanan ayakkabı ve elbiselerin çamurlarının ovuşturularak ya da durgun su içinde yıkanarak değil de sürekli akan bir suyun altında tutularak giderilmesi, 3) sebze ve meyvaların akan su altında uzun süre yıkandıktan sonra yenilmesi, ve 4) büyük baş hayvanların otlatılmayıp ahırlarda karantina altında tutulması ve yem olarak da sunî yem ile beslenmeleri gerektiği tavsiye edilmekteydi.



C.U.: - Pekiyi Hocam; durumu Hükûmet'e de bildirdiniz mi? Bildirdiyseniz Hükûmet'in tepkisi ne oldu? Sizden ne istedi Yâni kısacası, sizin uzmanlık alanınıza giren bir işte Hükûmet'in bir müdâhalesi oldu mu?



A.Y.Ö.: - Ben Edirne Vâlisi'ne durumu bildirip de yardımını ricâ etmeden önce Başbakan rahmetli Turgut Özal'ı aradım. Durum hakkında ayrıntılı bilgi verdim. Aldığımız ve alacağımız önlemleri arz ettim. Bana tehlikenin boyutunu sordu. Ben de uzmanlarımızın bütün Trakya'nın radyoaktif kontaminasyon haritasını çıkardıktan sonra yapacağımız hesaplar ve değerlendirme sonucu durumun vuzuh kazanabileceğini ama hayâtî bir tehlike olmadığını, kendisine en geç 3 ya da 4 gün sonra ilk raporumu takdîm edebileceğimi arz ettim. Bunun üzerine Başbakan teşekkür etti ve: "Ahmet bey, yetkili sizsiniz" dedi.



Gerçekten de bu konuşmadan sonra ne kendisi ve ne de herhangi başka bir bakan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun uzmanlık alanına içine giren bir konuda ve özellikle de Çernobil konusunda ne bir baskı uygulamışlar, ne bir müdâhelede ve ne de bir telkinde bulunmuşlardır. Ayrıca zamanın Hükûmeti, benim, Kurumun hizmetlerini aksatmadan görebilmesi için taleb ettiğim bütün bütçe ödenekleri ve bütün bütçe dışı ödenekleri ânında temin etmiştir. Bu sâyede Türkiye Atom Enerjisi Kurumu da bu ilmî özgürlük içinde, huzurla ve bilimsellikden asla sapmadan ve de ödün vermeden hizmetini sürdürebilmiştir.



C.U.: - Hocam izin verirseniz biz gene sizin Trakya'daki ölçüm ve önlemlerinize dönelim. Bu ölçümlerin sonunda ne buldunuz ve bu yörede başka önlemler de aldınız mı?



A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim yalnızca Edirne ve civârını değil fakat bütün Trakya bölgesini kapsayan bu radyasyon ölçümleri geceli gündüzlü tam 4 gün sürdü. Bunların sonuçları bize 4 telefon aracılığıyla bildiriliyordu. Bunlar tamamlandığında bunlara dayanarak yapmış olduğumuz hesaplar, en karamsar değerlendirmeyle bile, en fazla radyasyona mâruz kalan bir kişinin aldığı tüm vücûd dozunun yılda en çok 50 mRem (milirem) ve tiroide yüklenen dozun da yılda en çok 75 mRem olabileceğini gösterince hepimiz ferahlamıştık. Çünkü bu rakamlar Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesinin tesbit etmiş olduğu bilimsel kıstaslara göre bir insanın almasına müsaade edilen maksimum dozlara oranla fevkalâde düşük dozlardı. Bu husûsta guatr hastası bir kişinin bir tiroid up-take'i esnâsında tiroidine yüklenen, ve dolayısıyla da almış olduğu radyoaktif I-131 dozunun bile 70 000 mRem olduğu dikkate alınırsa bu dozların hiç de önemsenecek dozlar olmadığı rahatça anlaşılır.



Bu yörede bundan sonra iki mühim önlem daha alındı. Bunlardan biri bizim büyükbaş hayvanları otlağa çıkarmayıp ahırlarda kapalı tutmağa ve kuru yemle beslenmelerini sağlanmasına yönelik emrimizi dinlemeyen yetiştiriciler ile ilgili idi. Yaptığımız incelemede bu emre uymamış kimselerin elindeki yaklaşık 4000 baş büyük hayvanın vücûdlarında, yedikleri kontamine olmuş tâze otlardan dolayı, bir hayli radyoaktivite birikmiş olduğunu tesbit edince bu hayvanları jandarma mârifetiyle karantinaya aldık; sekiz buçuk ay müddetle kestirmedik. Bu sürede hepsi Trakya Yem Sanayii'nden temin edilen radyasyonsuz yemlerle beslendi ve Hükûmet de ayrıca sâhiplerini tazmin etti. Kesimlerine izin verdiğimizde vücûdlarındaki radyoaktivite doğal yollarla itrâh olmuş bulunuyordu.



İkinci önlem ise radyasyonlu sütlerle ilgili idi. Yüksek radyasyon içeren sütler Edirne'de bir mandırada toplatılarak bunlardan beyaz peynir yapıldı. Piyasaya sürülecek olgunluğa eriştiği zaman sütlerdeki I-131'in dezintegrasyonu dolayısıyla peynirde artık radyoaktivite içeren hiç bir şey kalmamıştı. Yalnızca sütler için aldığımız bu önlem, millî ekonomiye, doların 585TL olduğu o günlerde o günlerin parasıyla 600.000.000,.TL ya da bunun muadili olan yaklaşık bir milyon dolar kazandırmıştı.



C.U.: - Edirne'den sonra gālibâ radyasyon bir de Doğu Karadeniz Bölgesini etkilemişti, değil mi Hocam?



A.Y.Ö.: - Evet Cemâl'ciğim. Çernobil'den çıktıktan sonra, meteorolojik şartlara bağlı olarak, Orta ve Doğu Avrupa üzerinde 3. turunu atmağa başlayan fakat radyoaktivitesi kendisinden öncekilere oranla daha azalmış olan radyasyon bulutu 10 Mayıs 1986'da da gerçekten de Doğu Karadeniz Bölgemizi etkiledi.



C.U.: - Pekiyi Hocam; Doğu Karadeniz Bölgesinde de Edirne'de yapmış olduğunuz gibi durumu ilân ederek bir takım önlemler aldınız mı?



A.Y.Ö.: - Radyasyon bulutu Edirne ve civârını etkilediği zaman radyasyonun arz edebileceği tehlikenin boyutu hakkında elimizde kesin bir kanıt ve de ölçüm olmadığından muhtemel bâzı tehlikelere karşı insanları uyarmıştık. Bu uyarılar ise halkı epeyi tedirgin etmişti. Edirne ve civârında yaptığımız ölçümler sonucu hayâtî hiç ama hiç bir tehlikenin mevcûd olmadığını görünce alınan tedbirlerin yerinde olmakla birlikte halkı tedirgin etmeğe değmediğine de kānî olduk. Bu itibarla Doğu Karadeniz Bölgesi de radyasyondan etkilenince radyasyon bulutunun Edirne'yi etkileyenden doğal olarak daha güçsüz olması vâkıası karşısında halkı fuzûlî olarak tedirgin etmemek için şatafatlı bildiriler yayınlamadık. Ancak bu bölge ihtivâ ettiği üç stratejik ürün bakımından daha hassas bir konumda olduğundan buradaki ölçümlerimiz ve tetkiklerimiz aylarca sürdü.



C.U.: - Bu stratejik ürünler hangileriydi, Hocam?


A.Y.Ö.: - Bunlar: tütün, fındık ve çay idi.


C.U.: - Pekiyi bunlar radyasyon içeriyorlar mıydı?



A.Y.Ö.: - Evet; bunların her birinde de radyasyon vardı. Filvâki bu radyasyon düzeyi ve bunun yıllık ortalama radyasyon dozuna katkısı çok düşüktü ama bu düzeyin çok yakından izlenmesi gerekiyordu. Meselâ tütündeki radyasyon kilo başına en çok 275 Bq (bekörel) idi. Yâni en çok radyasyonlu tütünün bir kilosunda bir sâniyede 275 adet gamma ışını hâsıl oluyordu. Bunun sağlık açısından bir sıkıntısı yoktu ama başımıza hiç beklemediğimiz bir şey geldi. İzmir'deki tütün ihrâcatçıları A.B.D.'ndeki tütün ithâlâtçılarına çektikleri telekslerle filânın tütünü radyasyonlu diye birbirlerini gammazlamağa ve piyasa kapmağa çalıştılar. Tam biz işe müdâhale edecektik ki A.B.D.’nden gelen bir heyet bu dedikoduları usûlünce susturdu. Çünkü A.B.D.nin türk tütününe ihtiyâcı vardı; ayrıca Türk tütününün içerdiği radyasyonun, Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin bilimsel kıstasları göz önünde tutulduğunda sağlık açısından bir sorun teşkil etmediği de bilinmekteydi. Ve tabiîdir ki A.B.D. Dünyâ'ya pazarladığı sigaralarının radyasyonlu diye şöhret bulmasını arzu etmiyordu. Bunun için A.B.D. tütünümüzü bir sorun çıkartmadan her zamanki gibi satın aldı.



C.U.: - Fındıkta ne oyunlar döndü Hocam?



A.Y.Ö.: - Fındık gerçekten de Türkiye'nin fevkalâde stratejik önemi haiz bir ürünüdür. Çünkü Türkiye'de yılda ortalama 140 000 ton iç fındık üretilir. Bu mikdâr İspanya için 35 000 ton, İtalya içinse 40 000 tondur. A.B.D. de yılda 240 000 ton kadar ameriken bâdemi üretir ki bu dört yüz küsur bin ton kuru yemiş Dünyâ çikolata ve şekerleme sanayinin ham maddesini teşkil eder. Bu mikdârda %15 kadar bir eksilme ise bu sektörün krize girmesine sebep olabilirmiş.



Biz Şile'den Arhavi'ye kadar bütün fındık ekim yerlerinden aldığımız numûnelerin spektroskopik analizini yaparak fındığın nerede ve ne mikdârda radyasyon ihtivâ ettiğini tesbit ettik. Buna göre karşımıza ilgi çekici bir manzara çıktı. Şile ile Ünye arasında kilo başına 0 ilâ 600 Bq radyasyon içeren 30 000 ton iç fındık üretilmişti. Ünye ile Arhavi arasında da kilo başına 600 ilâ 4250 Bq içeren 110 000 ton iç fındık üretilmişti.

Avrupa ise ister fındık olsun, ister kekik olsun, ister muz olsun, ister buğday olsun kilo başına 600 Bq'den daha yüksek düzeyde radyasyon içeren gıda maddelerinin kendi ülkelerine ithâline izin vermemekteydi ama Avrupa Topluluğu ülkeleri kendi aralarındaki alış verişlerde 1 200 Bq/kg'lık bir standart uyguluyorlardı. Bundan dolayı fındığımızı almakta nazlanmakla kalmadılar aynı zamanda çok da aleyhinde yayın yaptılar. Bizim anlı şanlı Basın'ımızın belirli bir kesimi de mal bulmuş mağribî gibi bu karalama kampanyasına gönülden katıldı. Oysa fındıkta bu düzeydeki bir radyasyonun sağlık açısından hiç bir mahzuru yoktu. Bir kimsenin radyasyon sağlığı açısından zarar görmesi için en çok radyasyon ihtivâ eden fındığımızdan bir yıl müddetle ve her gün 3 kg yemesi gerekiyordu. Hâlbuki o târihlerde Türkiye'de bir yılda ve kişi başına ortalama fındık tüketimi 100 gramı bile bulmamaktaydı.

Fındığımızı ucuza kapatmak için binbir türlü hiyle ve desise içindeki Avrupa'nın baskısına karşı Hükûmet: "Tamam! Sizlere 600 Bq/kg'ın altında radyasyon içeren 30 000 ton fındığımızın 25 000 tonunu satacak, bunun 5 000 tonunu iç tüketime ayıracak, ve geri kalan 110 000 ton iç fındığı ise imhâ edeceğiz" diye cevap verince kıyâmet koptu. Çünkü bu, Dünyâ piyasasında çikolata ve şekerleme sanayinin temel ham maddesinden % 25 kadarının çekilmesi ve sonuç olarak da pek çok büyük firmanın iflâsı demek olacaktı.

Bunun üzerine bu firmalar Türkiye'ye kadar gelip Hükûmet ile anlaştılar. Ve o yıl radyasyonlu fındığımızın tümü son tânesine kadar ve Cumhuriyet târihindeki en yüksek fiyatla satıldı. Çünkü bütün Dünyâ Türk fındığına mecbûrdu. Ve gene bütün Dünyâ Türk fındığının içerdiği radyasyon mikdârının Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin bilimsel kıstaslarına göre sağlık açısından hiç ama hiç bir tehlike arz etmediğini de iyi biliyordu.



C.U.: - Muhterem Hocam: ne yazık ki programımızın süresi doldu. İzin verirseniz bu konuya gelecek haftaki sohbetimizde devâm edelim. Ve bize Türk çayının etrafında dönmüş olan dolapları anlatınız.

A.Y.Ö.: - Memnûniyetle Cemâl'ciğim.



C.U.: - Hocam; geçen haftaki sohbetimizde 26 Nisan 1986'da Rusya'da vuku bulan Çernobil nükleer kazâsı ile ilgili olarak Türkiye'de alınan önlemlerden bahsettik. Bu arada da tütün ve fındıktaki radyasyonun başımıza ne işler açmış olduğuna değindik. Sıra çaya gelince zamanımız dolduğu için sohbetimize son vermiştik. Bugünkü sohbetimize çay konusunda Türkiye'de kopartılan vâveylâ ile başlayabilir miyiz?



A.Y.Ö.: - Tabiî Cemâl'ciğim. Yalnız önce, çayın stratejik değeri hakkında muhterem dinleyicilerimize bilgi vereyim. Türkiye'de çay üretimi gitgide artarak 1986 yılı başında durumumuz Avrupa'ya 50 000 ton kuru çay ihraç etmeğe müsait hâle gelmişti. Oysa Avrupa'da çay pazarının % 80 den fazlası İngiltere ve Hollanda'nın tekelindedir. Bu ülkeler doğrudan doğruya, ya da dolaylı olarak bilimsel kongrelerde: 1) Türkiye'nin kendi iç tüketimini karşılayacak kadar çay üretmesini, ve 2) dış pazar aranmamasını öğütlemekteydiler. Zaman zaman bu tutumları, bilhassa bilimsel kongrelerde, tehdit ve şantaj sınırlarına da dayanmaktaydı. Bununla beraber daha fazla çay ekilmesi Doğu Karadeniz üreticisini yanlarına çekebilmek üzere hemen hemen bütün hükûmetlerin başvurdukları bir taktik idi. Bu ise Avrupa'da çay pazarına hâkim ülkelerde, Türkiye'nin uzun vâdede Avrupa pazarının bir bölümünü eline geçireceği endîşesini sürekli olarak canlı tutmaktaydı.

Hattâ İngiltere Avrupa Topluluğu'na kendi pazarladığı çayın özelliklerini standart olarak kabûl ettirtmek için çok çalıştı ama bu oyunu Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun zamanında haber alması ve Dışişleri Bakanlığımızın da mâhir bir müdâhalesi ile bozuldu. Eğer bu gerçekleşseydi kilo başına 3 miligram bakır ihtivâ etmekte olan Türk çayı kilo başına 1 miligram bakır ihtivâ eden İngiliz çayı karşısında Avrupa pazarına girme imkânını sonsuza dek kaybedecekti.



C.U.: - Yâni Hocam, siz Çernobil kazâsından sonra çayımız hakkında kopartılan vâveylâda Avrupa çay pazarını ellerinde bulunduran ülkelerin parmağı olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?



A.Y.Ö.: - En azından bu ülkelerin Türk çayının mazhar olduğu üretim artışından son derece tedirgin olduklarını biliyoruz. Ayrıca Türk çayının radyasyonlu diye lânse edilip devâmlı olarak gündemde tutulması için büyük çaba harcayan bâzı gazetecilerin o târihlerde ülkemizdeki İngiliz yetkililerle çok sık görüldükleri ve hattâ bunlardan bâzılarına da burs adı altında Almanya'yı ziyâret imkânları sağlanmakta olduğu da ve bir gazete sâhibinin İngilizlerin bir çay firmasının mümessilliğini almış olduğu da o dönemin dedikoduları arasındaydı. Kezâ mûteber bir üniversitenin Kimya Mühendisliği Bölümü'ne, Türkiye'de radyasyonlu çay hakkında araştırmalarına destek olmak(!) gâyesiyle, bâzı mahfellerin bâzı özel ölçüm ve seyâhat imkânları sağlamış olduğu da Ankara'da dilden dile dolaşmaktaydı.



C.U.: - Pekiyi Türk çayındaki radyasyon ne kadardı, Hocam? Gerçekten de endîşe verecek düzeyde miydi?



A.Y.Ö.: - Türkiye Atom Enerjisi Kurumu 1986 ürünü çayın radyasyonlu olduğunu Mayıs ayının ortalarında tesbit etti. Ancak, yapılan ölçümler ve hesaplar bu radyasyon düzeyinin kuru çayda dahi yüksek olmayacağını gösterdiğinden, biz de ortalığın erkenden bulandırılmasına ve çay üzerinde spekülâsyonlar yapılıp de çay üreticisinin perişan edilmesine engel olmak üzere çayın radyasyonlu olduğunu hemen açıklamadık. Radyasyon Sağlığı ve Güvenliği Dairemizin önerisi uyarınca Türkiye Atom Enerjisi Kurumu olarak çaya, paketleme safhasında, yâni Ekim 1986 başında müdâhale etmek kararı aldık.



C.U.: - Bu nasıl bir müdâhale olacaktı Hocam?


A.Y.Ö.: - Bu müdâhale belirli bir radyasyon düzeyinin üzerinde radyasyon içeren çayların halka ulaşmasının önüne geçilmesi şeklinde olacaktı?


C.U.: - Pekiyi; bu radyasyon düzeyini nasıl tâyin ettiniz?



A.Y.Ö.: - Bunun için Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin bilimsel kıstaslarına uyan bir standart türetmek gerekiyordu. Biz bir yandan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'na diğer yandan da Hükûmet'e bu önlemlerimiz dolayısıyla hiç bir ciddî ve bilimsel tenkid gelmesin diye uygulayacağımız standart hakkında çok sert davrandık. Avrupa Birliği ülkelerinde sulh ve sükûn zamanlarında 1 yaşından küçük bebeklerin ve hâmile kadınların sulu gıdalarında almalarına müsaade edilen maksimal radyasyon litre başına 370 Bq (bekörel) olarak belirlenmişti. Biz ise Türk usûlü demlenmiş olan çayın deminde 370 Bq/litre'den daha yüksek düzeyde radyasyon bulunmamasını prensip ittihâz ettik. Ve bu önlemi yalnızca hâmile kadınlar ve 1 yaşından küçük bebekler için değil fakat bütün yetişkinlere de uyguladık. Kuru çaydaki radyasyonun %100 ünün de deme geçtiğini kabûl ederek yapılan deney ve hesaplar bu sonuca ulaşmak için kuru çaydaki radyasyonun 12.500 Bq/kg'dan daha yüksek olmaması gerektiğini göstermişti.



C.U.: - Kuru çaydaki radyasyon düzeyinin 12 500 Bq/kg olması için nasıl bir önlem aldınız, Hocam?



A.Y.Ö.: - 1986 ürünü 125.000 ton kuru çaydaki radyasyon düzeyi 0 ilâ 90.000 Bq/kg arasında değişmekteydi. Ayrıca depolarda da 1985 ürünü 55.000 ton kuru çay bulunuyordu. Piyasaya sürülecek olan paketlenmiş çayın ise 12.500 Bq/kg'dan daha düşük düzeyde radyasyon ihtivâ etmesi gerekiyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere 1985 ürünü radyasyonsuz çay ile 1986 radyasyonlu çayın en düşük aktiviteye sâhib olan kısımları harman edildi.



Bu harmanlama işlemi Çay-Kur'un Rize, Elmadağ/Ankara ve Büyükdere/ İstanbul'daki çay paketleme fabrikalarında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun elemanlarının ölçümleri nezâretleri altında yapıldı.



C.U.: - Hocam; bu harmanlama işleminde 1985 ürünü 55.000 ton radyasyonsuz çay ile 1986 ürünü 125.000 ton çayın hepsi de harmanlandı mı?



A.Y.Ö.: - Hayır. Biz 1986 ürünü radyasyonlu çayın en az radyasyonlu bölümü ile 1985 yılından kalmış olan radyasyonsuz çayı harmanlayarak o yılın iç tüketimi için gerekli olan yaklaşık 120.000 ton kadar paketlenmiş kuru çay elde ettik. Geriye de elimizde 1986 ürünü 58.078 ton kuru çay kaldı ki bunların radyasyon düzeyi 25.000 ilâ 90.000 Bq/kg arasında değişmekteydi.



C.U.: - Geriye kalan ve radyasyon düzeyi ve halka verdiklerinizin çok üstünde olan bu 58.078 ton çay ne oldu?



A.Y.Ö.: - Radyasyondan korunmanın bir ahlâkî prensibi vardır. Buna İngilizce "olabildiğince mâkûl biçiminde düşük düzeyde" anlamında As Low As Reasonable Achievable kelimelerinin baş harflerinden mülhem olarak "ALARA Prensibi" denir. Buna göre, eğer elinizde aynı gıda maddesinden farklı radyasyon düzeyinde iki bölük mal varsa bunlardan, sıhhî bakımdan bir mahzur teşkil etmediği takdirde, ancak düşük radyasyon düzeyini haiz olanı halka verilebilir.

1987 yılı çayının radyasyonsuz olacağı biliniyordu. Bu durumda bu 58.078 ton çay halka verilemezdi. Bunların gömülerek imhâ edilmeleri gerektiğine dair 30 Aralık 1986 târihli bir raporu zamanın Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi başkanı ve zamanın Sanayi ve Ticâret Bakanı sayın Câhit Aral'a takdîm ettim. Bu rapor uyarınca Hükûmet daha sonra Resmî Gazete'de yayınlanan iki kararnâme ile söz konusu çayların gömülerek imhâsına karar verdi.



C.U.: - Pekiyi Hocam; piyasaya sürdüğünüz bu kuru çaylarda Türkiye Atom Enerjisi Kurumu gerçekten de kiloda 12.500 bekörelden az radyasyon düzeyini sürekli olarak tutturabildi mi?



A.Y.Ö.: - İlk dört ay zarfında bu standardın sürekli olarak tutturulması sağlandı. ama harmanlama işlemi rutin hâline gelinceye kadar arada bir 20.000 Bq/kg'lık çay paketlerinin de piyasaya çıkması engellenemedi. Fakat dördüncü aydan sonra gitgide bu standard 12.500 Bq/kg'dan daha düşük düzeylere çekilebildi ve nihâyet 3.000 Bq/kg'da sâbit tutulabildi.



C.U.: - Hocam; bir insanın bu radyasyon düzeyindeki çaylardan ne kadar içmesi radyasyon sağlığı açısından mahzurlu idi?



A.Y.Ö.: - Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin bilimsel kıstaslarına dayanarak yapılan bir hesap, bu düzeyde radyasyon ihtivâ eden çayın radyasyon sağlığı açısından bir mahzur teşkil edebilmesi için, bir insanın bir senenin her günü bu çayların deminden 8 gaz tenekesinden yâni 136 litreden fazla içmesi gerektiğini ortaya koymuştu.



C.U.: - Hocam; her gün 8 gaz tenekesinden fazla dem içmek mümkün mü?



A.Y.Ö.: - Tabiî ki mümkün değil, Cemâl'ciğim. Bu çarpıcı misâl alınan radyasyonun ne kadar cüz'i olduğunun bir delîli olduğu kadar Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun da Türk halkının sağlığını korumak için ne kadar bilimsel çalışmış olduğunun da bir kanıtıdır.



C.U.: - O zamanlardan çok iyi hatırlıyorum, Hocam; siz bir gazeteye verdiğiniz beyânatta: "Bir bardak çayda boşu boşuna fırtına kopartılıyor" demiştiniz. Demek ki bu duruma işâret ediyormuşsunuz. Sâhi Hocam; söz gazetelerden açılmış iken o çileli günlerde Basın ile ilişkileriniz nasıldı? Biraz da bu konuya temas eder misiniz?



A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; gazetecilerin önemli bir kısmı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nda, benim tâlimatım doğrultusunda, kendilerine gösterilmekte olan sabır, müsâmaha ve nezâketi maalesef hiç hazmedemediler. Ben 6 Nisan 1987'de azledilinceye kadar ve hattâ azlimden sonra da, bilhassa şahsıma karşı, bu böyle devâm etti gitti. Bunların arasında: bir akşam önce okumuş ama akılcığında yarım yamalak kalmış olan iki sayfalık ansiklopedi bilgisine güvenerek beni radyasyon konusunda ukalâca imtihana çekmek ve tuzağa(!) düşürmek isteyenler; evime zorla girenler; ya da kendilerini evimde kabul ettiğim zaman yerlerinden fırlayarak izinsiz mutfağa koşup buzdolabını ve diğer dolapları açarak evimizde süt, yoğurt ve çay olup olmadığını araştırıp fotoğraf çekenler; eşimi izleyerek alış veriş ettiği bakkalları tesbit edip sonra da bunları, tâkip ettiğimiz gıda rejimi hakkında (yâni süt, yoğurt, çay satın alıp almadığımız hakkında) sorguya çekenler; gece yarısı sarhoş sarhoş lojmanıma telefon ederek bir sürü hakaret ve şantajla beni tahrîk etmek isteyenler; misâfirlik ve en basit beşerî nezâket kurallarını hiçe sayarak evimde olsun makāmımda olsun, ama yanımda kimse olmadığı zamanlara denk düşürerek, bana gözdağı vermek isteyenler; açıkça tehdit ve şantaja tevessül edenler; özel hayatımda çatlaklar(!) ve gizlemiş olabileceğim sırlarımı(!) ortaya çıkarmak üzere hakkımda araştırma yapmak için özel ekipler oluşturanlar; sordukları sorulara Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olarak verdiğim cevapları hiç kāle almayıp kendi hayalhânelerinde benim vermemi istedikleri cevapları uydurup yazanlar; söylediklerimi tamâmen tersine çevirip yazanlar; benimle hiç karşılaşmadan tamâmıyla uydurma röportaj yapanlar; beni defalarca "vatan hâini" ilân edenler "Türkiye'nin Çernobil Çilesi" yanında benim şahsî çilemi de bir hayli arttırdılardı.



Bu kadar geniş bir kütlenin kendiliğinden (spontane olarak) nefretini kazanmış ve boy hedefi hâline gelmiş olmak, 14 Temmuz 1789 günü havanın güzelliğinden yararlanmak için Bastille Meydanı'nda gezintiye çıkmış bâzı Parislilerin birdenbire ve kendiliklerinden "Eh, hadi bâri Devlet'e baş kaldıralım" diyerek Büyük Fransız İhtilâli'ni başlatıvermiş olduklarını iddia etmek kadar saçma ve çocuksudur. Bu nefretin maalesef görünen ve görünmeyen, açıklanması câiz olan ve câiz olmayan pek çok sebebi var.

Gazetecilerle ilgili olarak başımdan geçen sayısız olaylardan ikisini, sırf bir fikir versin diye, anlatayım.

Çernobil kazâsının akabinde karşılaştığım gazeteciler arasında Dünyâ'ya ve Devlete bakış açıları benimkilerinden farklı fakat beşerî münâsebetlerinde dürüst ve mert genç bir gazeteciyle, tamâmen farklı bir konu hakkında konuşurken, ona Basın'ın belirli bir kesiminin beni niçin insafsız bir şekilde hedef alıp hırpalamakta olduğunu sordumdu. Aldığım cevap hem çok ilginç hem de, benim için, çok çarpıcıydı: "Hocam, söz konusu ettiğiniz kesim size fena gıcık oluyor. Siz, dinî töresine bağlı bir insan imajı veriyorsunuz. Oysa genel kanı bir Müslüman’dan bilim adamı olmaz şeklinde. Ama gördüğüm kadarıyla bütün baskılara rağmen bilimden de ödün vermiyorsunuz. Bu davranışınız ise bu genel kanının kredisine zarar vermekte. O zaman da, sanırım, sizin vermekte olduğunuz bu imajı yıkabilmek için sizi yıkmak birilerine faz oluyor".

Şurasını da eklemem gerekir ki Basın'ın sağ kesimi denilen kesiminin dahi bana Çernobil kazâsına yaklaşımı hiç de candan olmadı. Onlar da kendilerine göre bir temkinle, sol Basın tarafından üzerine bu kadar yüklenilmekte olan bir adamı desteklemenin kendileri için bir mahzur teşkil edebileceği endîşesini her zaman taşıdılar ve uzun müddet benden uzak durdular.

Bir gün, sorularını cevaplandırdığım genç bir gazeteci hanım açıklamalarımı aynen yazacağı konusunda bana garanti vermişti. Röportaj lojmanımda yapılmıştı. Eşim, her zaman olduğu gibi, bu hanımı da kendine has tevâzuu ve samimiyeti ile iyi ağırlamıştı. Hattâ röportajdan sonra her iki hanım aralarında uzun müddet de sohbet etmişlerdi. Gazeteci hanım, herhâlde umduğundan farklı ve kendisini rahatlatan bir atmosfer bulmuştu ki, benden ve eşimden bizleri, gazetecilik söz konusu olmaksızın, bir dost olarak da zaman zaman ziyâret etmek istediğini ifâde etti. Bundan memnunluk duyacağımızı kendisine bildirince de pek sevindiydi.

Ancak, iki gün sonra röportaj yayınlanınca eşimin başına sanki Dünya çökmüş gibi oldu. Röportaj, açıklamalarımın hiç birine yer vermediği gibi, beni, sâdece tezyif ve tahkîr etmeğe yönelik bir tarzda kaleme alınmıştı. Artık bu durumları olağan olarak karşılar olmuştum ama gene de bu genç hanımın gösterdiği olağanüstü ikiyüzlülük karşısında büyük üzüntünün benliğimi kaplamasına da mâni olamıyordum. Eşim ise infial içinde gazeteci hanıma telefon etmek istiyordu. Ona bunu tasvib etmediğimi ifâde ettiğimde hiç değilse benim telefon etmem husûsunda ısrar etti. Telefonda gazeteci hanıma: "Hanımefendi kızım; beni ve eşimi büyük hayal kırıklığına uğrattınız. Doğrusu böylesine nezâketsiz ve haksız bir yazı yazabilecek tıynette olabileceğiniz bir an bile hatırımıza gelmemişti. Size teessüf ederim" dedim.

Kızcağız ise, hıçkıra hıçkıra ağlayarak şu cevabı verdi: "Hocam; emîn olun ki benim yazım sizinle yaptığım röportajı ve gördüğüm misâfirperverliği eksiksiz yansıtan bir yazıydı. Ben de bu sabah bu yazıyı görünce yıkıldım. Doğru şefime koşup röportajımı neden tahrîf etmiş olduklarını sordum. Bana hiddetle: Sen ancak bir muhabirsin; olaylara nasıl yön verilmesi gerektiğini ise biz biliriz dedi. âsabım çok bozuldu. Ne yapacağımı bilemiyorum". Bu hanım kızımız bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntüden dolayı bizi bir daha aramaya cesâret edemedi.



C.U.: - Pekiyi ama Hocam; bunlar size düpedüz hakaret edip komplo kurmuşlar; sizin buna hiç bir reaksiyonunuz olmadı mı?



A.Y.Ö.: - Olmaz olur mu Cemâl'ciğim; tabiî ki oldu. Önceleri gazetelerde çıkan düzmece haberleri telefonla ve nazâketle tekzib ettimse de bunları asla düzeltmediler. Yazıyla müracaatlarımı da kāle almadılar. Eğer ben çıkan bütün uyduruk haberleri mahkeme kanalıyla tekzib yoluna gitseydim, 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun kurulmasına ilişkin kānûnun 4. maddesinin Kurum Başkanına yüklemiş olduğu sorumluluklardan hiç birini yerine getirecek zaman bulamazdım. Zâten gazetelerin bu taktiğinin de beni oyalamağa, aslî görevimden uzaklaştırıp polemiğe düşürmeğe yönelik olduğunu anlayınca ipin ucunu bıraktım ve kendi kendime: "Lânet olsun! Onlar hilelerini kursunlar, iftirâlarını atsınlar. Eğer Cenâb-ı Hak'kın bana takdîr ettiği çile buysa, benim de Hazret-i Peygamber'in Vuku bulanda hayır vardır ve Bir işin sonunu sabırla beklemek ibâdettir meâlindeki hadîslerine uyup bu çilelere tahammül ederek görevimi yapmam gerekir" dedim; ve nitekim de öyle yaptım.



C.U.: - Hocam; bütün bu çileler arasında Hükûmet'in ve bürokrasinin size karşı tutumu neydi? İşlerinize destek mi olundu yoksa köstek mi olundu? Hükûmetten size şunu şöyle yap, bunu böyle yap; ya da şunu şöyle göster; şu husûsda şöyle konuş diye bir emir ya da bir telkin geldi mi?



A.Y.Ö.: - Türkiye Atom Enerjisi Kurumu siyâsî niteliği olmayan ilmî ve de uzman bir müessesedir. Görevi de 2690 sayılı kânûnda açıkça belirtilmiştir. Bu bakımdan ne siyâsî bir tasarrufda bulunabilir ve ne de siyâsîlerin onun adına ilmî bir mütâlâa ve tasarrufda bulunması mümkündür. Ben Kurum başkanı bulunduğum dönemde bu husûslara hassâsiyet, kararlılık ve dirâyetle uydum. Bu tutumum dolayısıyla da Hükûmet'ten bize, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun yetkisine giren işlerde, hiçbir emîr ve de telkin gelmedi. Aksine Hükûmet, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun bu istisnaî durumda zuhur eden zorlukları aşabilmesi için benim gerekli gördüğüm bütçe içi ve bütçe dışı bütün ödenekleri süratle temin etti.

Ancak aynı şeyi bürokrasi için söylemem mümkün değildir. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun dirâyetle idâre edilmesi çıkarlarına ters düşmekte olan ve bu Kurumu âtîdeki siyâsî düşleri için bir yemlik yapmak isteyen ama başları bendenize toslayıp hayâl kırıklığına uğrayan Yüksek Bürokrasinin baronları tam bir çete zihniyetiyle bize etmediklerini bırakmadılar.

Bunlar: 1) Kurumun Çernobil kazâsının getirdiği dertleri izâle etmede âcil ihtiyâcı olan kalifiye personelin istihdamını engellediler; 2) kendi niteliksiz yandaşlarını istihdâm etmeğe yanaşmadığım için 627 kişilik Türkiye Atom Enerjisi Kurumunda 400 komünistin bulunduğu ve benim de bu komünistleri koruyan gizli bir komünist olduğum iftirâsını atıp bu konuyu çeşitli mahfellerde işlediler; 3) kendi hempalarını sürekli makāmıma göndererek bana şantaj yapmağa kalkıştılar; 4) Kurum içindeki bâzı personele hiç bir zaman gerçekleştirmedikleri vaatlerde bulunarak bir ispiyon teşkilâtı kurmağa tevessül ettiler; 5) ellerindeki destek imkânlarını kullanarak bâzı gazetecilerin sürekli aleyhimde yazmalarını, ve benim açıklamalarımın ya hiç basılmamasını ya da çarpıtılarak basılmasını temin ettiler; 6) Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nda bana ambargo koydular. TRT'ye verdiğim beyânatları yayınlatmadılar; 7) üst makamlara sunduğum "gizli" ya da "zâta mahsus" yazıları Basın'ın belirli bir kesimine ilettiler. Daha sayayım mı Cemâl'ciğim?


C.U.: - Aman Hocam; yeter! Bu kadarı kâfî! Beni hayretlere gark ettiniz. Meğer ne çileler çekmişsiniz!


A.Y.Ö.: - Evet Cemâl'ciğim; Türkiye'nin Çernobil kazâsı dolayısıyla ister istemez etkilendiği ve vatan-millet için gerekli bütün tedbirleri almağa çalıştığımız bu dönemde çilem hakîkaten çok büyük oldu. Aslında Çernobil kazâsı Türkiye'ye ekonomik ve psikolojik bir kriz yaşatmak isteyenler ile bâzı çıkarlarını gerçekleştirmek isteyenler için bulunmaz bir fırsattı. Bunları isâbetle teşhis edebilmem, bu kazânın etkilerini olağanüstü abartarak kendi çıkarları uğruna istismâr etmek isteyenleri tedirgin etti. Bunlar yaptıkları her mel'un girişimde, karşılarında hep Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nu ve bu kurumun başkanı olarak da beni buldukları için ben bu kişilerin nezdinde hep yollarının üzerinde ne bahasına olursa olsun sökülüp atılması gerekli bir engel gibi telâkkî edildim. Bundan dolayı da pek çok komploya, iftirâya, gammazlanmaya, hakārete, ithâma, yalana, dedikoduya ve düşmanlığa mâruz kaldım ama Cenâb-ı Hakk’a ne kadar hamd ve şükretsem azdır ki Allāh bütün bunlara sabırla ve vekarla, ilmimden ve şahsiyetimden ödün vermeksizin karşı koymamı bana lûtfetti.



C.U.: - Hocam; bu başlı başına bir cihâd olmuş!



A.Y.Ö.: - İnşâallāh öyledir, Cemâl'ciğim.



C.U.: - Süremizin hemen hemen sonuna geldik muhterem Hocam; gelecek hafta aynı konunun diğer yönlerini de sohbetimizde tartışmak üzere size teşekkür ediyoruz.



A.Y.Ö.: - Sağ ol, Cemâl'ciğim.



C.U.: - Hocam, son iki sohbetimizde Çernobil nükleer kazâsının nasıl vuku bulmuş olduğunu; bunun Türkiye'yi nasıl ve hangi yörelerinde etkilemiş olduğunu; Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun almış olduğu tedbirleri; tütün, fındık ve çayımızın radyasyondan nasıl etkilendiğini ve yabancıların kendi ticârî çıkarları için bu ürünlere karşı nasıl tavır aldıklarını ve bu tavırların sebeplerini gözden geçirmiştik. Şimdi de bize Rusya'nın ve Türkiye'nin bu kazâdan sağlık açısından nasıl etkilenmiş olduklarını açıklar mısınız?



A.Y.Ö.: - Çernobil kazâsı sonucu olarak Rusya'da yalnızca 31 kişinin hayatını kaybetmiş olduğundan daha önce söz etmiştik. Bunun sebebi de bunlardan 28'inin, büyük bir cehâlet örneği, yanmakta olan reaktörün üstüne çıkmağa zorlanmış olmalarıdır. Buna karşılık reaktörün içinde bulunan personel binâyı hemen terkettikleri için, müsaade edilenin çok üstünde doz almış olmalarına rağmen, aldıkları radyasyon dozu ölümcül olmamıştır. Reaktöre çok yakın bulunmakta olan personelden 100 kadarı ancak 1 Sv = 100.000 mRem mertebesinde bir doza mâruz kalmışlardır. Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin kıstaslarına göre ise, kazâdan sonraki 50 yıl içinde bunlardan yalnızca birinin kanser olup ölmesinin ihtimâli vardır. Santral civârında bulunan ve kazâyı izleyen birkaç gün içinde tahliye edilen 135 000 kişinin ise kişi başına ortalama 0,12 Sv kadar bir doz almış oldukları tesbit edilmiştir. Bu kısıtlı popülâsyon göz önüne alındığında bu dozun bu kimselerde kansere yakalanma ihtimâlini ancak %1 oranında arttırdığı hesaplanmıştır.



C.U.: - Çernobil nükleer kazâsının Rusya üzerindeki etkilerini açıklayan raporlara acaba güvenilir mi, Hocam? Ruslar bu facianın açıklandığından çok daha büyük olan boyutlarını dünya kamuoyundan gizlemiş olabilirler mi?



A.Y.Ö.: - Kazâdan sonra bu kabil bir itham hep gündeme gelmiştir. Eski S.S.C.B. de bundan tedirgin olmuş olacak ki Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na başvurmuş ve Çernobil kazâsının bütün vechelerini inceleyip bir rapor hazırlamak üzere uluslararası bir uzman grubunun oluşturulmasını taleb etmiştir. Bunun üzerine Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı 200 kişilik bir uzmanlar heyeti oluşturmuş ve bu heyet 2 yıl süreyle yerinde inceleme ve ölçümler yaparak basılı 640 battal boy sayfadan oluşan bir rapor yayınlamıştır (The International Chernobyl Project/Technical Report; IAEA, Viyana/1991).



Bu raporda söz konusu uluslararası uzmanlar heyeti bu ülkenin Avrupa bölümünde radyasyondan etkilenmiş ve etkilenmemiş bölgelerde yaptığı mukāyeseli inceleme ve tesbitler sonunda, doğrudan doğruya radyasyona mâruz kalmış olmaya bağlanabilecek hiçbir sağlık vakasına rastlanılmadığını ifâde etmiştir. Buna karşı kazânın hâsıl ettiği psikolojik ve maddî etkiler dolayısıyla rûhî sıkıntı içinde bulunan insanların bulunduğu da rapora dercedilmiştir.

Bu bölgede yaşayan 75 milyon rus vatandaşının, Çernobil kazâsını izleyen 50 yıl zarfında, kişi başına 6 ilâ 12 mSv kadar kümülâtif bir doz alacakları hesaplanmıştır. Bu ise bu kimselerin bu fazladan radyasyon dozu sebebiyle 50 yıl içinde kanser olup ölmeleri ihtimâlinde % 0,1 kadar bir artış meydana getirecektir. Oysa kanser sebebiyle ölümün Dünya ortalaması % 22 dir. Buna göre 50 yıl içinde Çernobil kazâsı dışında bu 75 milyon insanın 16.500.000 kadarı zâten kanserden ölecek iken, bu nükleer kazâ dolayısıyla bu rakkamın en çok 16.516.500 olması ihtimâli kuvvetlidir. Ancak bu durumda istatistiklerin bunu yakalayabilmesi mümkün olmadığı gibi, yakalasa bile bu ölümlerin başka sebeplerden değil de Çernobil kazâsının uzun vâdeli etkilerinden meydana gelmiş olduğunu ispat etmek de mümkün değildir. Oysa, aynı süre zarfında, Rusya'daki fosil yakıtla çalışan enerji santrallerinin çevreye saldıkları radyoaktivite ve sâir zehirli madde ve dumanlar yüzünden ise 30.000 kişinin öleceği ve 5.000.000 kişinin de anfizem, bronşit, farenjit vs... gibi nefes yolları ve akciğerleri ilgilendiren ve çoğu da kronikleşebilen hastalıklara dûçar olacağı hesaplanmıştır.

Bu arada, Çernobil kazâsı dolayısıyla İngiltere halkının 30 yıl zarfında alacağı 1 mSv kadarlık fazladan kümülâtif radyasyon dozunun granitik bir bölge olan ve Büyük Britanya adasının güney-batı kısmını teşkil eden Cornwall bölgesinde 3 haftalık bir tâtilde, doğal yollardan mâruz kalınacak olan doza eşit olduğu da hesaplanmıştır.



C.U.: - Sözünü ettiğiniz radyasyon doz birimi milisîvert nedir Hocam? Bunun neye delâlet ettiğini açıklamak üzere birkaç anlaşılır örnek verir misiniz?



A.Y.Ö.: - Şöyle söylersem belki bu birimin işlevi daha rahat anlaşılır. Benim gibi 100 kiloluk bir kimsenin bir göğüs röntgen filmi çektirdiğinde aldığı radyasyon dozu yaklaşık 1 ilâ 1,2 mSv'dir. Bir hostes kızımızın İstanbul-Londra-İstanbul arasında yaklaşık 6 ilâ 10 uçuşu 0,6 mSv'dir. İstanbul'da oturanlar topraktan çıkan radon emanasyonları ve fezâdan gelen kozmik ışınlar dolayısıyla bir yılda yaklaşık 0,66 mSv'lik bir doğal radyasyon dozu alırlar. Bu yıllık doğal radyasyon dozu Ankara'da oturanlar için 0,9 mSv, Erzurum'dakiler için 1,75 mSv ve Sivrihisar'da oturanlar için ise 3,74 mSv'dir.


C.U.: - Nasıl oluyor da bu yıllık doğal radyasyon dozu yerden yere değişiyor Hocam?


A.Y.Ö.: - Bu iki faktöre bağlı. Bunlardan biri meskûn yerin toprağının altındaki radyoaktif maddelerin mikdârıdır. Meselâ Sivrihisar'ın altında geniş ve zengin toryum yatakları olduğundan oradaki yıllık doğal radyasyon dozu daha yüksektir. İkinci faktör de denizden yükseklik faktörüdür. Bu da, tıpkı Erzurum misâlinde olduğu gibi, fezâdan gelen radyasyonların mikdâr ve etkinliğini arttırır.



C.U.: - Pekiyi Türkiye'nin bu kazâdan etkilenme düzeyi nedir?



A.Y.Ö.: - Türkiye'ye gelince, ülkemiz Avrupa'da Çernobil kazâsından etkilenmiş olan ülkeler sıralamasında 16. sıradadır. Radyasyon vurgunu yemiş olan Edirne ve civârı ile Doğu Karadeniz gibi kritik bölgeler göz önüne alındığında Çernobil kazâsını izleyen yılda kişi başına fazladan alınmış olan radyasyon dozu 59,7 mRem = 0,597 mSv ve Türkiye genelinde de ortalama 0,5 mSv kadardır. Biraz önce söylediklerim göz önüne alınırsa Türkiye'de, Çernobil kazâsını izleyen yıl içinde, ortalama olarak bir kişi İstanbul'daki bir kişinin aldığı yıllık doğal radyasyon dozu kadar bir dozu fazladan almıştır. Oysa Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin radyasyon işçileri için bir yılda almalarına müsaade ettiği doz 50 mSv ya da 5.000 mRem'dir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile Dünya Çalışma Örgütü'nün (ILO'nun) ise sivil halk için müsaade ettiği maksimum yıllık radyasyon dozu ise 5 mSv ya da 500 mRem'dir.

Ayrıca, 0,5 mSv'lik bir radyasyon dozunun Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin bir yıl için değil 280 günde hâmilelerin almalarına müsaade edilen maksimum tüm vücûd dozunun yalnızca 1/40'ı, İstanbul'da yaşayan bir kimse ile Sivrihisar'da yaşayan bir kimsenin bir yılda doğal radyasyon kaynaklarından aldıkları dozlar arasındaki farkın 1/5'i ve tiroid guddesinin I-131 ile incelenmesi sırasında bir kişinin aldığı dozun da en azından 1/300 ü kadarı olduğuna da dikkati çekmek istiyorum.



C.U.: - Bu misâllerden bu kadarcık bir radyasyon dozunun Uluslararası Radyasyondan Korunma Komitesi'nin alınmasına müsaade ettiği radyasyon dozlarına oranla çok düşük olduğu anlaşılıyor. Ama Hocam, acaba bu kadarcık radyasyon dozlarının bile hiç mi riski yok?



A.Y.Ö.: - Kuzey Amerika ahâlisi için yapılmış olan bir risk analizinin sonuçlarına göre 10 mSv'lik fazladan bir radyasyon dozuna mâruz kalan bir insanın önündeki 50 yıl zarfında, bu almış olduğu doz sebebiyle, kanser olup ölmesi ihtimâli:



  • 3 paket sigara içmenin kansere yol açması,
  • bisikletle 700 km yol kateden bir kimsenin yolun sonunda bir kazâya kurban gitmesi,
  • otomobille 10.000 km yol kateden bir insanın yolun sonunda bir kazâya kurban gitmesi,
  • bir işçinin bir fabrikada 18 aylık bir çalışma sonunda iş kazâsı sebebiyle ölmesi,
  • ve bir inşaat amelesinin bir inşaatta 4 ay çalıştıktan sonra bir iş kazâsı sonucu ölmesi



ihtimallerinden birine eşit olmaktadır.

Demek ki eğer Kuzey Amerika halkından birisi Çernobil kazâsı dolayısıyla bir yılda Türkiye'de kişi başına düşen fazladan 0,5 mSv kadar bir radyasyon almış olsa bunun, önündeki 50 yıl içinde kendisinde bir kanser hâsıl ederek bu yüzden ölümüne yol açmasının ihtimâli:



  • Hayatında yalnızca üst üste üç sigara içmiş olan bir kimsenin sırf bu sebepten ötürü önündeki 50 yıl içinde kanser olup ölmesi,
  • Bir kimsenin bisikletle 14.000 km kat ettikten sonra bir kazâya kurban giderek ölmesi,
  • Bir kimsenin otomobille 200.000 km kat ettikten sonra bir kazâya kurban giderek ölmesi,
  • Bir işçinin bir fabrikada 30 yıl çalıştıktan sonra bir iş kazâsına kurban giderek ölmesi ve
  • Bir inşaat işçisinin bir inşaatta 80 ay çalıştıktan sonra bir iş kazâsına kurban giderek ölmesi



ihtimallerinden birine eşit olacaktır.



C.U.: - İzin verirseniz, muhterem Hocam, ben bütün bunlara rağmen Çernobil kazâsının Dünyâ'da, Rusya'da ve Türkiye'de kanser ve de özellikle lösemi vakalarının artmasına sebep olup olmadığını sormak istiyorum.



A.Y.Ö.: - İsâbetli bir soru, Cemâl'ciğim. Hemen cevap vereyim. Bir kere biraz önce de açıkça söylemiş olduğum gibi Çernobil kazâsı dolayısıyla 31 kişiden başka kimsenin ölmemiş ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın teşkil ettiği 200 uzmandan oluşan uluslararası bilim heyetinin resmî ve yayınlanmış olan raporuna göre de Rusya'da doğrudan doğruya radyasyona bağlanacak hiçbir vakanın tesbit edilmemiş olduğunu bir kere daha hatırlatayım.

Şimdi Türkiye'ye dönecek olursak, Çernobil kazâsına kadar Türkiye'de düzgün bir biçimde tutulması sağlanamamış olan kanser istatistikleri bir yılda vuku bulan ölümlerin % 5 ilâ % 12 sinin sebebinin kanser olduğuna işâret etmekteydi. Oysa bu konuda Dünya ortalaması % 22 dir.

Çernobil nükleer kazâsının hiç beklenmedik bir olumlu yanı olarak hem Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığında, hem Tıb Fakültelerinde, hem hastahânelerde ve hem de hekimlerimizde radyasyon konusunda bir duyarlılığın ve bilinçlenmenin ortaya çıkmasına vesiyle teşkil etmiş olmasını gösterebiliriz.

Bunun sonucu olarak Türkiye'de kanser istatistikleri daha çok sayıda merkezde ve daha ciddî bir biçimde tutulmağa ve, hepsinden de önemlisi, ciddî kanser taramaları yapılmağa başlanmıştır.

Bunun sonucu olarak da kayıtlara geçen "kanserden-dolayı-ölüm-vakaları"nın sayısı da artmağa başladı. Bu artış, işin künhünü fehmedemeyen kimselerce, kanser vakalarında Çernobil kazâsından sonra ve bu kazânın sebeplerine doğrudan doğruya bağlı olan reel bir artış olarak yorumlandı. Oysa bu reel bir artış değil, yalnızca, mevcûd olup da kayda geçmemiş ve bu münâsebetle kayda geçmeğe başlamış olan vaka sayısındaki artıştı.

Bu vaka sayıları, üç aşağı beş yukarı, Türkiye'de kanser mortalitesi ortalaması Dünya ortalaması olan % 22 oranına erişinceye kadar artmağa devâm edecektir.

Çernobil kazâsını izleyen yıllarda diğer kanser türlerine oranla çok daha ciddî bir biçimde tutulan resmî lösemi vakaları istatistikleri, Avrupa'nın meselâ Almanya ve Finlandiya gibi pek çok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye'de de lösemi vakaları oranında gitgide bir azalmanın vuku bulduğunu ortaya koymuştur.

Şahsî ve siyâsî sebeplerden ötürü ve o dönemin Hükûmet erkânının verdiği destekle, Basın'ın bir kesimi 17 Aralık 1992'den itibâren büyük bir dezinformasyon (yâni bilgi ve haber saptırma, yalan bilgi ve haber yayma) stratejisiyle Çernobil kazâsını yeniden gündeme getirerek 3 ay boyunca konuyu sıcak tuttu. Bu arada Kenan Evren'in, Turgut Özal'ın, Câhit Aral'ın, benim ve Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın da "Türk halkına Çernobil kazâsı akabinde jenosid(!) uygulamış" kimseler olarak radyasyon suçlusu(!) sıfatıyla ve kırkar yıl hapis istemiyle yargı önüne çıkarılmamız istendi. O târihte Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Sağlık Bakanı bulunan zevât Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na hakkımızda suç duyurusunda bulundular. Şahsen benim hakkımda Türkiye'nin dört bir yanında Cumhuriyet Savcılıklarına yapılan suç duyuruları yaklaşık 400 kadarmış. Bunların hepsi de Savcılıklardan döndü. Savcılar bu konuda araştırma açılmasını dahi abes bulmuşlar.

Bu manevrası semeresiz kalan iktidar partisi ve ortağı konuyu T.B.M.M.ne getirerek bir Meclis Araştırması için karar aldırdı. Kurulan partilerarası 12 kişilik özel komisyonun çalışmaları da yaklaşık 9,5 ay sürdü. Neticede ortaya çıkan 103 sayfalık resmî matbu rapor: Çernobil kazâsı dolayısıyla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun ve zamanın Hükûmeti'nin alınabilecek bütün önlemleri almış olduğunu ve görevlerini ise asla savsaklamamış olduğunu ortaya koydu. Bu rapor T.B.M.M.nde kabûl edilerek gerek Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, gerek o dönemde Kurum Başkanı olan ben ve gerekse Hükûmet bu konuda ibrâ edildi; ve Çernobil dedikodusunun hukukî yanı da böylece kapanmış oldu. Yalnız bu raporun sonuçlarından ve T.B.M.M.’nde kabûl edilip de ibrâ edilmemizden Türkiye Basınında hiç ama hiç bir gazete bahsetmedi, bahsetmek istemedi. Bu da bizdeki Basın'ın habercilik ve meslek ahlâkı anlayışına, kanaatimce, ışık tutabilecek bir tutumdur.



C.U.: - Hocam; bir de Türkiye'nin nükleer enerjiden istifâde ederek elektrik üretmesi için zaman zaman gündeme nükleer santral kurmamız gelir de bu bir türlü gerçekleşmez. Buna engel olanlar mı var? Bu iş neden gerçekleşmez?



A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; Türkiye'nin eğer 1000 megavat elektrik gücünde bir nükleer santrali olsa bu santralin bir yılda üreteceği toplam elektrik enerjisinin eşdeğeri 1.600.000 ton petrolün yanmasıyla elde edilen enerji kadardır. Eğer Türkiye'nin bunun gibi 10 tâne nükleer santrali olsa bunların tümünün bir yılda üretecekleri toplam elektrik enerjisinin eşdeğeri de 16.000.000 ton petrol olur. Yâni bu durumda Türkiye, bir bakıma, yılda 16.000.000 petrol tasarruf etmiş olur ki bu da yıllık petrol ithâlatımızın hemen hemen %70 kadarıdır.

Eğer Türkiye'nin bu durumunu Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki 9 Müslüman ülke daha izlese bu 10 ülkenin nükleer santralleri dolayısıyla yıllık petrol tasarrufları 160.000.000 ton petrol olur.

Bir nükleer santralin ömrü ortalama 40 yıldır. Buna göre bu 10 Müslüman ülkedeki 100 nükleer santral dolayısıyla 40 yılda gerçekleştirilecek olan toplam petrol tasarrufu da 6.400.000.000 ton petrol olacaktır. Bu tasarruf Dünya Petrol Karteli'nin de Dünya Kömür Karteli'nin de aleyhinedir. Bu iki kartel ise çok güçlü kuruluşlardır. Ellerindeki mâlî imkânlarla pek çok kişiyi, kuruluşu ve gazeteyi kolaylıkla elde edebilirler.


C.U.: - Nükleer santral kurmamıza engel olanlar yalnızca bu karteller mi?


A.Y.Ö.: - Şüphesiz ki hayır. Eğer kurulacak olan nükleer santraller kendi doğal uranyumumuz ve toryumumuzu kullanabilmemizi mümkün kılan ve dolayısıyla de Türkiye'nin menfaatine uygun tipde olsalar, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu başkanı iken yapmış olduğumuz bir etüde göre, ilk nükleer santralin %25 ini ama beşincisinin ise % 93,5 kadarını biz yapabiliriz. Bu ise 15 ilâ 20 yıl gibi kısa bir süre içinde nükleer teknolojiye hâkim olamamız demektir. Türkiye'nin böyle bir teknlojiye sâhip olması da pek çok düşmanımızın işine gelmemektedir.


C.U.: - Hâkim olacağımız bu nükleer teknoloji içinde nükleer bombalarının teknolojisi de var mı acaba, Hocam?


A.Y.Ö.: - Hayır Cemâl'ciğim. Ben yalnızca atom enerjisinin sulhçu gâyelere yönelik uygulamalarından bahsediyorum. Türkiye'nin nükleer bomba yapma potansiyeli yoktur. Olsa bile yapamaz; çünkü "Nükleer Silâhların Yayılmasını Önleme Andlaşması"nı Ağustos 1980'de imzalamakla hem Dünya uluslarına ve hem de kendi ulusuna nükleer silâh üretmemeye ve üretimine de yardımcı olmamaya söz vermiş; gene aynı andlaşma gereği, bütün nükleer tesislerini de Birleşmiş Milletler Örgütü'nün bir alt kuruluşu olan ve merkezi Viyana'da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın denetimine tâbi' kılmıştır.


C.U.: - Böyle bir denetime tâbi' olmanın zararları ve faydaları nedir?


A.Y.Ö.: - Bu denetimin zararı yoktur; aksine pek çok faydası vardır. Günün birinde haksız yere bir devlet Türkiye'nin atom bombası yapmakta olduğu iftirâsını atarak Dünya kamuoyunu bulandırmak isterse karşısında Türkiye'den evvel Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nı bulur. Çünkü böyle bir iddia aynı zamanda denetimi yapan Ajansın da karalanması demektir. Bu durumda Türkiye'nin resmî müdafaasını Ajans yapar. Ayrıca Ajans nükleer santrallerin kurulma aşamasında uzman ve hattâ malzeme yardımları dahi yapabilir. Nükleer santrallerin güvenliği için gerekli normları ve standartları temin eder; Ajans'ın gâyesi nükleer enerjinin yaygınlaşması olduğu için nükleer santralin yer seçimi, sismografik etüdleri, flora ve faunasının tetkiki, kalifıye personelin yetiştirilmesi gibi ve bunlara benzer konularda her türlü maddî ve mânevî desteği sağlar.



C.U.: - Hocam; Hükûmet nükleer enerjiden elektrik üretimi için bir nükleer santral kurulması çalışmalarına bir kere daha başlamış görünüyor. Siz buna ne dersiniz?



A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; ben hasbelkader Türkiye'nin ilk Atom Mühendisi'yim. Fransa'nın Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden Temmuz 1958'de mezun olup Atom Mühendisi diploması aldım. O târihden itibâren ilk 10 yılımı kendi meslekdaşlarımız olan bilim adamlarına Türkiye'nin nükleer enerjiden istifâde etmesinin gerekliliğini izah etmekle, bunu izleyen 10 yılını da bu fikri bürokratlara aşılamakla geçirdim. Türkiye'deki siyâset adamları devlet adamı vasfına maalesef sâhip olmadıklarından, bir de üstünüze üstlük bilim adamları karşısında doğal bir eziklik duyduklarından yumurta kapıya gelinceye kadar kıllarını kıpırdatmazlar. Hattâ bilim adamlığı vasıflarını reddedip siyâsete atılanları da ortama uyup hemen sünepeleşirler. Bildiklerini açıkça söyleyecek yerde yerlerini sağlamlaştırmak için en akla hayâle gelmez çelişkileri yaşamayı fazîlet addedecek bir selâbet eksikliği ve de garâbet sergilerler. Ve işin acâyibi, göründüğü kadarıyla da, bundan ziyâdesiyle memnûn gözükürler; ilim âleminde izhâr edemedikleri dehâyı siyâsette göstermekte oldukları vehmiyle avunur giderler.



Kısacası ben ve benimle beraber bu işe gönül veren bir avuç meslekdaşım nükleer enerjinin Türkiye için zarûretini siyâsetçilere idrâk ettiremedik. Prof. Nejat Aybers ve Prof. Dr. Sâdık Kakaç ile hazırlayıp Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi yayınları arasında 1972'de yayınladığımız bir raporda Türkiye'nin 2020 yılında bir enerji darboğazına gireceğini ve buradan kurtulabilmenin tek yolunun da nükleer enerjiden geçtiğini açıkladıktı. O târihden bu yana Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı ve buna bağlı olarak da Türkiye Elektrik Kurumu kuruldu. Bunların ellerinde yıldan yıla artan veriler sâyesinde yaptıkları her etüd bizim 1972 târihli etüdümüzü te'yid etti; ve hattâ enerji darboğazının târihini de 2010 olarak belirledi. İşte bunun üzerine 1992 yılı sonunda zamanın Hükûmeti kendinden önce gelip geçmiş olanlara oranla meselenin âciliyetini çok daha dramatik bir biçimde temyiz ve idrâk etti. İnşâallāh bu sefer başarılı olunur.



C.U.: - İnşâallāh Hocam. Yalnız bir de nükleer enerji karşıtları ve bunların ileri sürdükleri iddialar var. Bunların arasında da Türkiye'nin nükleer enerjiye ihtiyacı olmadığını, bu enerji türünün çevreyi kirlettiğini, ölümcül derecede tehlikesi olduğunu ve nükleer enerjinin yerini tutacak olan henüz tüketmiş olmadığımız hidrolik enerji ile Güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi alternatif enerjilerin bulunduğunu, Türkiye'nin bu gibi enerjilere yönelmesi gerektiğini ileri sürenler bulunuyor. Bunlara ne dersiniz?



A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; üzerinde, bilgisizlikden kaynaklanan, bir sürü spekülâsyonun yapılmakta olduğu fevkalâde önemli bir noktaya isâbetle temas ettin. Ama müşâhede ettiğim kadarıyla vaktimiz de bir hayli ilerledi. Bu konu ise bizi enaz bir saat oyalar. Onun için izin verirsen bu konunun müzâkeresini bir sonraki sohbetimize erteleyelim.



C.U.: - Hakkınız var Hocam; pek vaktimiz kalmamış. Gelecek hafta devâm etmek üzere size teşekkür ediyorum.



* * *
Tasarım & Geliştirme | kerataif